29 Temmuz 2011 Cuma

VATAN HAİNİYMİŞİM

Geçenlerde yazlıkta alkolle açılmış aklımızın ışığı altında arkadaşlarla dünyayı kurtarırken, bir arkadaşımın şakayla karışık "vatan hainisin oğlum sen" serzenişiyle karşılaşmıştım. Bugünlerde bu konuyu sık sık düşünür oldum. Vatan haini olabilir miydim gerçekten? Ya da vatan haini ne demek, kime denir, nasıl bir şeydir, yenilir mi, içilir mi? Hoş, Ahmet Kaya'nın, Nazım Hikmet'in, Pınar Selek'in, Deniz Gezmiş'in, İbrahim Kaypakkaya'nın, Mahir Çayan'ın, sosyalistlerin, komünistlerin, vicdan sahiplerinin, ilim-irfan erkanlarının vatan haini olarak nitelendiği ülkemde, vatan haini olmakla isnat edilmek, iyi bir durum olsa gerek. Yine de, vatan hainliği mevzusunu aklımdan bir türlü çıkaramadım. Sonra kısa bir liste hazırlamaya karar verdim. Beni vatan haini yapan şeylerin listesi. Buyrunuz;

1- Devletin kutsallığına inanmamak. Evet, maalesef devletin kutsallığına inanmıyorum. Öğretmenlerim, ebeveynlerim yeterince iyi öğretememiş olmalılar bana devleti. Ya da benim kalın kafalı olmamdan kaynaklanan bir durum vardır, bilemiyorum. Benim için önemli olan insan oldu her zaman. İnsanların rahat yaşaması için devletlerin icat edildiğine inandım. Bu yüzden de devletin insanlar üstü bir erek olduğuna inanamadım hiç bir zaman, devlet isterse sever isterse döver diyenleri yanlış duyduğumu zannettim. Devlet öldürmüşse bir bildiği vardır, devlet hapse atıyorsa bir bildiği var, devlet açları, hastaları görmüyorsa bir bildiği var diyenleri anlayamadım. Diyorum ya, kafam kalındır benim biraz. Oldukça fazla anlayamama sorunum var.

2- Bayrağın bizzat cismine saygı duymamak. Bayrağın bildiğiniz elle tutulanına saygı duymamı bekleyenleri hep yüzüstü bıraktım. Bayrağın, manevi, sembolik bir anlamı olduğuna inanıyorum. O bayrak kanla oluştu kanla diyen, kana susamış insanları da anlayamadım. Her devletin, kendisini temsil etmesi açısından bir bayrağı olur, bayrak tabi ki var olacak. Ancak bayrağa neden selam durmam gerektiğini bilemedim. Elime yüzüme bulaştırdım her şeyi. Vatan haini olmak böyle bir şey sanırım.

3- İstiklal marşını eleştirmek, andın kaldırılmasını talep etmek. İstiklal marşının içeriğini eleştirdiğim için ciddi suçlamalarla karşılaştım. Din propagandası yapıyor, ateistleri temsil etmiyor dediğim için dinsiz kabul edildim. Değiştirilmesi gerek dediğim için vatan haini oldum. Andımız ise tamamen kaldırılmalı, etnik kimlik baskısı yaptığı gibi, çocukların her gün bir yemini tekrarlamasının anlamsızlığından, komikliğinden bahsettim. Linç ediliyordum. Vatan hainliği böyledir işte, görüldüğü yerde kafası koparılmalıdır.

4- Kürtlere fazla yakın durmak. Kürt olduğum gerçeğini bir kenara bıraksam bile, birilerinin bana sen şusun sen busuın demesine gıcık olsam bile, kendisini Kürt olarak tanımlayan insanlara karşı haksızlık yapıldığını savunduğum için, Kürtçe diye bir dil var, ve herkes anadilinde eğitim alma hakkına sahip olmalıdır dediğim için vatan hainiymişim. Almanya'da Türkleri, Çin'de Türkleri, Amerika'da zencileri, latinleri, İsrail'de Filistinlileri, Müslümanlar arasında Yahudileri, savunduğum için vatan hainiymişim.

5- Bölücülükle suçlananların, bölücü değil ayrılıkçı olduğunu ve ayrılıkçılığın herkesçe konuşulabilen bir siyasi argüman olması gerektiğini savunmak. Ayrılıkçı değilim, ancak benim ayrılıkçı olmamam birilerinin ayrılıkçı olabileceği gerçeğini de değiştirmez. Anlaşamayan iki insanın ayrılmasından daha doğal bir şeyin olamayacağını savundum. Ayrılmayı konuşmanın yasak kabul edildiği katolik kilisesi gibi dogmatik olmamamız gerektiğini söyledim ve evet yine vatan haini oldum. Birileri konuşamadığı için silaha sarıldı, birileri buna göz göre göre göz yumdu. Sonra yine ben vatan haini oldum. Hep vatan hainiyim, hep.

6- Mustafa Kemal'i sevmemek. Evet, bu ülkede bir insanı sevmemek vatan hainliği demek. Mustafa Kemal'in ilkelerinden milliyetçiliği benimsemediğim için, ya da Dersim'in Tunceli'ye dönüştürülmesinde yapılanlardan rahatsız olduğum için, ya da Kurtuluş Savaşı'nın başarısının tek bir etnik halka mal edilmesinden rahatsız olduğum için. Parsel parsel toprağın, halk yerine, paşalara, aşiret reislerine dağıtılmasını yanlış bulduğum için. Fikirlerinin büyük bir kısmını ve ideolojisini beğenmediğim için sevmiyorum ben Mustafa Kemal'i. Bu ülkenin kurtuluşuna önderlik ettiği için, ya da latin alfabesini getirdi diye değil. Giyim kuşam inkilabından dolayı da değil. Mustafa Kemal'i neden sevmediğime dair sayfalarca yazı yazabilirim. Ancak konumuz o değil. Sonraya kalsın.

7- Askerliği reddetmek. İnsanların ölümüne ortak olmamak adına, ya da devlete hiç bir şey borçlu olmadığımı düşündüğümden dolayı askerliğe gitmeyi reddediyor olmam, beni vatan haini yapıyor. Silahlar sussun demek beni vatan haini yapıyor. Sadece bireysel silahlanmaya değil, ordusal silahlanmaya da karşı olmam beni vatan haini yapıyor. Savunmaya aktarılan paranın büyüklüğünden şikayet etmem de, beni vatan haini yapıyor. Vatan haini olmak, fazla kolay.

Evet dostlar, sıkı bir vatan hainiyim. İnsana değer veren, insandan, insanlıktan daha önemli, daha kutsal hiç bir vatani mevzunun olmayacağını savunan herkes gibi. Ve ömrüm boyunca, bilgimin, aklımın, vicdanımın yettiği ölçüde de vatan hainliğine devam edecem. Tabi eğer bunun ismi vatan hainliğiyse.

26 Temmuz 2011 Salı

HES, NÜKLEER SANTRALLER ve DİĞERLERİ

Teknolojiyi de, teknolojinin getirdiği imkanları da seven birisi değilim. Belki ertesi gün hapı ya da prezervatif gibi mevzuları bunun dışında tutabilirim. Her ne kadar teknolojiden hazzetmesem de, günümüz gerçeklerini de görmezlikten gelecek kadar hayalperest bir romantik değilim. Peki bu gerçekler bize neyi gösteriyor, gelişen bir teknolojinin varlığını ve bu teknolojinin ihtiyacı olan elektriğin üretilmesi gerektiğini. Her ülkenin kendi elektriğini kendisinin üretmesi, emperyalist ülkelerin oyuncağı olmamak adına en temel noktalardan bir tanesi. Buna kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum. Peki bu elektirik üretiminin nasıl ve ne şekillerde, hangi şartlar altında yapılması gerekiyor? Bu konuya bir cevap bulmaya çalışalım.

Türkiye, enerji kaynakları konusunda net bir dışa bağlılık halindedir. Enerji kaynağı olarak kabul edilen; petrol, doğalgaz ve kömürün %74'ü ithal edilir. (2007 verileri) Tabi ki ithal edilen enerji kaynaklarının hepsi, elektrik üretiminde kullanılmıyor, ancak önemli bir kısmı da elektirik üretimi için kullanılmakta. Türkiye, elektirik üretiminde, dışa bağımlılığını azaltmak istiyorsa eğer, doğalgaz, kömür, sıvı yakıt gibi maddelerden elektirik üretimini azaltmak zorunda. Çünkü ülkemiz, petrol, doğalgaz ve kömür rezervi açısından zengin bir ülke konumunda bulunmamakta. Bunun yanında fosil yakıtların elektirik üretiminde kullanılmasının çevreye etkisi oldukça olumsuz olmaktadır. Salınan gazların bitki örtüsünü, hayvan çeşitliliğini yok ettiği bilindiği gibi, sera etkisinin de temel sebeplerinden biridir. Türkiye de hala elektirik üretiminin büyük bir kısmı fosil yakıtlardan sağlanır. 2008 verilerine göre; elektirik üretimimizin %48,4'ü doğalgaz, %22,7'si yerli kömür, %16,7'si hidrolik, %6,3'ü ithal kömür, %5,2'si sıvı yakıt, %0,5'i se yenilenebilir kaynaklardan sağlanmaktadır.

