27 Nisan 2014 Pazar

Bir Sarhoşun Notları (Veganlar, Taksim 1 Mayıs'ı, Sendikalar)

Uzun zamandır sarhoşken (veya alkollüyken, bugünlerde hangisi daha makbûl bilmiyorum) bir şeyler karalamaya çalışmıyordum. Esasında uzun zamandır bir şeyler karalamaya çalışmıyorum. Yazdıklarım kötü görünüyor gözüme, tatmin etmiyor beni. Önceden de yazdıklarım tatmin etmezdi beni, ancak en azından sarhoşken yazardım, yazabilirdim. "Çirkin kadın yoktur, az votka vardır" hesabı, alkol aldıkça daha güzel görünürdü yazdıklarım bana; yazmak kolaylaşırdı. Hiçbir şeyde başarılı olamayan ben, hiçbir şey başaramayan ben, yazdığımı hem de kötü yazmadığımı zannederek rahatlatırdım kendimi. O zamanlar bilmiyordum tabii ki bunları, şimdi dönüp geriye baktığım zaman farkedebiliyorum. Ne zaman ki alkolün yazarken bende yarattığı bu anlamsız beğeniyi farkettim, yazmayı da bıraktım. Ne çok şey farketmişim değil mi? değil. Farkındalık anlamsız sarmallar bütünlüğüdür; her farkediş, kendisinden fazla nitelikte farkedemeyişi doğurur, dolayısıyla her farkediş, farkedişlerden fazla oranda farkedilememişlikleri arttırır; ama konumuz bu değil tabii ki. Gerçi bir konumuz da yok ya, neyse. 

Ne diyordum ben? Hah, veganlar diyordum. Ülkemin her şeyi gibi, örneğin; tesettürlüsü, abazanı, şahinden doğan yaratanı, mağdur Kürt'ü, mağrur Türk'ü, sokağı balgamıyla yıkamaya çalışanı, balgamını kendine saklayanı, sağcısı, solcusu, ve pek tabii orta yolcusu, fortçusu, fortçusundan rahatsız olur görünümlü yosması, iletişimcisi, kötürümü, her türlü götürürümcüsü, dürümcüsü, kara kedisi, ak kedisi ve sadece kedisi gibi, veganı da artıyor gibi geliyor bana. Her yerdeler efendim. (Nereden efendim oluyorsanız, Kürtlüğümün verdiği kölelik aşkıma veriniz, rica edeceğim) Gezi'de bunlar, okulda bunlar, afedersiniz tuvalet yazılarında bile artık bunlar; nerede o eski "bunu yazan tosun, okuyana ko'sun"lar, "azimle sıçan taşı deler"ler; varsa-yoksa veganlar ve veganlıkları. Açık söyleyeyim, bir veganın, neden bir vegan olduğunu, veganın kendisinin de bildiğini zannetmiyorum. Milyonlarca mücadele alanını ıskaladıktan sonra, bir insan neden kendisine vegan deyip, buna dair bir mücadeleye girişir? Bu insan için tek önemli olan veganlığı mıdır? Dünyada başka bir şey olmamakta mıdır? Vegan mücadele nedir lan? Hadi hepimiz birazcık anarşizmden (o ilk Proudhonlardan, Kropotkinlerden, Bakuninlerden değil ha, bu sonraki Lacanlardan, Foucaultlardan, Lyotardlardan falan bahsediyorum) pay aldık diyelim, her savaşımın kendi pratiklerini ortaya koyarak örgütlenmesine eyvallah diyelim de, her cümlesine; "ben bir vegan olarak" diye başlayan örgütlülüğüne aitlenmiş artık birey olmayan eski-bireye ne diyeceğiz? 

