20 Mayıs 2013 Pazartesi

Bir Delinin Yatak Odası Düşleri

Ağız dolusu küfür etmek istiyorum insanlığa.
Her insana küfretmek karşılaştığım, tanımadığım.
Usulca ama bağıra bağıra küfretmek.
Tüm yetimlere sövmek istiyorum ana avrat, beşikteki bebeye, mezardaki ölmüşlere, tatlı köpekciklerinize, saksıdaki nergisinize.
Fakir olanlarınızın suratına tükürmek, çirkinlerinizin üzerine kusmak ve sakatlarınızı dövmek istiyorum ta ki kolumu kaldıracak, ayakta duracak takatim kalmayıncaya kadar.
İğreniyorum tüm sağlamlarınızdan ve sakatlarınızdan.
İğreniyorum tüm güzelliklerinizden ve çirkinliklerinizden.
Gerçek olamayacak kadar gerçekliklerinizden, daha sahte olamayacak kadar sahteliklerinizden ve uğrattığınız hayal kırıklıklarından iğreniyorum.
Otobüs kuyruğunda, kırmızı ışıkta, sinema salonlarındaki reklamlarda, haksızlıkların karşısında, hazırolda bekleyişinizden midem bulanıyor.
Ve midem bulanıyor dula bakışınızdan ve dul kalışlarınızdan.
Bakireliğinizden, akan kanlarınızdan, savaşlarınızdan, ölümlerinizden ve öldürmelerinizden tiksiniyorum. Kusmak istiyorum gelecek nesillerinizin üzerine, sıçmak istiyorum kürtaj masalarında bıraktığınız ceninlerin üzerine.
Medeniyetinizin tek dişini de sökmek geliyor içimden, modernliğinizi çıkarttığınız yere sokmak, kibarlığınızda boğmak istiyorum sizi.
Hastanelerinizi bombalamak, okullarınızı yıkmak, kamu alanlarınıza baş örtüsü sokmak istiyorum, arzuluyorum terörü ve kaosu.
Çarşaflı kadınlar görmek istiyorum her yerde ve çıplak kadınlar; arada kalmış bütün kadınları ayak üstü becermek istiyorum bir köşe başında sıyırarak eteğini ve pantolonumu.
Ne kadar bacağı kıllı adam ve ne kadar bacağı kılsız kadın varsa hepsini toptan intihar bombacısı yapmak istiyorum ve göndermeyi arzuluyorum Marslı düşmanlarımıza ki Dünya savaşları yetmez bana; çıkmalı Evren Savaşları, Tanrı'yı da kıstırmalı bir yerlerinde ve sormalı hesabını tüm acıların, acılarımın, acılarımızın.
Ve sormalı tüm yaşamışların, yaşanmışlıkların ve yaşanacakların.
Ve sormalı hesabını kaderin, ruhun, vicdanın, aklın, peygamber olamamışların, erememişlerin, hayvanların, meleklerin.
Ve sormalı hesabını her vapura, uçağa, otobüse beş dakika geç kalanların.
Maaş alamayanların, aldığını kumara-içkiye-yiyeceğe-içeceğe-giyeceğe yatıranların, okumayanların, yazamayanların sormalı hesabını, bankaların, sigorta şirketlerinin, fabrikaların ve tarlaların sormalı hesabını Tanrı'dan ve tanrılardan.
Kusmalı onların da üzerlerine ve arzulanmalı köşe başındaki Tanrı'nın kulağını çekmek.
Kimsin sen? Kimsin sen? Kimsin sen?
Kimiz biz? Kimiz biz?  Kimiz biz?
Soruların yanlışlığı cevapların doğru olmasına engel değil ve cevapların doğruluğu soruların doğruluğunun önemini ortadan kaldırıyor değil.
Sekovs ve Lombarmtrak.
Hayatın anlamının ne olduğu önemli değil.
Hayal kırıklığı; insan.

9 Mayıs 2013 Perşembe

Bir Tanrı Olarak Hayvansever

İnsanlar işleri olmadığında sinek avlarlar. Ve insanların genelde işleri yoktur. 