Türkiye'deki üretimin durumuna kısaca baktıktan sonra, santral çeşitlerine değinmekte fayda var. Bugün gelişmiş ülkelerdeki tüm hükümetler, fosil yakıtlardan termik santrallerde üretilen elektirik enerjisinin payını düşürmeye çalışıyor. Bir çok ülkede bu başarılmış durumda. Çevreye verdiği kötü etkiler bakımından en zararlı santrallerin termik santraller olduğu su götürmez bir gerçek. Bunun yanında bizim gibi çevrecilerin, sosyalistlerin önerisi enerji de tasarruf ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelimken, liberal, kapitalist ya da hükümet yanlısı çevrelerin önerisi ise hesler ve nükleer santraller. Hesler ve nükleer sanraller konusuna ayrı ayrı önemler verip, üzerine eğilmekte fayda var. Heslerle başlayalım.

Hesler (Hidroelektrik santraller) kaba bir tabirle, suyun akışının vermiş olduğu gücü tribünler vasıtasıyla elektrik gücüne dönüştüren santrallerdir. Ülkemizde akarsuların, çayların ve derelerin sayıca fazlalığı, elektirik üretiminde heslerin fazlaca yer kaplaması gerektiği düşüncesini her zaman ön plana çıkartmıştır. Ancak gözden kaçırılan noktalardan bir tanesi, her ne kadar ülkemizde sayıca fazla akan sular bulunsa da debilerinin yeterli ölçüde olmadığıdır. Yani ülkemizdeki akarsuların elektrik üretmedeki potansiyeli, yeterli seviyede değildir. Hali hazırda ülkemizde 172 hes varken, 148 tanesinin de yapımına devam edilmektedir. Ülke elektirik üretminin %16,7'sini bu santraller gerçekleştirmektedir. Şu an proje aşamasında olan heslerin sayısı ise iki bin civarındadır. Peki, heslerin çevresel etkileri nelerdir?

1- Çaylara, derelere varana kadar, küçücük akıntıların üzerine bile yapılan hesler, barajlara su toplanmasını gerektirdiğinden, derelerin, çayların kurumasına neden olmaktadır.
2- Delta ovalarını oluşturan, nehirlerin üzerine kurulan büyük çaplı barajlardan, belli aralıklara salınan suların, fazla erezyona sebep olarak, delta ovalarını çoraklaştırdığı bilinmektedir. Nil nehri üzerinde kurulu bulunan Aswan Barajı'nın Mısır'ın başına açtığı sorunları öğrenmekte fayda var. Yıllardır Mısır Aswan Barajı yüzünden tarımsal anlamda dışarıya bağlı bir hale gelmekten kurtulmaya çalışıyor.
3- Toprak üzerinde akan suyu azaltarak, topraktaki tuz oranında artışa sebep olur. Böylece tarımsal alanların çoraklaşmasına neden olur.
4- Yer altı sularının yüzeye yaklaşmasına sebep olarak, toprağın mineral kaybetmesine neden olur.
5- Sadece nehir içerisindeki değil, nehrin döküldüğü denizlerde de yaşayan su canlı sayısını azalttığı gibi, tür sayısının azalmasına neden olur.
6- Yapımı esnasında pek çok bitki ve hayvana zarar verdiği gibi yapımından sonra da değiştirdiği ekolojik dengeler sebebiyle bitki örtüsüne ve hayvan çeşitliliğine zararları devam eder.

Bu gibi zararlarına rağmen hesler, hem yıllık mailiyet açısından hem de çevreye verdiği zararlar itibariyle termik santrallerden daha az zararlıdır. Ancak bu zararlı olmadığı anlamına gelmez. Yine son dönemlerde heslerle alakalı bazı önemli kararlar alınmıştır. ÇEDler (çevresel etki değerlendirmesi) daha önce sadece 10 MW lik kapasitenin üzerinde üretim yapacak santraller için istenirken, artık 0,5 MW'lik kapasitenin üzerindeki santraller için istenmektedir. Bu iyi gelişmeye rağmen mevcut projelerin izninin 2008 yılından önce alınmış olması, çıkartılan yasanın anlamını da ortadan kaldırmaktadır. Henüz yapımına başlanmamış santrallerin değerlendirilmesinin bu yeni yasal düzenlemeye göre tekrar değerlendirilmesi, en sağlıklı sonucu verecektir. Bir diğer güzel gelişme ise can suyu denilen, biyolojik canlılığın için var olması gereken su miktarının belli bir mevzuata bağlanmış olmasıdır. Ancak belirlenen %10'luk miktar, ekolojide en kötü canlılık devamı seviyesini ifade eder. Bu oran, biyologlara göre sulak alanlarda %40, kurak alanlarda ise %30 civarında olmalıdır.

Ülkemizde özellikle sıkıntıya yol açabilecek heslerle alakalı önemli bir konu da yapılacak olan santrallerin büyük bir çoğunluğunun çok küçük çapta üretim yapacak olması ve bu küçük çapta üretimin, santralin çevresel etkilerini karşılayıp karşılamayacağı hususudur. Pire için yorgan yakmanın anlamı da, mantıkla bir izahı da yoktur. Derelere ve küçük çaylara hes yapımının hiç bir mantıklı açıklaması yoktur. Heslerin ekonomik getirisinin oldukça fazla olması, her şeyi özelleştirirken, heslerin yapımının, elektrik üretiminin de özel sektöre devredilmesiyle birlikte, hes yapımları da rant peşindeki insanların ellerini attıkları bir sektör haline gelmiştir. Heslerin devlet eliyle yapımı ve işletilmesi, doğru santrallerin doğru yerlere yapılıp, doğru bir şekilde üretiminin sağlanması için önemli bir mevzu olacaktır. Üç kuruşluk elektirik için suyumuzun kurutulmasının, çevresel felakaetler yaşanmasının hiç bir açıklaması yoktur.

Heslerle alakalı olarak söylenebilecek şeylerden bir tanesi de, tarihsel anlamı olan eserlerin sular altında kalmasına neden olabileceği hatta olduğu gibi, bazı yörelerde dini anlamları olan yerlerin de sular altında kalmasına neden olduğudur. Dersim'de (Tunceli) halkın çoğunluğunun alevi olduğu ilimizde, barajlarla, halkın kutsal saydığı ziyaretler sular altında bırakılmış, bırakılmaya da devam edilmektedir. Sünni ve ya şii bir müslümansanız eğer, Mescid-i Aksa'nın, Kabe'nin bir baraj yapımı nedeniyle sular altında bırakıldığını tasavvur edin. Ne yapardınız? Hristiyansanız Antakya'nın, Kudüs'ün bu şekilde sular altında bırakıldığını düşünün. Özdeşlik kurmak çok zor olmasa gerek.

Elektirik üretiminde bir başka tutunulacak dal olarak da nükleer santraller işaret edilmekte. Türkiye 1970'li yıllardan beri nükleer santral kurma sevdasındadır. Bir çok kez, nükleer santral kurulması için adımlar atılmış, ancak önce 80 darbesi daha sonra yap-işet-devret ısrarı daha sonra da ekonomik krizler bu santralin kurulmasına izin vermedi. Ancak AKP hükümeti nükleer santral kurulmasında oldukça ısrarlı ve galiba bu sefer ülkemiz nükleer santralden nasibini alacak gibi duruyor.

Nükleer santrallerin yapım maileyeti ne kadar yüksek olsa da, yapımı sonrasındaki yakıt ve işletme mailiyeti oldukça düşüktür. Nükleer enerjinin lokomotif ülkeleri A.B.D, Fransa, Japonya ve Rusya. Özellikle Fransa'da nükleer enerjinin elektirik üretimindeki payı %77'dir. Dünya üzerinde 440 nükleer santral vardır. (bazılarının çalışması durdurulmuş)

Peki her yerde nükleer santral yapılıyorken, yapılmışken biz neden nükleer santralden uzak durmalıyız? Gerçekten de nükleer santraller, her şey olması gerektiği gibi giderken, çevreye en az zarar veren santrallerdir. Ancak her şeyin istenilen seviyede gidip gitmeyeceği, doğal felaketlerin nükleer santralleri vurup vurmayacağı belli değildir. Çernobil'de yaşananlar bunun bir örneği olduğu gibi, Fukişima'da yaşananlarda gereken dersleri çıkarmamız için yeterli bir örnektir. Bu felaketten sonra İsviçre ve Almanya nükleer politikalarından vazgeçme kararı alıp, nükleer enerji üretimini belli bir zaman içerisinde noktalayacaklarını açıkladılar. Almanya elektrik üretiminin %23'ünü nükleer santrallerden sağlıyordu. Demek ki, nükleersiz bir üretim de söz konusu olabilir. Esasında nükleer santral istemeyip heslere olabilir demek, uçak düştüğünde ölmek neredeyse garanti diyerek oransal olarak daha fazla ölme ihtimalinin bulunduğu kara yollarını tercih etmek anlamına gelir. Bu yüzden nükleeri reddedip hesleri savunmak, mantıksız bir davranıştır. Bunun yanında hersleri reddedip nükleeri kabul etmek daha mantıklı bir davranış olacaktır. Yine de benim gibi düşünüp her ikisini de reddedenler kulübünde yer alabilirsiniz.