Türkiye'nin hemen hemen her şeyi, her kimi gibi veganları da dandiktir. Ne istediklerini, neyi savunduklarını bilmezler. İlk bakışta hayvanların yaşam haklarını savunur görünürler. Ancak aynı kişiler, bitkisel tüketim karşısında "acı" kartını öne sürerler. Yani esas olan canlının yaşam hakkı değil, canlının acısız ölüm hakkı gibidir. Problem buysa, rahatlıkla acısız ölüm yöntemlerine geçiş yapabiliriz, olmaz mı? Aynı veganlar, yumurta yemeye bebek yemek gözüyle bakarlar; her ne kadar pek çok bitkinin tohumunu yiyor gözükseler de, bu söylediklerini üç aşağı beş yukarı mantıklı bulduğumu söyleyebilirim. Kürtajı etik olarak doğru bulmayan biri olarak, yumurta yemenin de kürtajdan çok farklı olduğunu işin doğrusu düşünmüyorum. E, iyi de, tanıdığım veganların hemen hepsi kürtaj hakkını da savunan insanlar; insan bazen hayret ediyor doğrusu, nasıl oluyor mübarek bunca çelişki? Kürtaja kendin karar veriyorsun, yumurtanın tüketilmesine tavuk, balık, bıldırcın karar vermiyor diyen insan gördü ya hu bu gözler. E, benim salak veganım, başka bir canlının üzerinde tahakkümü reddettiğini söyleyen sen, ceninin üzerindeki ebeveyn tahakkümünü nasıl doğru buldun söyleyebilir misin bize? Ha, yanlış anlaşılmasın dostlar; aynı zamanda "kadının bedeni kadının kararı" da diyorum, ama bu doğru olduğunu düşündüğümden değil, bu kararı verecek olanların kadınlar olduğunu düşünmemden kaynaklanıyor. Eğer yumurta yemek bebe katilliğiyse, kürtaj da bundan farksız olmamalı gibi geliyor bana. Hem niye bebe diye ayırıyoruz ya hu? Bebelerin yetişmiş bir bireyden daha değerli olduğunu bize anlatan ve hatta bunca kanıtlamış olan nedir? Apo'yu dahi "bebek katili" diye adlandırır kimileri, "katil" olmak neden yetmez ki? 

Tekrardan yanlış anlaşılmasın, hayvan sevmeyen biri olarak(ki insanları da sevmem) hayvanlara oldukça saygılı davranmaya çalışan biriyim. Hiçbir kuşu kafese tıkmıyorum, hiçbir sineği sırf beni uykumdan uyandırdı diye öldürmüyorum, böcekleri tiksindiğim için öldürmüyor, fareleri bana hastalık bulaştırma ihtimali olduğundan ötürü öldürmüyorum. Aynı kaldırımda kediyle-köpekle yürürken onlara öncelik veriyor, bu koduğumun dünyasını mahvettiğimiz için özür diliyor, bizi affetmeleri için yalvaran gözlerle kendilerine bakıyorum. Petshop sahiplerini tehdit ediyor, hayvan "sahiplerini" dövüyor, hayvanları kendi keyiflerine göre sevebileceklerini zanneden milyonlarca kendini bilmez insana karşı mücadele ediyorum. Veganların bu noktalarda çokça mücadele eksikleri var gibi geliyor bana, ben Türkiye'de hiç petshop patlatan(bombayla değil, hayvanları çalarak özgürleşmek anlamında) vegan hareketi duymadım mesela. Besi çiftliği işgal eden bir vegan hareket de görmüş değilim. Bu ne rahat veganlıktır diye sorası geliyor insanın, "sağlıklı yaşama arzusunun" adına veganlık demişsin, bir de veganlığı sosyal statü bellemişsin, yeme de yanında yat. Sağlıklı yaşam deyince aklıma geldi; bu veganların söylemlerinden biri de, hayvansal ürün tüketmemenin insanlar için sağlıklı olduğudur. Bu konudaki çelişkili bilimsel verileri bir kenara bırakarak söylemekte fayda var; ulan deyyus, ulan beynamaz, tüm bu hayvan hakları safsatasının ardından insan çıkarları mı vardı? Mesele insanın sağlığından mı ibaretti? Veya sıklıkla paylaşılan bazı sayısal veriler görürüz; şu kadar besicilik faaliyeti, şu kadar yer kaybına, bu kadar su tüketimine, o kadar bitki tüketimine, ahanda şu kadar maddi gelirin harcanmasına neden olur diye. Ulan gerizekalı, ulan kendini bilmez-kadrini bilmez pokemon, tüm mesele dünyanın senin için daha iyi bir yer olması mıydı? Dünya daha kötü bir yer olacaksa, hayvan haklarının da, canlı haklarının da, haklının haklarının da canı cehenneme mi? 