Günümüz hayvanseverinin riyakarlığı mide bulandıracak cinstendir. Hayvanseverlik, hayvanı sevmekten çok, hayvanların insana hizmeti üzerinden kurgulanan insanın efendiliğine hizmet ediştir. Bu hayvanseverlik biçiminde, hayvansevmezler hayvanlara karşı efendiliklerini kötüye kullananlar olarak tanımlanabilecekken, hayvanseverler de hayvana karşı efendiliklerini "iyi kalpli" bir şekilde devam ettirenler olarak kodlanabilir. İnsan hakları mücadelesinin şiddetlendiği yüzyıllarda bazı kimseler hayvan haklarına karşı da duyarsız kalamadılar. Bu duyarlılık da hayvanların gerçekten doğal özlük haklarına kavuşması olarak tabi ki gerçekleşmedi. Kendisini hayvanın efendisi olarak gören insan, hayvanın efendiliğinden vazgeçmek yerine, efendiliğinin devamını ,kendini vicdani olarak yaralamayacağı biçime sokarak sağlamaya çalıştı. İnsana sebepsiz yere vurmanın tamamen kalkması konusunda hemfikir olan toplum, haliyle hayvana da sebepsiz yere vurmamak gerektiğini hissetti. Bu duygusal yoğunluğun insanı vicdani olarak baskılaması sonucunda, bazıları, hayvanlara da sebepsiz yere vurulamayacağını söylemeye başladı. Bu insanlara göre hayvanlara sebepsiz yere vurulamazdı, ancak onların üzerine binilebilirdi, ya da insan evladı zevk alsın, kumara olan açlığını bir nebze de olsa yatıştırsın diye at yarışları düzenleyebilir, düzenlenen at yarışlarında da jokeyler atları dilediği gibi kamçılayabilirdi. Köpek dövüştürmek yasaktı, ancak bir öküzü ölene kadar karın tokluğuna tarlada çalıştırmanın bir sakıncası da yoktu. O öküzdü ve öküz olarak görevi insanın tarlasını sürmek olmalıydı. Hayvanseverlerin buna bir itirazı olmadı. Olmamaya da devam ediyor. 

İnsan evladının hayvanlar üzerinde var olduğunu zannettiği efendiliğini vicdanen rahat ederek devam ettirmek için uydurduğu "hayvanseverlik" kılıfı aynı zamanda da toplumdan saygı görmenin aracına dönüştü. İnsanlar hem efendiliklerine devam ettiler, hem vicdanlarını rahatlattırdılar, hem de toplumdan saygı gördüler. Saygı gördüğü ölçüde, vicdanları rahatladığı ölçüde de riyakarlaşmaya devam ettiler. 

Hayvanseverlik bir yandan kedileri tekmeleyerek öldürmemek üzerine bas bas bağırmayı örgütlerken, bir yandan da toplu böcek katliamlarını, uyurken bireyi rahatsız ettiği için ölmeyi hak etmiş olan sivri sinekleri, sırf yayabileceği hastalıklar ve görüntüsünün nereden geldiği belli olmayan iticiliğinden dolayı öldürülmesi gereken fareleri ve sıçanları görmezlikten gelmeyi tercih etti. Zira kediler tatlı yaratıklardı, görünüşleri estetikti ve hepsinden önemlisi öldürülürken acı sesler çıkartabiliyorlardı. Ancak belediye araçlarının senin benim onun vergileriyle soykırımsal bir harekete giriştiği böceklerin farkına varabildiğimiz tatlılığı ve vicdanlarımızda derin izler bırakabilecekleri çığlıkları yoktu. Onlar haşerattı, neden olduğunu bilmediğimiz nedenlerden ötürü de ölmeye mahkumlardı. Fareler engizisyon mahkemelerini aratmayacak yöntemlerle öldürülebilirdi. Yere yapıştırılabilir, kapanlara yakalanması sağlanabilir, zehirlenebilirlerdi. Zira onlar fareydi. Fare olarak doğdukları için bunları hak ediyorlardı. Ama sakın ha sokaktaki bir köpeği zehirlemeye kalkmayın; o zaman "hayvanseverleri" kapınızda yumruklarını sıkmış bir biçimde görürsünüz. 

Günümüz hayvanseverleri, gerçek hayvan severler olsalardı; muhtemelen ilk iş olarak petshoplara saldırır, olabildiğince hayvanı birer mal olarak satılmaktan kurtarırlardı. Yüzlerce hayvanın bir odaya tıkıştırılarak alıcı beklediği alanların pek hayvanların iyiliği için olduğu söylenemez sanırım. Bir canlının mal olarak alınıp satıldığı petshoplar, ve sadece belli "kalitede" olduğu düşünülen hayvanların mal olarak alınıp satıldığı petshopların, insanların satıldığı köle pazarlarından farkı nedir? Hayvanların henüz konuşamıyor olması mıdır? Hayvanlar birer canlıdır, her canlı gibi de kendi hayatlarını bulmalı, kendi hayatlarının yolunda, kendi başlarına ilerlemelidirler. 