Peki yukarda geçen tüm sebeplere ilaveten, başka hangi sebeplerden ötürü nükleer santrallere ve heslere karşı olmamız gerekir? Ya da en azından neden ben bu santrallere karşıyım.

İlk başta belirttiğim gibi elektrik tüm dünyada kökten kaldırılsa, oldukça rahatlarım. Ya da herkes evinde kendi imkanlarıyla kendi elektiriğini üretsin arkadaş dense, sevinçten havalara uçarım. Ama tabi ki nükleer santrallere ve heslere karşı çıkışım bu gibi ütopik düşünceler çerçevesinde kendine bir yer edinmiyor. Benim derdim ülkenin gerçekten şu an yapılacak olan santrallere ihtiyacı olup olmadığı. Türkiye'nin kendisine ait bir ağır sanayisi yok. Kendine ait doğru düzgün bir sanayisi bile yok. Üretilen bunca elektriğin hangi kullanımlarla nerelere aktarıldığı kocaman bir muamma. Yine de üretilen elektiriğin tüketilen elektiriği zor karşıladığına inananılm ve buna göre bir yol çizelim.

Elektrik tüketimi ile alakalı yapılacak olan ilk iş, tasarruf planlarının kapsamlı olarak icraata geçirilmesidir. Örneğin, tüm binalardaki, tüm ampullerin değiştirilerek, tasarruflu ampullerin kullanılması demek, %30 luk bir enerji tasarrufu demek. Güney Afrika'da bu yöntem denendi ve 1800 MW lık bir enerji tasarrufu sağlandı. Bu tasarruf miktarı Türkiye'de kurulması planlanan Akkuyu Nükleer Santralinin toplam kapasitesinin %37,5'una denk gelmekte. Türkiyenin en büyük hidroelektrik santrali olan Atatürk Barajı'nın toplam kapasitesinin ise %75'ine tekabül etmekte. Güney Afrika Cumhuriyeti'nin nüfusunun bizimkinden daha az oluşunu göz önüne alırsak, bizde sağlanacak olan tasarrufun yaklaşık olarak 3000 MW civarında olacağını da hesaba katmamız gerekir. Yani sadece ampul değiştirmekle kazanmış olacağımız elektrik bile Akkuyu Nükleer Santralini çöpe atmak için yeterli bir tasarrufu bize sağlayacaktır. Yine ülkemizde Kağıthane'de denenen pilot bir araştırmada, her evde yapılacak beş ampul değişikliğiyle toplam elektrik tüketiminde %14,2 lik bir tasarrufun sağlanabileceği anlaşılmış. Bu da neredeyse ülkemizdeki tüm hidroelektrik santrallerinin üretim payına denk düşmekte. Yine aynı yöntemle yapılacak tek bir ampul değişikliğiyle 64 milyon tl para harcanması gerekirken, bu değişimin senelik getirisi 505 milyon tl olarak hesaplanmış. Araştırmayı yapanlar İTÜ Enerji Enstitüsü.

Alınabilecek önlemler bununla sınırlı değil tabi ki. Yeşil teknolojinin yeni yapılacak binalarda zorunlu hale getirilmesi, tasarruf oranını oldukça yukarılara çıkaracaktır. Binalarda ısı yalıtımının doğru yapılması, uzun süre güneş alan bölgelerdeki binalarda güneş pillerinin, asansör, çevre aydınlatması, merdiven aydınlatması gibi ev dışı elektrik tüketimlerinde kullanılması alınabilecek kolay önlemlerin başında geliyor.

Tabi ki, bunların yanında rüzgar enerjisini de unutmamak gerekir. Rüzgar enerjisi bir çokları tarafından küçümsenip, karalanmaya, hani lan duışarda rüzgar mı var gibilerinden, bilimsel mantıktan uzak söylemlerle üstü örtülmeye çalışılıyor. Son zamanlarda teknolojik bir devrim olarak görülüp, enerji tasarrufunun öneminin ortaya çıkışıyla beraber kullanılmaya başlanmış olmasına rağmen, bugün; Danimarka'nın %19,1, İspanya'nın %11,1, Portekiz'in %11,3, Almanya'nın %6,6 lık elektrik üretimi rüzgardan sağlanıyor.

Yine Kaliforniya eyaletinde yapılan rüzgar tribünleri sayesinde çok kısa bir süre içerisinde 15 santralin yapımından vazgeçildği gibi, 56 milyar dolarlık tasarruf yapılmış. 2013 yılına kadar 23 milyar dolarlık tasarrufun daha yapılacağı tahmin ediliyor. (eyalette 1996 yılında enerji tasarruf programları hazırlanıyor, 2002'de yenilenebilir enerji kaynakları desteklenmeye başlanıyor, açıklanan bu rakamlar 2005'in eylül ayına ait) Kaliforniya eyaletinde şu an rüzgardan üretilen elektiriğin toplam üretime oranı %11. 2020 yılına kadar üretimin genel üretime oranının %33 olması hesaplanmış. Kaliforniya eyaleti sadece yenilenebilir enerji kullanarak değil, enerji de tasarruf programları uygulayarak da oldukça mesafe kat etmiş. Amerika'nın diğer bölgelerindeki enerji tüketimi artışı bu süre içerisinde %50 olurken, Kaliforniya'da her hangi bir enerji tüketim artışı olmamış. Tasarruf programlarının önemi bir kez daha ortaya çıkıyor.

Bugünlerde aynı program New York'ta uygulanmaya çalışıyor. Yine Meksika'nın bu yönde girişimleri var. Dünya tüm kapitalist sisteme rağmen enerji konusunda kıpırdanma gösterirken, ülkemizin bunlardan feyz alamaması, üzüntüyle karşılanacak bir durum.

Sonuç olarak, hükümetin öncelikle yapması gereken, derhal tasarruf programları geliştirip bunları yürürlüğe koymasıdır. Arkasından toplam üretimin sadece %0,5'ini oluşturan yenilenebilir enerjinin payının %10'lara çıkarılması gerekir. Tüm bunlardan sonra hala bir elektrik üretme sıkıntısı içerisindeysek, nükleer santraller ve hesler tartışma konusu olabilir. Bunlar yapılmadan yapılacak olan bu santrallerin, ülkeye uzun dönemde bir faydasının olmayacağı kesindir. Anlık oylar ve rantlar peşinde geçici çözümlerin önünde durmak, halkların yapması gereken en onurlu davranış biçimi olacaktır.

O yüzden şimdilik;

Heslere de, nükleere de hayır!

24 Temmuz 2011 Pazar

ANDIMIZ, İSTİKLAL MARŞI VE MİLLETVEKİLİ YEMİNİ

Zaman zaman "andımız", zaman zaman "istiklal marşı", son zamanlarda da "milletvekili yemini" mevzuları gereklilik tartışması çerçevesinde gündeme geliyor. Gerekli midir, nasıl olması, nasıl okunması gerekir, faydası nedir vb vb vb. Bu üç toplumsal sözleşme ve istençlerin birbirleriyle farkları bulunmakla birlikte esasında, aynı noktadan çıkıp filizlenen kelamlardır. Öncelikle yemin ve marş gibi mevzulara genel bir pencereden bakmakta fayda var.

Yemin etmenin iki genel anlamı vardır. Birisi daha çok dini anlamı olan, tanrıya ya da kutsal varlığa dayanarak yapılan bir işi, tanık olunan bir vaziyeti doğrulama anlamıdır. "Andımız" ve "milletvekili yemini" gibi durumlarda edilen yemin ise, yeminin kendi kendine söz verme anlamını içerir. Yani yemin etmek; olsa olsa bir kendinle yapılan antlaşma, kendine verdiğin sözdür. Bir ikinci kişiyi ilgilendirmediği gibi, halkın tamamını hiç ilgilendirmeyen bir durumdur. Yemin etmek, insanın kendi değerlerinin, kendi erdemlerinin çizgisini yansıtan bir kendine söz verme durumu olmak zorundadır. Bir kurala, bir kesinliğe, başkası tarafından yazılmış bir metine bağlı kalınarak edilen yeminin, insanın vicdanı için de , aklı için de bağlayıcı olabileceğini düşünmek, saflıktan başka bir şey değildir. 