Veganların genel itirazlarını derlediğimde, hayvansal ürünlerin tüketiminden çok, besiciliğin yarattığı sorunlarla ilgililer gibi geliyor bana. Hayvanların acı çekerek ölmesinden sorumlu olan besicilik faaliyetidir. Hayvanların sosyal yaşamlarından koparılarak bir ömür boyu suni bir yaşama hapsedilmesi besiciliğin sonucudur. Bunun yanı sıra pek çok hayvan hakları ihalilinin de temelinde hayansal ürünün beslenmeye dayalı tüketimi yer almaz; sorun insan evladının mülk edinme ihtiyacının sürekli olarak körüklenmesinden kaynaklanır. Bu ihtiyacın kendisinin törpülenmesinin yolları aranmadıkça, hayvan haklarının gerçek manada insanlar tarafından gaspının önlenmesi şahsım adına pek mümkün görünmemektedir. 

Bu günlerde kafamda yer edinen konulardan bir diğeri de 1 Mayıs ve doğal olarak Taksim'de 1 Mayıs. "Neden Taksim" diye soranlara, "Neden Taksim olmasın" diye kontra bir soruyla karşılık vererek mevzuyu açıklamaya başlayabilirim. Trafik aksıyor diyor bazı bilmişler, onca övündükleri Taksim'in yayalaştırılmış olması değilmiş gibi. Zaten yayalaştırılmış olan bir meydan, nasıl olur da kutlama nedeniyle trafiği aksatabilir? Meydandan taşan bir kalabalık oluyor deniyor, peki aynı kalabalık Yenikapı'dan da taşmayacak mı? Ya da Taksim kapanınca, birileri Şişli'de, Beşiktaş'ta toplanmaktan vaz mı geçecek de buralardaki trafik aksamayacak? Herhalde zamanla öyle olması bekleniyor, zamanla, insanlar şehir dışında bulunan meydanlara güneş doğmadan yola çıkacak ve dolayısıyla trafiği de hiç aksatmamış olacaklar, yandaş medya da vermeyiverirse görüntüleri, değme keyfimize, ha 1 Mayıs, ha 2 Mayıs,  değil mi ama? Yok işte, yemiyoruz onu, yemeyiz. Taksim'de 1977 1 Mayısı'nda katledilenlerin hesabı sorulmadıkça o alanda ısrar etmeye devam edeceğiz. 

1 Mayıs'ta çalışan emekçilerin varlığını kimileri 1 Mayıs'taki coşkulu öfkeyi itibarsızlaştırmak için kullanmaya çalışıyor. 1 Mayıs'ta emekçinin ve emekçiye omuz vermeyi kendisine yine kendisi görev addedenlerin öfkeli birlikteliğinde şaşılacak, garipsenecek, yadsınacak hiçbir durum yoktur, olamaz. 1 Mayıs, 1 Mayıs'ta dahi çalışmaya mecbur bırakılmış binlerce güvencesiz, sendikasız, taşeron işçinin hak kazanımı için de mücadele günüdür. Bir kutlama, bir bayram değildir 1 Mayıs, kaybedilenlerin ardından yakılan bir ağıt, her kaybedişte büyüyen savaşımın billurlaştığı anlardır. Eşinin dokunuşuna, çocuğunun yüzüne, bilmenin hazzına hasret bireylerin hasretliklerine son verme girişimlerinin zirvesidir 1 Mayıs. 1 Mayıs'ta çalışan işçileri örnek göstererek, o gün çalışmayan işçilerin, işsizlerin, emekçilerin ve bu sınıfların omuzdaşlarının öfkeli mücadelelerini itibarsızlaştırma gayretine girişmek kimsenin haddi değildir. 

Sendikalı işçi mücadelesinden bahsederken de kendimi iyi hissetmediğimi söylemem gerek. Sendikalara pek iyi gözle bakmadığım gibi, sendikanın dünya tarihi de bizi pek umutlandırır cinsten değildir. Sendikalar daha çok emekçilikten yorulmuş siyasilerin kontrolünde, işçiyle sermaye sahibinin uzlaştırıldığı mekanlar olarak kendisini konumlandırma yolunu seçmiş görünmektedir. Bugün işçilerin taleplerine bakalım; "daha yüksek asgari ücret". İşçi asgari ücretin kalkmasını istemez. Zira kendi sınıfına güvenmez. Yasal bir asgari ücret olsun, bu asgari ücret üzerinden de sürünmeye devam etsin ister. Daha iyi sürünmek, daha kötü sürünmekten iyidir. Halbuki bir işçi, doğal olarak asgari ücret gibi, kendi ücret isteğinin yasal olarak sınırlandırılarak kabullendirilebildiği bir duvarı yıkmak istemelidir. Ancak kendisine ihanet edecek bir sınıfdaşının olduğu düşüncesi, kendisinin bu yıkımı arzulamasının önüne geçer. Kendisinden daha az bir maaşa çalışacak birileri her daim vardır, dolayısıyla asgari ücret belirlemek kendisi için olumludur diye düşünür. Halbuki aynı asgari ücret, aynı güvensizliğin sürgitleşmesine katkıda bulunmaktan başka bir işe yaramaz. İşçinin işçiye yabancılaşması için kurulmuş saç ayaklarından birisidir.