Aynı hayvansever güruh; sıklıkla hayvan türlerinin kendi yollarında gitmesine de izin vermezler. Yok olmak üzere olan "estetik" bir tür mü var, hemen o türü koruma altına alır, tel kafeslerle çevrili milli "doğal" parklara hapseder, çiftlerini kendi tercih ettikleri hayvanlarla çiftleştirme yolunu seçerler. İnsan evladı hayvanın efendisi olduğu gibi, tanrısı olmaya da karar vermiş görünmektedir. O istemeden hiçbir tür yok olup gidemez, o istediği müddetçe, türler var olmak zorundadır. Halbuki dünya dünya olalı bir çok tür bu süreç içerisinde kaybolmuş, bir çok yeni tür ortaya çıkmıştır. Bu metin karalanırken dahi muhtemelen bir kaç tür ortadan kalkmıştır. Türlerin ortadan kayboluşu yeni bir şey değildir, engellenmesi gereken bir şey hiç değildir. Doğal ortam kimi türleri yok eder, gün geldiğinde bizim de yok olacağımız gibi. Kendi türünün yok olmayacağını varsayan insan evladı, kendisinin estetik bulduğu, var olması gerektiğini düşündüğü türleri de yok olmaktan kendi deyimiyle kurtarır. Kendisiyle birlikte o türleri de var olmaya zorlar. İnsan evladı kendisini Dünya'nın tanrısı zanneder. Hangi türün kaybolup hangisinin kaybolmayacağına o karar verir. 

Hangi türün kaybolup kaybolmayacağına karar veren hayvansever insan; kendi türünün devamlılığı için hayvanları kobay olarak kullanmaktan da hiç kaçınmaz. Çoğu zaman hayvanların kobay olarak kullanılması gerçek anlamda bilim üretmekten çok; insanların ünvan almalarının yapmış olduğu deney, yayınlamış olduğu bilimsel makale ile alakalı olmasından kaynaklanır. Çoğu öğretim üyesi, zaten daha önce araştırması yapılmış olan meseleler için tekrar tekrar araştırmalar yapar ve bu araştırmalarda da bir çok hayvanın katledilmesine neden olurlar. Amaç bilimsel ilerleme değil, yardımcı doçentin doçent, doçentin profesör olma arzusudur. Çoğu bilim insanı da sağlam bir okumayla ulaşacağı bilgilere, küçük deneylerle hayvan katliamı yaparak ulaşmayı daha kolay bulduğundan mütevellit bu işe girişir. Zira onlarca fare öldürmek, onlarca kitap okumaktan daha kolaydır. Bilime katkı sağladığını düşünen insanın vicdani rahatlığı da bu katliamı kolayca sineye çeker. 

Bilimle dinin görece ortaklaştığı nadir alanlardan bir tanesi hayvanlara bakış açısıdır. Nasıl ki bilim, insan türünün devamlılığı için hayvanın katlini uygun görürse, dinlerin büyük bir kısmı da, hayvanları insanların emrine tahsis eder. İbrahim İsmail'i kurban edecekken gönderilen koyun, sonraki asırların baş kurbanı olarak tarihe geçer. Keşke gönderilen sinek olsaydı da, hali hazırda zaten katliamını gerçekleştirdiğimiz sinekleri öldürürken sevapları da topluyor olsaydık. Kurbanın yanı sıra, görece medenileştiğine inanan insan evladı, adak olarak bakire kadınları değil de, hayvanları kesmeyi uygun görür. İşe girmek için horoz kesmeyi vaat eder, ya da bir koç kesecektir.  İnek kesecek olursa muhtemelen işe girme sırasının önüne doğru melekler tarafından taşındığını düşünmektedir. Bugün bakire bir kadının tanrılara kurban verildiğini düşünün. Oluşacak toplumsal tepkiyi düşünebiliyor musunuz? Ya da ben bakire kardeşimi tanrılara sunmak istiyorum diyen bir adamın düşeceği konumu düşünün. Şüphesiz ki günümüz insanları bunun saçmalığından dem vuracaklardır. Ancak aynı insanlar, aynı tanrılara hayvanların kanını sunmaktan da geri kalmazlar. Bilimle din bu konuda iyi anlaşır. İkisi de insanları kullanmaktan vazgeçmiş, ikisi de hayvanları, insanın iyiliği için katletmekten sakınca duymamıştır. 

Günümüz hayvanseverliğinin konumu budur. Esas öykünülecek tarafının uçmak olduğunu düşündükleri kuşları küçücük kafeslere tıkarlar. Evcil hayvanlarının boyunlarından birer tasma vardır. Önlerine bir kap yemek koyar, bunun karşılığında onlara isim verebileceklerini düşünürler. Bazı hayvanlara biner, bazılarının sırtına yük yükler, bazılarını sevmelik, bazılarını yemelik, bazılarını avlık olarak ayırırlar. Kimileri sadece görüntülerinden, kimileri sadece gürültülerinden, kimileri de sadece doğal beslenme şekillerinden dolayı katledilebilir olarak sınıflandırılırlar. Kimilerinin görevi süt vermek, kimilerinin yumurta vermek, kimilerinin de güzel vakit geçirtmektir. İnsan asırlar önce olduğu gibi bugün de hayvanlara efendilik taslamaktadır. Dün açıkça yaptığını, bugün riyakarlıkla yapmaktadır. Aradaki en büyük fark bundan ibarettir.