Marşların varlığı son yüzyıllarda önemli bir konu olmuştur. Her siyasi görüşten grubun, her topluluğun, her takımın kitlesini birleştireceğini düşündüğü, değerlerini ortaya koyan marşları vardır. Marşların esas amacı, marşın temsil ettiği kitlenin, birliği ve bütünlüğünü muhafaza etmektir. Bu da ancak ve ancak kitlenin mutabık olduğu bir toplumsal pakt ile belirlenebilir. Marşlar değiştirilemez, düzeltilemez, hatta bunların yapılması teklif dahi edilemez bir hale gelmişse, ortada yanlış giden bir şeyler var demektir. Çünkü var olan toplumasl değişimin, toplumasl değerleri de değiştirmediği düşünülemez. Bir kitleyi temsil eden marş da, bu değişime ortak olmak zorundadır. 

Konuya dair yaptığım bu küçük girizgahtan sonra, daha derinlemesine bir bakışla, her üç konuyu da tek tek ele almam gerek. Her ne kadar haddimi aşıyor gözüksem de. Andımızla başlamakta fayda var. Malum, zihnimizin çevresel etkilere en açık olduğu dönemleri, andımızı ezberleyip okuyarak geçiriyoruz. Andımızı hiç birinizin unutmadığını bilsem de, yeniden paylaşmakta fayda var; 

Türküm, doğruyum, çalışkanım,
İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak,
yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe
durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
"Ne mutlu Türküm diyene!"


Andımızın tarihçesine, kim tarafından hangi amaçlarla yazıldığına birazdan gelecem. Ona gelmeden önce, bize tam olarak neyin yemininin ettirildiğine bakmakta fayda var. 

İlk mısradaki, etnik milliyetçi yaklaşımı bir kenara bıraksak bile (öyle olmadığını iddia edenler var tabi ki), çalışkanım ifadesi, başlı başına çalışmayı yücelten, gereğince çalışmayı değil, çok çalışmayı erdemleştiren bir kavramı ifade ediyor. Yine de andımızın sıkıntılı sayılabilecek mısrası ilk mısra değil. Devam etmekte fayda var. 

Daha henüz ikinci mısrada ilkemiz olarak (yani prensip) küçükleri korumamız, büyükleri saymamız gösteriliyor. Küçüğün saygıya ihtiyacı yokmuş gibi, ya da küçük olanın bizim muhafazamız altınad kalması gerekiyormuş gibi. Küçük büyük ayrımının sevgi, saygı, güvenlik gibi herkesi ilgilendiren mevzularda yapılmaya başlanması, gerentokrasiyi yücelten bir başlangıcı da beraberinde getirir. Kimse büyük olduğu için asygıyı haketmediği gibi, kimse küçük olduğundan dolayı da korunmaya muhtaç değildir. İhtiyarlığın, yaşça büyüklüğün bu denli kutsandığı bir yeminin, önümüze küçücük yaşımızda, kutsal bir yemin olarak sunulması, kabul edilemez bir durumdur. Yine de yolumuza devam edelim.

Andımızın üçüncü mısrası bize yurdumuzu ve milletimizi özümüzden çok sevmemiz gerektiğini söyler. İlk bakışta bireysellik yerine toplumsallığı koymamız gerektiğini söylediğini zannedebiliriz. Libareller dışında kimseye de pek de sıkıntılı bir mısraymış gibi gelmez. Ancak, her hangi bir kurumu, zümreyi, kişiyi, özünden fazla sevme hali, özünün değerini, kullanışlılığını ve faydasıını düşüreceği gibi, özünün topluma kattığı değeri de düşürür. Kamu yararı uğruna özü feda etmek kabul edilebilir bir düşünce değildir, önemli olan toplumsal yarar uğruna özü parlatabilmektir. Özünü yeterince sevmeyen bir insanın, vatan sevgisinden de, millet sevgisinden de bahsedilemez. Özünü sevdiğin ölçüde, özüne değer verdiğin ölçüde başka kurumları, başka değerleri sevebilir, değer verebilirsin. 

Ülkümüz, amacımız, ereğimiz ise yükselmek ve ileri gitmek olarak belirlenmiş andımızda. Ancak ileri gitmek uğruna nelerden vazgeçebileceğimiz, yükselmek uğruna kimlerin omzuna basabileceğimiz ise belirtilmiyor. Yükselmenin ve ileri gitmenin neye ya da kime göre belirleneceği ise bir sonraki dizeden anlaşılıyor. "Ey büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim". Yani bu topraklarda büyüyen her birey Mustafa Kemal'in yolunu en doğru yol, hedeflerini de en doğru hedef olarak seçmek, bu yol içerisinde bu hedeflere ulaşmaya çalışmak zorundadır. Hedefi aynı kabul edip, yolu değiştirmek bile kabul edilemez bir durumdur. Mustafa Kemal'in yolunu, metodlarını, benimsediklerini takip etmek, hedefe öyle ulaşmak zorundasınızdır. Sanırım çizilen hedef de muasır medeniyetler seviyesine çıkmak olsa gerek.

Son iki mısra ise, vurucu bir etnik otoriteye vurguda bulunuyor. Varlığımızı; yani ruhumuz, bedenimiz, aklımız ve vicdanımızı "Türk" varlığına armağan etmemiz beklendiği gibi, "Ne mutlu Türk'üm diyene" ifadesi de andın sonuna ekleniyor. Öncelikle küçücük bir insan, neden varlığını her hangi bir ırk ya da millete armağan etmek zorunda kalsın? Bir şeyleri, birilerine armağan etmek, kişinin kendi insiyatifinde olan bir durumdur. Aksi düşünülebilir mi? Ben şahsi kanaatimce varlığımı ne Türk ulusuna ne de her hangi başka bir ulusa armağan edecek değilim. Varlığım benim olmaya devam ettiği sürece bir anlam ifade eder. Aksi halde varlığımın da bir anlamı kalmayacaktır. 

Gelelim son mısraya. "Ne mutlu Türk'üm diyene" ifadesini savunanların temel dayanak noktası, bu cümlede geçen "Türk" ifadesenin bir etnisiteyi ifade etmediği, bu cumhuriyette yaşayan tüm etnik grupların, üst kimliği olarak ifade kullanıldığı düşüncesidir. Esasında durumun böyle olmadığı, o zamanın, resmi devlet yazışmalarındaki, Türk kültürünün, örf ve adetlerinin diğer etnik gruplara kabul ettirilmesi, diğer etnik gruplarının Türk etnik unsurlarını barındıran gruplar içerisinde eritilmesine yönelik ifadelerde kendini oldukça açık bir şekilde ortaya koyuyor. Dönemin iç işleri bakanı Şükrü Kaya, o zaman çıkan iskan kanunuyla alakalı olarak 1934 senesinde şu ifadeleri kullanır;
“..İskan kanunu, Türkiye cumhuriyetinin otoritesine, diline, bayrağına bağlı olan tek kimlikli bir Türk nüfusu yaratmak..,Türk kültürüne bağlı olmayan ve ana dili Türkçe olmayanların Türk nüfusa entegre edilmesini,Türklük içinde eritilmesini…"

Yine 1932 yılında meclise sunulan, 1934 yılında yasalaşan iskan kanunu üşenmeden, bir kere de olsa okuyabilirseniz eğer, "Ne mutlu Türk'üm diyene" söylevinin nasıl bir etnik baskıcılığı barındırdığını görebilirsiniz. Çok zor değil, sadece okuyun.

Bu küçük açıklamalardan sonra, andımızın tarihçesine kısaca bir göz gezdirelim. Andımızın ilk ortaya çıkışı 1933. Dr. Reşit Galip, 1933 yılında bu andı, çocuklarıyla bayramlaşırken, çocuklarına okuyor. Sonra da bu okuduklarını not edip köşke çıkıyor ve Afet İnan'a bir kağıda yazılı biçimde vererek, andın çocuklarına bayramda bir şeyler söylerken ortaya çıktığını, bu andın cumhuriyetin 23 nisanda çocuklara bir armağanı olarak sunulması gerektiğini söylüyor. O zamanlar Dr. Reşit Galip sağlık sebepleriyle sadece bir sene sürecek olan milli eğitim bakanlığı görevinde. Aynı zamanda Türk Tarih Kurumunun kurucularından. Yani bir adamın, çocuklarına bayramda söylediği bir kaç cümlenin, kağıda dökülmesi sebebiyle 78 yıldır bu andı tekrarlayıp duruyoruz. Andımıza daha sonra, 1972 yılında bir kaç ekleme yapılıyor. Ve bugünkü halini alıyor. 

Peki bu Dr. Reşit Galip kimdir? Birazcık tanımakta fayda var. Dr Reşit Galip bir Türkçü. Hem de en koyularından. İslamı Türklüğün milli dini olarak görüyor. Yani ona gören müslüman olmayan Türk olamaz. Biraz abartılı tespitleri var. Hz. Muhammed'in, Türk olduğunu iddia ediyor. Daha sonra Türk ırkı tanımlaması yapıyor; uzun boy, beyaz sima, düz ve ya ince kemerli burun, muntazam dudaklar, genellikle mavi, çekik değil badem gözler. Kısacası, farklı bir kafada yaşayan, ırkçı bir amcamızdır Dr. Reşit Galip. Ve Dr. Reşit Galip'in yazdığı andın, ırkçı olmadığı savunulur. Andımızı kimin yazdığını bile bilmeden savunmak, körü körüne bağlılık, hep o ilkokul sıralarından bize miras kalan, üzerimize yapışan özelliğimizdir.