Aynı sendikalı işçi; "iş güvencesi" talebinde de bulunur. "İş güvencesi" talebi bana hep sahibinden kemik bekleyen köpeği hatırlatır. Kusuruma bakma lütfen işçi ve işçi dostu, benim aklıma gelen bu ve bunu saklayacak değilim. Nereden geliyor bu çalışma aşkı? Neden çalışmaya yazgılanmayı bu kadar arzuluyorsun? Durumun başka bir çözümü mümkün değil mi? Seni çalıştırıyorlar, senin üzerinden para kazanıyorlar, senin emeğini satarak, seni satarak ve seni defalarca kez satarak kazanıyorlar, sen ise sadece kendinin satılabilirliğini, satılacağını an ve an garanti altına almayı mı talep ediyorsun? Ne diyebilirim ki kadim dostum, bazen ne için mücadele edeceğimi, neden mücadele edeceğimi ayırt etmekte, inan, zorlanıyorum. 

Ve bugün de, bu gece de yoruldum dostum. Sanırım gururla, sanırım mastürbasyonla girebilirim yatağıma. 

22 Nisan 2014 Salı

(Ön-yargı, Önyargı, Ön Yargı)lar

Sıklıkla duyarım ön-yargının kötü olduğunu; yine sıklıkla tersinden bahseden de olur ve burun kıvırırlar "ön-yargı kötüdür" diyenlere ve bazen, ama sadece bazen, "'ön-yargı kötüdür' diyenlere burun kıvırmakla hata ettim" diyenlerle karşılaşır, içtenlikle gülümserim. Hayır, hoşnutluğumdan ya da muzır bir büyüklenmeden değil, kendi "ön-yargı yolculuğumu" görmemden duyduğum kendimciliğimle; şu koca dünyada, şu koca nüfusun ortasında, şu ter kokusunda, korna gürültüsünde, onca küfürde aşina olduğum yalnızlığımın an ve an verdiği yorgunluğun arasında bulduğum küçük dinlenme anlarıdır o gülümseme anları. Yine-yeniden, küçük bir insanın, uğraştan ve yenilgilerden -en azından yalnız yenilmelerden- nefes nefese dinlenerek kaçtığı anlardır. Kendimi görürüm, kendimde olanı, kendimden olanı; bizleşiverir, bizleştiğimiz ölçüde de sürüleştiğim(iz)in farkına varırım. Sonu bellidir sürüleşmenin; yeni ön-yargılar, yine ön-yargılar ve tekrar kaçış, yalnızlık, mücadele, yenilgi.

Dün "ön-yargı kötüdür" diyenlere burun kıvırır, bıyık altından gülerdim. Salaklar, zekası geriler, cahiller; ancak yüz kitap okumuş olanlardı benim için bu aptallar. Muhtemelen o okudukları azıcık kitabı da anlamamışlar, ortamlarda üç-beş ismi ezbere söyleyebilmek, bir-iki Türkçe olmayan terimi cümlelerinin arasına sokuşturarak "entelektüel" görünebilmek derdinde budalalardı bunlar, taklitçi şarlatanlardı. Ekseriyeti küçük burjuvadan oluşur, kapitalist ahlakın, kapitalist hukukun değirmenine su taşırlardı. Ön-yargının hayatta kalabilmek ve hatta kaliteli yaşamı sürdürebilmek için gerekli olduğunu kavrayamayan kukla konformistler olduklarını göremiyor olmalarına şaşırmaz, kuklalıklarını, oyunlarımla desteklerdim. Ön-yargıyı, "yeterli bilgi sahibi olmadan pratik geliştirme" olarak tanımlamalarına güler, aksinin zaten mümkün olmadığının farkında olamayışları; kendi farkındalığımı yücelttiğim uyku öncesi mastürbasyonlarıma ilham kaynağı olurdu.