Gelelim İstiklal Marşına. Elbette her devletin bir marşı vardır, diğerlerinden eksik mi kalacaz yahu diyerek bizim de bir marşımız olmak zorunda gibi bir hisse kapılmışızdır. Varsın bir marşımız olsun. Sorun marşımız olmasında değil, nasıl bir marşımızın olduğunda. İlk iki kıtanın sonunda Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal diye bir ifade geçer. Ordaki "Hakk'a" kısmının tam olarak bu şekilde yazılması, Hakk'ın tanrı olduğunu göstermek için yeterlidir. Yani marşımız, bu halkın ateist olmasına müsade etmeyen laiklikten uzak bir mısrayla son bulmaktadır. İlk iki kıtadan sonraki tüm kıtalarda da aynı şekilde bir inaç dayatması vardır. 

Tüm bunlara rağmen, istiklal marşını en çok savuınanlar, laiklerdir. İstiklal marşının yazarının Mehmet Akif Ersoy olduğunu bilmelerine rağmen; istiklal marşını en çok laikler savunur. Her şeye rağmen istiklal marşıyla aramda çok fazla sorun yok. Buna müteakip Yeni bir marşın gerekliliği oldukça açık ve net. Dinden arındırılmış, üslubu ve dili revize edilmiş bir marşa ihtiyacımız var. Düşüncesizce yapılan bir istiklal marşı savunmasının anlamı da, mantığı da yok. 

Milletvekili yemininin üzerinde daha fazla durmak lazım. İlk başta açıkladığım şeyi tekrar etmekte fayda var. Öncelikle bir insanın edeceği yemin kendisine verdiği sözden ibarettir. Burdan yola çıkacak olursak, milletvekili yemini diye bir yeminin var olması gerekli midir, buna bir cevap vermek gerekir. Milletvekili yemini gibilerinden bir yeminin bir şeyler ifade etmesi için, o yemini herkesin istediği gibi ediyor olması gerekir. Böylece halk hangi milletvekilinin hangi değerleri savunduğunu, hangi erdemlere gönül verdiğini en net, en duru şekilde görme imkanı yakalar. Aksi taktirde, edilen yeminden her hangi bir çıkarsama yapmak, ya da o yemin sayesinde, insanların o çizgide bir düşünce yapısıyla hareket edeceğini düşünmek, okul öncesi çocuklarının düşüncesinde olmakla açıklanabilir. Peki milletvekili yemini nasıl bir yemindir. Bakalım; 

Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.

Yukarda bahsi geçen konuların bir çoğuyla alakalı, tersini düşünüyor olabilir, hatta bunları savunuyor bile olabilmeniz gerekir. Demokratik cumhuriyete bağlılık yemini edip, bir yandan da Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı kalmak, milli dayanışmayı, bölünmez bütünlüğü savunmak zorunda bırakılmak nasıl bir çelişkinin ürünüdür, bilemiyorum. 

Dünyanın tüm gelişmik demokrasilerinde, buna benzer tek bir yeminin bulunması halinde, afedersiniz ben bir bok yemişim, özür diliyorum, haklıymışsınız diyeceğim. Her hangi bir kişiye, sadece tek bir kişinin ilke ve inkilaplarına bağlılık ve bölünmez bütünlüğün korunmasının beraber bir yemin içerisinde bulunduğu tek bir gelişmiş demokrasinin bulunması halinde, milletvekili yemininin mevcut durumu itibariyle nasıl bir gereklilik arz ettiğini kabul edecem.

Yeminin tamamiyle kaldırılması ya da herkesin kendi değerleri ve erdemleri üzerinden kendi vicdanı, mantığıyla yemin etmesi, en mantıklı tercih olacaktır. Aksi durumda, boş sebeplerden dolayı, tartışmaya, zaman kaybetmeye devam edecez.

23 Temmuz 2011 Cumartesi

BIBILOUSBASTARD-3


Kütüphane kültürünü ıskalamış neslin üyesiydim. Kutsal kitapların dışında herhangi bir kitabın girmediği bir evde büyüdüm. Bu yüzden sınırlı olan düşünme gücümü, çok fazla yaymamak adına kadınlarla sınırlı tuttum. Lakin medrese eğitimiyle büyütülmüş bir çocuktum. Sonunda İyi Müslüman olduklarını düşünen bir ailenin kötü Müslüman olduklarını düşündükleri çocuklarıydım.  Başarılı sayılabilecek bir eğitim hayatım vardı. Liseye gelene kadar kötü bir seks hayatı bunu engellemedi. Ancak cinsel hayatı kötü devam eden hiçbir bireyin her hangi bir işte başarılı olma şansı yoktur. Benim de eğitim hayatım iflasını borsaya bildirdi. Bundan en çok etkilenenler, büyük hisse sahipleri annemle babam oldu. Her daim arkandayız mesajı veren ebeveynlerim, daha fazla arkamda olmamaya karar verdiler. O zamana kadar arkamda olduklarını hissetmemi sağlayacak bir durumla karşılaşmamıştım gerçi. İlk yanlışımda harcamışlardı beni, topukları yağlamışlardı. Ebeveynler yalnızca ebeveynleri olduklarını hissettirdiğin zaman oradadırlar. Yani sözlerinden çıkmayıp, doğrularına doğru, yanlışlarına yanlış dediğin bir papağan olduğun zamanlarda.  Ya da, yanlış yaptıktan sonra, siz haklıydınız diyip af dileyerek, onlara biz söylemiştik gaddarlığını bahşettiğinizde. Bunun için ebeveyn olunur. Ego tatmini için. Tabi ki kadının içine boşalmanın verdiği muhteşem hazzı da es geçmemek lazım. Prezervatif denilen şey sikişi öldürüyor, kabul ediyorum. Ama çocuk sahibi olmak mı? Hadi ama, kimi kandırıyorsunuz. Gidin kendinize bir köpek alın. En azından dünyaya daha az zarar vermiş olursunuz.

            Sağlıkla ilgili bir engeli bulunmayan hemen hemen herkes çocuk yapıveriyor. Öylesine oluveriyor işte. Sırf sırası geldiği düşünüldüğü için. Kimileri soy ismim devam etsin diyor. Kimileri evde, boş vakitlerde oyalanabileceği bir şeyler olsun istiyor, golf ya da futbol gibi. Bunun için tv dizileri yapıyorlar işte, ya da evlendirme programları. Boş verin sikişmeyi, tv izleyin. Sikiş artık iki tv programı arasındaki reklam süresince yapıp bitirilmesi gereken rutinden ibaret. Daha geçen gün bir kadınla yataktaydım.
“hadi, hadi daha hızlı yapmalısın” dedi. Halbuki bir samanlığı ateşe verebilecek kadar hızlı gidip geldiğimi düşünüyordum.
“Bundan daha hızlı gidip gelebileceğimi sanmıyorum,güzelim” dedim. Kadınları tatmin edebilmek, hiçbir erkeğin umrunda değildir. Tatmin ettiğini zannetmek yeterli. Aksine söylemedikçe her erkek yataktan mutlu ayrılır. Sahte orgazm taklidine bile gerek yoktur. Erkeğin ataerkil düzene uygun olarak şişirilmiş egosu yataktaki her hareketi, her sesi, bir tatmin ifadesi olarak algılamaya programlanmıştır. Buna rağmen sikini kaldıramayan erkek kendini özür dilemek zorunda hisseder, sikini kaldırıp saatlerce boşalamayan erkek kendini özür dilemek zorunda hisseder, orgazm olmayıp bunu dile getiren kadının karşısında erkek kendini özür dilemek zorunda hisseder. Yatak, erkeğin tüm bencilliğine rağmen, kadının erkekten daha çok hakka sahip olduğu ve bu hakkını aldığı tek yerdir. Yine de buna rağmen benim ülkemde, yatak, kadının en çok konuşmakta zorlandığı yerdir. Çelişkilerle dolusunuz.
“hayır, onu kastetmedim şaşkın, çabuk boşal” diye cevap verdi. Doğrusu 5 dakikalık sikişin bu kadar kutsandığı bir dönem daha yaşanmış mıdır dünya üzerinde bilemiyorum. Mastürbasyon gibi, rüya gibi. Ön sevişmenin olmadığı bir seks mi? Tabi ki, kadının içine girmektir seksi seks yapan. Ancak güzel bir yemek yiyebilmek için, önce onu hazırlamak gerekir. Yemek satın alabilirsiniz, tıpkı fahişe satın alabileceğiniz gibi. Ancak satın alınan ya sağlıksızdır, ya da istediğiniz gibi olmaz. Sizi sizden daha iyi tanıyabilecek kimse yoktur. En iyi yemek kendi hazırladığınız yemektir. En iyi seks, tüm unsurlarını içerisinde barındıran sekstir.
“kocan mı gelecek, acelen ne?” diye sordum terden sırılsıklam olmuş bir halde. Ter de iyi bir seksin, olmazsa olmazlarındandır. İki vücudun birbirini tanıması için var olması gerekir. Neden sıcak yerlerde yaşayan insanların daha çok sikiştiğini düşündünüz mü? Düşünün.
“en sevdiğim dizinin sezon finali başlamak üzere” dedi altımda kıvranan iri göğüslü dar kalçalı kadın. Tanrının adalet anlayışı vardı. Göğüs verdiğine göt, göt verdiğine göğüs vermiyordu. Eğer ikisini bir arada görürseniz, doktorunun adını sorun.
            Duyduğum cevaptan sonra daha fazla konuşmadım, kadının yüzüne boşaldım. Küçük hesaplar peşindeydim. Saçına da bulaştırdım, en azından o günlük hayatını bok ettim. Sezon finaline geç kaldı. Ha-ha, küçük ama önemli bir zafer.
            Sikiş, önemli bir konu. Hatta dünyanın en önemli konusu. Bir insanı sevmekle değil, sikmekle başlar her şey. Sonra o seni siker. Sikmekten ve sikilmekten zevk alırız, evleniriz, çocuk yaparız. Sonra tüm dünya çocuğu sikmeye başlarız, her gün ve her gün, tüm söylemlerimizle tüm davranışlarımızla, tüm doğrularımız ve yanlışlarımızla, tüm zevklerimizle, tüm beğenilerimizle, tüm kurallarımızla, tüm tercihlerimizle, tüm uyarılarımızla yasal bir tecavüz kampanyası başlatırız. Tüm dünya tek tek üzerinden geçeriz. Daha sonra da dünyaya bakıp, nerede yanlış yaptık, diye düşünürüz. Bazılarımız onu da düşünmez. Düşünmek acı vericidir çünkü. Boş yere gerçeklerin acıtacağı söylenmemiştir. Ya da Sartre durduk yere bilincin mutlulukla ters orantılı olduğunu söylememiştir. Gerçekten hiç düşünmediniz mi, her şeyin sınavı varken, çocuk sahibi olmanın neden sınavının olmadığını? İlkokul birden ikiye geçmenin sınavları vardır, araba kullanabilmenin sınavı vardır, herhangi bir makineyi kullanabilmek için sınava girmeniz gerekir, meslek sahibi olmak için sınav şarttır, eğitim-öğretim vermek için var olan öğretmenlik için sınav olmak zorundasınızdır. Peki ya anne-baba olmak? Her şeyi sınava bağlarken, adına çocuk yetiştirmek denilen, aslında çocuğu bokun içerisine sokup yüzüne işemekten ibaret olan, bu durum için neden sınav yapılmaz? Her insanım diyen psikopatın, dünyaya bir canlı getirip, onu becermesini nasıl bir insanlık hakkı olarak görebiliriz? Bunu hiç düşünmediniz mi? Hadi ama, zekanızla dalga geçirtmeyin.
            Birkaç ebeveyn bulmaya karar verdim. Vücudumda litrelerce alkol, ağzımda mis gibi kusmuk kokusuyla, gecenin 3’ünde nerde ebeveyn bulabileceğimi, bulsam bile nasıl ikna edebileceğimi önce çözemedim. Sonrasında aklıma su tabancam geldi. Siyah şeritlerle kaplayabilirsem, belki bir şeyler ifade edebilirdi. Çoğu insana hayatı boyunca silah doğrultulmamıştır. Bu yüzden silah doğrultulduğu zaman silaha değil, hayatlarındaki pişmanlıklara ve hayallere bakarlar. Ya da en azından ben öyle olacağını umuyordum. İnsanların boktan hayatlarına bu kadar önem vermeleri, işi kolaylaştıracak olmalıydı. Yalnızca konuşmak istiyordum. Karşıma birkaç cici ebeveyn oturtacak, çocukları hakkında neler düşündüklerini soracaktım. Ancak üzerinde yemek lekeleri olan, ağzı mis gibi alkol ve kusmuk karışımı kokan, her an düşecekmiş gibi yürüyen biriyle konuşacaklarını sanmıyordum. Ama su tabancam, bunu sağlayabilirdi. Siyah bandımla, su tabancamı siyahla kapladıktan sonra, ceketimi kaparak dışarı çıktım. Su tabancası çocuğu olan eski bir sevgilimden kalmıştı. Bant ise kelepçe sevmeyen kadınlar içindi. Cinsel fantezilerimin hayatımı kolaylaştırdığı karşı konulamaz bir gerçekti. Yine de hala çıkıp, cinsel fantezilerin sapıklık olduğunu söyleyebilen, sözde akil adamlar ve kadınlardan geçilmiyordu ortalık. Tanrının insanları yarattığını değil sıçtığını düşünüyorum bazen. Bizim gibiler de bokun içerisinde var olan tüm yutulmuş naneli sakız gibiyiz. En azından, kötü kokmuyoruz.
            Şimdiki odama taşınalı birkaç gün olmuştu. Çevredeki insanları görecek kadar ayık olduğum bir gün olmamıştı. Hemen sağdaki eve girmemem gerektiğini biliyordum sadece. Benden en az 25 santim uzun ve iki katım ağırlığında bir herif yaşıyordu orda. Bol dövmeli, kolları kaslı, göbeği yağlı belalı tiplerdendi. Benim gibi birini itin götüne sokabilirdi. Birkaç blok ötedeki bir evi denemeye karar verdim. Şirin bir bahçesi vardı. Şirin bahçeli evlerden, şirin aileler çıkardı.
Kapıyı çaldım, önce ışıklar yandı, arkasından perde aralandı. Saçları seyrelmiş, gözlüğünü takmış, beyaz atletli biri belirdi pencerede. Ne istiyorsun diyen gözlerle bakıyordu. Fazla merakta bırakmak istemedim.
“kızım hastalandı da,  telefonumuz kesik, sizin varsa kullanabilir miyim diyecektim.”
“sizi evimize alamam beyefendi, kusura bakmayın, az ilerde ankesörlü telefon var, oradan arayabilirsiniz”
“evet, biliyorum, ben de oradan geliyorum zaten, bozmuşlar telefonu, muhtemelen mahallenin çocuklarıdır” dedim sinirimi belli etmemeye çalışarak. Evine alamazmış. Kendini beğenmiş küçük burjuva pisliği. Kapının önünde bir Bentley’le duruyor olsaydım, nasıl da açardın o kapıyı.
“lütfen izin verin, iki dakika bile sürmez, kızımın ölümcül bir hastalığı var, müdahale edilmezse ölebilir.” diye ekledim.
“tamam, peki, açıyorum kapıyı” dedi. Tabi ki açacaksın pislik, çocuğumun ölümünden sorumlu olmayı göze alamadın değil mi? Olmayan çocuğum ölürse ağzını yüzünü dağıtabileceğimi düşündün değil mi? Şimdi bu yaptığına insanlık mı demeli?
“çok teşekkür ederim” diyerek belimden silahımı çıkardım. Öldürme güdüsüyle dolduğumu hissettim. Silahım gerçek olsaydı keşke diye geçirdim aklımdan. Tüm aileyi öldürdükten sonra, diğer evlere dadanırdım. Son kurşunuma kadar herkesi öldürebilirdim. Dünyadaki son kurşuna kadar. Bir kaos ortamı yaratabilirdim. Sadece zencileri, sadece beyazları, sadece kadınları ya da sadece çocukları öldürmezdim. Hiçbir ayrım yapmazdım. Nerde, ne zaman, niçin yapıldığı bilinmeyen cinayetler işlerdim. Günlük rutinlerini bozardım medeni insanların. O küçük beyinlerinde yeni delikler açardım. Sebebini sorgularlardı sürekli. Neden öldürüyor, niye öldürüyor, kim öldürüyor diye sorarak geçerdi bütün günleri. Anlayamamaları daha çok korkuturdu onları. O hiçbir işe yaramayan işlerini yapamaz olurlardı. Boş yere çalışmak yerine boş yere otururlardı. Onlara en çok ihtiyaç duydukları şeyi verebilirdim, korkuyu, kaosu. Ve elbet bir isyan patlak verebilirdi hükümete karşı. Onlara hükümetsizliği verebilirdim, medeniyetsizliği, hukuksuzluğu verebilirdim. Adalet yerini bulmuş olurdu. Ama neden yapayim ki? Hepsini siktir et.