Ondan hemen önce de ön-yargılılara gülüyordum.  On kitap ya okumuş ya okumamışlardı bunlar. Kitap deyince aklına ya din kitapları ya da çoktan geride kalmış olan sınavlara hazırlık kitapları gelirdi. Hayattaki tek amaçları iyi bir eş, vefakar bir ebeveyn ve/veya "Sayın Başarı" olmak olan bu zavallılar; ah, nasıl da acıyordum bunlara. Dürüstlüğe, doğru olana, hakka önem vermezlerdi; önem verdikleri, bunlara önem veriyor gibi görünüp görünmedikleriydi ve inanın esas önem verdiklerinin bu olduğunu da kavrayamazlardı. Kavrayıştan, anlayıştan, bilme ihtimalinden uzak korkak miskinlerdi. Günün yarısında çalışan, geri kalan yarısını da ya yaşamını devam ettirmek için gereken temel gerekliliklere ya da kendisinden kulluk bekleyen patrona, eşine, çocuğuna, ebeveynine, akrabasına, dostuna, tanrısına, hayvanına, insanına yaranmaya çalışmakla geçiren kurulmuş robotlardı. Toplumun aynı fabrikasının birbirine eş aynı torna tezgahlarından çıkma farklı ebatlarda aynı işleve sahip metalarıydı; ah, ne kadar da zavallılardı. Ve ben, ön-yargılı olmayan ben, ne kadar da acırdım onlara.

Daha da öncelerde, yani o kendi bireyselliğimin dahi farkında olmadığım günlerde de herkese gülerdim. Ön-yargıdan hiç bahsetmez, zevkle ve sebepsiz bencilliğimin yaratmış olduğu rahatlıkla söver, döver ve dayak yer, içer, sıçar ve deliksiz uyurdum. Belki doğaya en yakın olduğum, belki de en uzak olduğum dönemimdi bu dönem. İnsan eylemlerini gözden geçirdiğinde bir gün, eylemlerinin böceklere ne kadar da benzediğini düşünebiliyor. Lakin; böcek olmayan için, böcekleştiğini varsaymanın doğallaşmakla ne kadar alakası olabilir? Ya da neslin daha güçlü devamı için değil, daha güzel olduğunu düşündüğü bilye için kavga etmenin neresinde doğallık görebilir? Doyana kadar değil, kışın soğukluğunu yazın kuraklığını düşünerek değil, aksırana kadar tıksırana kadar yemeyi nasıl doğadan görebilir?

Kendimden başka kimseye gülemediğim günlerdeyim şimdi. Daha bir-iki yıl öncesine kadar "ön-yargı kötüdür" diyenlere burun kıvırdığım için kendime gülüyorum bazen. Ön-yargı kötü olabilir diyorum artık; tüm kesinliklerden uzak durduğumu söylemenin de bir kesinliksizliğin kesinliğini ürettiğinin bilincinde olarak kaçınıyorum. Ön-yargı kötüdür diyesim geliyor bazen; ön-yargısızlığın mümkün olduğunu düşündüğümden ya da bunun insanlık için iyi bir adım olacağını düşündüğümden değil, aksine, insan evladının kendi sonuna karar vermesi gerekebileceğini düşündüğümden dillendiresim geliyor bunu. Eğer siyasi canlılar olduğumuzu kabul ediyor, içerisinde bulunduğumuz durumun varlığını anlayabilecek, eyleyişlerimizin sonuçlarını kavrayabilecek olduğumuzu düşünüyorsak; pek tabii olarak ön-yargılardan tamamen sıyrılarak kendi neslimizin sonuna da sadece "ön-yargılar kötüdür" diyerek ulaşabiliriz. Evet, ön-yargı kaliteli olduğunu düşündüğümüz bir hayatı yaşamak için gereklidir. Peki "kaliteli hayat" yaşamının arzulanması gereklilik olarak nasıl sunulabilir?

Çok soru var, çok düşünce, çok yazı, çok karmaşa, tek karmaşa. Bezginlik de var, heyecan da. Bu da değişecek, bu da gelişecek, bu da yenilecek. Her defasında daha iyi yenilmeyeceğim; her defasında daha küçülerek yenileceğim, daha tükenerek, daha tüketerek. Gün gelecek; ya mücadeleyi bitireceğim, ya bitiklik kazanacak mücadeleyi. "Doğduk, yaşıyoruz ve öleceğiz" kolay olanı; doğduk ve öldük, doğduk ya biz zaten doğduğumuzdan öldük; biliyorum, biliyoruz, yaşamaya da, ölmeye de devam ediyorum, ediyoruz.