            Mike kapıyı açar açmaz, kapıya bir tekme yerleştirdim. Kapının dışa doğru açıldığını fark edemeyecek kadar kafam güzeldi. Kapı tekrar kapandı. Eğer mike geri zekalı olmasaydı daha ilk baştan sıçmıştım. İşime konsantre olmalıydım.
“pardon mike, yanlışlıkla kapattım” dedim, kapı tekrar açıldı. Silahı mike’ın kafasına doğrulttum.  Şaşkınlığını görmeliydiniz. İşaret parmağımı ağzıma götürerek küçük bir sus işareti yaptım. Hemen itaat etti. Mike önümde ben arkasında evi dolaşmaya başladık. Küçük bir evdi. Çocukların odasını ve çocukları gördüm. Mike’ın telaşı daha da artmıştı. Sırıtmakla yetindim. Karısının kıçı açık bir şekilde hala uyuyor olduğu yatak, şimdi karşımdaydı.
“sessizce uyandır” dedim. Uyandırdı. Karısının yaşadığı şok, adamınkinden çok daha az oldu. Hatta keşke bana tecavüz etse diye aklından geçirdiğine yemin edebilirim.
“koli bandı var mı?” “ve tabi bir de araba gerekecek” ikisi de vardı. Şanslı günümdeydim. 1 numaralı ebeveynleri bagaja soktuktan sonra, koli bandıyla etkisiz hale getirdim. Hep merak etmişimdir, etkisiz hale getirme olayını. Gerçekten zevk verici bir tarafı var. Bir an iki kişilik dünyanın tanrısı olduğum gibi bir kanıya bile vardım.
Aynı taktikle 2 ve 3 numaralı ebeveynlerime de kavuştum. 2 numaralı ebeveynlerden sonra uğradığım bir evde problem çıktı. Kapıyı açmadılar. Bende kapılarına işeme ihtiyacı hissettim. Aslında sadece çekip gidecektim, birden bire işeme ihtiyacım ortaya çıkınca, neden buraya işemiyorum ki diye düşündüm. Hiçbir zaman çok düşünmem. İşedim. Oradan ayrılırken, içinde birkaç kez polis geçen bir gürültünün etrafımı sardığını hissettim. Tam olarak anlayamadım, umursamadım.
3 numaralı ebeveynlerle beraber odama geldiğimde, odada pek yer kalmadığı açıkça gözüküyordu. Yıllardır yazıyor, okuyor, araştırıyordum. Böcek ilacı satan abim, 3 katlı bir evde otururken, ben kötü bir pansiyonun en ucuz odasında kalıyordum. Konu böcek olunca, hayvan severler pek ortada görünmezlerdi. Soyu belli köpekleri, kedileri severek hayvan sever olunuyorsa eğer, hitler’e de insan severlerin en büyüğü ödülü verilmeli. O da insanlar hakkında bundan çok daha farklı bir şeyi savunmadı. Sadece güzel görünenleri, faydalı olanları alalım, gerisini eteklerimizden silkeleyelim demişti. Aradaki farkı göremiyorum.
Misafirlerimi yerlerine oturtup kollarını ve bacaklarını bağladıktan sonra, ağızlarındaki bantları çıkardım. Sonra da silahımın bantlarını çıkarmaya başladım. içinde hala su vardı. Gözlerimin içine öfkeyle bakan aptalın suratına sıktım.
“orospu çocuğu, bizi bir su tabancasıyla mı kaçırdın?” diye bağırdı.
“aaa, lütfen ama, hiç yakışıyor mu kaçırmak felan. Sizi küçük bir geziye çıkardım diyelim, nasıl böylesi daha güzel değil mi?” diye cevap verdim, çatlak katillere özgü bir üslupla. Bir kaçının bağırmaya yeltendiğini fark ettim. Çok bağırmadıkları sürece sorun yoktu aslında. Burda kimse kimsenin işine burnunu sokmazdı. Daha ilk geldiğim gün, koridorda genç bir sarışına 7-8 kişi tecavüz etmişti de bir kişi bile kapısını açıp ne oluyor diye sormamıştı. Yine de çok fazla sesin bu saatte kapıma bir polis dayaması riskini göze alamazdım. Silahımın su tabancasından ibaret olduğunu bu kadar erken göstermemem gerekirdi diye düşünerek, mutfak niyetine var olan lavabodan ibaret yerden  en korkutucu olduğunu düşündüğüm bıçağı aldım. Ağızlarını kapamaları için gözlerine bakmam yeterli oldu.
“size niye burada olduğunuzu açıklamam gerekiyor sanırım. Ben bir yazarım. Küçük dergi ve gazetelere küçük hikayeler yazarım. Şimdi sizinle küçük bir tartışma yapmamız gerekiyor. Ben size neden çocuk peydahladınız diye soracam, siz de cevaplar vereceksiniz. Gerisi doğaçlama. Verdiğiniz cevaplar aleyhinizde delil olarak kullanılmayacak ve sessiz kalma hakkına da sahip olmayacaksınız. Başka sorusu olan?”
“bunları hikayende mi kullanacaksın?” diye atladı, 3 numara.
“evet, başka?”
“siktir git, ben sana cevap filan vermem” dedi 2 numara.
“gözlerinin önünde karına tecavüz etmemi ister misin?” diye sordum bende. Tecavüz etmezdim tabi ki, ama kendini parmaklamasını isteyip, mastürbasyon yapabilirdim. Medeni bir insanı altı kişinin önünde kendisini parmaklamaya zorlamak  en az tecavüz kadar travmatik bir durum yaratırdı zaten. Halbuki ben boş zamanlarımda balkona çıkıp otuzbir çekmeye bayılırdım.
“herhangi bir itirazı ya da sorusu olan başka biri var mı?” yoktu.
“o zaman söyleyin bakalım 1 numara, derdiniz neydi de çocuk yaptınız?”
1: “bilmem ki, seviyorduk çocukları”
“yani kendiniz içindi, sırf siz seviyorsunuz diye, bundan mutlu olacaksınız diye”
1: “hayır tabi ki, bizim sevgimizle mutlu olacaklarını düşündüğümüz içindi”
“önemli olan çocuğun mutluluğu mu, yoksa senin istediğin gibi bir mutluluk mu?”
1: “anlamadım”
“yani diyorum ki, çocuğun mutlu olsun da nasıl mutlu olursa olsun mu, yoksa senin doğru kabul ettiğin yollarla mı mutlu olmalı sadece?”
1: “mutluluğu başkalarının mutsuzluğu olmamalı tabi ki, eğer onu kastediyorsan”
“yani çocuğun üniversiteye gitmek istemezse mesela, ya da uyuşturucu kullanmak istiyorsa, mutlu olmasına izin verir misin?”
“ne yani uyuşturucu kullanımının insanı mutlu edeceğini mi zannediyorsun” diyerek araya girdi 2 numaranın kadın olanı. Çocuğunun uyuşturucu kullanabileceğini aklının ucundan bile geçirmemişti bugüne kadar anlaşılan.
“zannetmiyorum,  bundan eminim. Mutluluk boş bir düşünceden ibarettir. İnsan yenebileceği bir düşman, olduğu sürece mutlu olabilir. Düşmanlarının hepsini  yenmişsen ve eee, şimdi ne olacak diyorsan eğer, mutlu olmanın imkanı yoktur. Ve mutlu olmak için gerektiğinden dolayı eğer yenilecek bir düşman varsa hayatında, bir kötü varsa önünde, bu tam anlamıyla saf bir mutluluğunda var olamayacağı anlamına gelir. Yani mutluluk kötülükle var olabilen, bir kendini kandırmaca halidir. Uyuşturucu mutluluğunun da bundan farkı yoktur. Söylediğim bundan ibaret. Konumuzdan fazla uzaklaşmadan sizinle devam edelim öyleyse.” diye cevap verdim. Çok esaslı olmasa da fena sayılmayacak bir cevaptı.
2: “tanrı neden insanı yarattıysa bizde o yüzden çocuk yapmamız gerektiğini düşündük, elimizdekileri paylaşmak istedik” dedi erkek olanı. Fena değildi, eğer insan tanrı kadar güçlü tanrı kadar kusursuz olabilseydi. Tanrı insanı yarattığına göre kusursuz sayılabilir miydi? Bilemiyorum.
“tanrı gibi bir güç olmadığınızın farkındasınız değil mi, yani elinizdekilerin her zaman elinizde olması gibi bir mutlak gerçeğin var olmadığını, hadi diyelim elinizdekiler her zaman elinizde, peki bu elinizdekilerin çocuğunuzun elinde olmasından çocuğunuz için bir önem teşkil edeceğini nerden çıkardınız? Belki çocuğunuz sizin elinizdekilerle hiç ama hiç ilgilenmeyecekti? Bu riski almaya değer miydi çocuk yapmak?”
2: “tanrı insanlara çoğalmalarını söyler, çoğalmamızı istemeseydi, bizi üreyen bireyler olarak yaratmazdı” dedi kadın olanı.
“tanrı insanlara akıl ve irade de verdiğibenim bildiğim kadarıyla, bir kıyametten, öteki dünyadan, hemen hemen her din bahseder değil mi? Demek ki tanrı insanların dünya sahnesinden çekilmesini de istemiş. Ne dersin, belki de insanların bu mantığa erişip çocuk yapmaktan vazgeçmesiyle gelecek kıyamet?”
“yani çocuk yapmamak gerektiğini mi söylüyorsun” dedi 3 numaranın erkek olanı.
“evet, tam olarak da bunu söylüyorum. Belki  çok aşmış olanlar, zannedenler değil, aşmış olanlar. Bu sorumluluğu taşıyabilecek olanlar, yeterince güçlü olanlar. Özgürlüğü tam anlamıyla tatmış olanlar, yalayıp geçenler değil. Belki onlar çocuk yapabilirler. Ama sizin gibiler değil.” Diye cevap verdim. Sinirlendiklerini görebiliyordum. Ancak daha bu başlangıçtı. Daha ne cevaplar verecektim onlara, köşeye sıkıştıracaktım hepsini. Ben bu düşüncelerle egomu okşarken kapının bir tekmeyle kırılışını duydum. Ellerinde silahlarla birkaç polisi odama girerken gördüm. Arkalarında kapısına işediğim herif duruyordu. Uyanık herif beni 3 numarayı kaçırırken görüp, odama kadar takip etmiş olmalıydı. Yüzüme çarpık bir sırıtış oturtup, su tabancama davrandım. Bana en yakın polisi alnından mıhladım. Ardından gelen birkaç kurşun sesi. Sanırım hemen orada hayatımı kaybettim. Peki bunları nerden ve nasıl mı anlatıyorum. Cehennemden tabi ki. Evet, az da olsa cehennemde de özgürlük var. Arada sırada yazmama izin veriyorlar. Ve, evet,  cehennem var. Ancak çok sikiştiğiniz için değil yeterince sikişmediğiniz için cehenneme atıyorlar sizi. Düşünün, son zamanlarımı her gün sikişerek geçirmeme rağmen cehennemden kurtulamadım. Arayı kapatmaya bakın, günahlarınızdan dünyadayken arının.

21 Temmuz 2011 Perşembe

Onaltı Yaşındaydı

Dün akşam saatlerinde ajanslara bir haber düştü. Samsun-Amasya hattında iki PKK'lı öldürülmüş, bir PKK'lı da yaralı bir şekilde kaçmıştı. Saatler biraz ilerlediğinde durum, 1 PKK'lı öldü biri sağ ele geçirildi olarak değiştirildi. Sabaha doğru ise acı gerçek ortaya çıktı. Öldürülen PKK'lı değil onaltı yaşındaki Gökhan Çetintaş'tı.

Yıllardır bu kayıpları kanıksamış bir toplumuz. Birileri polisin, askerin kaza kurşunuyla ölüyor, halkın buna en ufak bir reaksiyonu oluşmuyor. Başbakanın ifadesiyle bir kaç "marjinal" grup sokağa çıkıp haykırıyor, medyada yer almadığı gibi üstüne bir de dayak yiyip evlerine dönebilen evine dönüyor. Yirmi gencimizin öldüğü çatışmadan daha vahim bir olay varsa eğer o da dün gece ki olaydır. Bu askerin ne kadar panik içerisinde, ne kadar korku içerisinde olduğunu gösteren, özrü olamayacak bir basiretsizlik örneğidir. Bu ülkenin çocukları bu ülkenin askerinin kurşunlarıyla ölüyorsa eğer, var olan yöntemin, ne denli büyük bir yanlışlık içerdiğini görmemek, ancak kör olmakla açıklanabilir.

Bir gencimiz, bir çocuğumuz daha, bu savaşa kurban edildi. Halkın barış için birlik olma zamanıdır. Barış için silahları susturmanın zamanıdır. Birbirimize taş atmanın, birbirimize molotof atmanın, birbirimizi bıçaklamanın değil, birbirimizi kucaklamanın zamanıdır. Yoksa, geri dönülmez eşiği geçmemize çok az kaldı. Ya hemen şimdi, ya da hiç bir zaman. İnsiyatifi PKK, TSK, AKP, BDP, CHP ya da MHP'ye bırakmanın değil, bizim yani halkın eline almasının vaktidir. Yüzlerce, binlerce can daha kaybetmeden önce, bitirelim artık şu kan davasını.

Yaşasın Barış! Biji Aşiti!
Yaşasın Halkların Kardeşliği! Biji Bratiya Gelan!

20 Temmuz 2011 Çarşamba

20 Ölüm, Faşist Saldırılar ve Aynur Doğan

Yazlıkta rahat rahat güneşlenip denizime girerken, okuduğum gazeteyle birlikte sinirlerime hakim olmakta oldukça zorlandım. İsimleri bir kaç hafta içerisinde unutulacak yirmi insanımız daha siyasilerin, kaçakçıların, yöneticilerin, vicdansızların aymazlıkları yüzünden gencecik yaşta toprağa düştü.

Adana'ya gelir gelmez Fırat Haber Ajansı'nı kontrol ettim. Kürt cephesinin açıklamalarını tek tek okudum. TSK'nın kendi askerlerini vurduğu iddiaları var, doğruluğu-yanlışlığı elbette soruşturulacaktır, soruşturma sonucunda bir şey çıkar mı, emin değilim. Öldürülen Türkiye askerlerinin bir kısmının TSK bombalarıyla öldüğü ortaya çıksa bile, bu var olan büyük sorunu ortadan kaldırmaz. Sonuçta yirmi insanımız ölmüş, onlarcası yaralanmış, barış umudunun kökü kazınmaya çalışılmıştır. PKK'nın içerisinde bulunduğu durumu da bu sebepten dolayı anlayamamaktayım, Kürt siyasi hareketi bu kadar güçlenmişken gelen bu eylemin, bu çatışmanın Kürt halkına ne denli zararlı olacağını gör(e)memek, ancak zeka yoksunluğuyla açıklanabilir. Elbette Kürt siyasi hareketi zor bir dönemeçten geçiyordu, elbette seçilmiş vekiller, hakkı olanı alamadılar, elbette Kürt tabanı belli bir tepki beklentisi içerisindeydi. Ancak bu tepkinin verilebileceği en kötü yöntem, silahlı yöntemdi. Maalesef seçilen yöntem bu oldu.

Bu çatışmanın hemen arkasından ise, siyasilerin tefekkür etmeden, büyük bir gaflet  içerisindeki milliyetçi, içerisinde bolca nefret suçu barındıran açıklamaları geldi. Astılar, kestiler, hedef gösterdiler. Kürt sorunu yoktura kadar getirdiler vaziyeti. Bizden iyi niyet beklenmesin denildi. Kılıçlar çekildi. Zaten tetikte olan halka yol gösterildi. Arkasından sivil Kürtlere karşı bir linç kültürü hızla yayıldı. Bu noktada sormak istediğim esas soruyu sorabilirim. Bu çatışmadan kimler karlı çıktı? Gerçekten bu işin kaymağını yiyenler Kürt gençleri mi, BDP liler mi? Yoksa yirmi insanın ölümünden nemalanıp, Kürt sorununu biz çözecez derken birden bire Kürt sorunu yoktur PKK sorunu vardır söylemine dönenler mi? Dağa çıkıp ölecek olanlar mı, yoksa dağdaki varlıklarını çözümsüzlük sayesinde sürdüren güç ağaları mı? 3-5 aylık eğitimin ardından dağa bizi koruyun diye gönderilen, ancak olay onları korumak olduğunda gözden çıkarılabilir kayıplar olarak adlandırılan, gariban çocukları mı, yoksa çözümsüzlük sayesinde itibarını, gücünü, maddi kaynaklarını koruyacak olan TSK ileri gelenleri mi? Siyasetin odak noktasındaki parti yöneticileri mi, yoksa siyasetle alakası oy vermekten ibaret olanlar mı? Savaştan nemalanan kaçakçılar mı, yoksa küçük esnaf mı? Bunca yapılan basiretsizlikten, bu kadar insanımızı kaybettikten sonra, bir tek kişinin çıkıp da suçlu benim, istifa ediyorum dediğini görüyor muyuz? Bu da yetmezmiş gibi garibanı garibana kırdırılmaya çalışılıyor. Bu kadar mı düşünceden, bu kadar mı irfandan, kendini bilmekten bihaber hale geldik. Hak, hakkı olanın olmadıkça, birileri savaş çığırtkanlığı yapmaya devam ettikçe, aptallar gibi birbirimizi öldürmeye devam edeceğiz. Bu topraklar üzerinde kalacak olan son kişi de,  kanla sulanmış arazilerde ne bok yediklerinin farkına varmaya çalışacak.

Tüm bunların yanında Aynur Doğan ablamızın, sanatçımızın yaşamış oldukları bir kez daha gösterdi ki, bu ülkede Ahmet Kaya'ya yapılanlardan bu yana hiç bir şey değişmemiş. Faşizm, Kürtçe'ye olan tahammülsüzlük, tüm yoğunluğyla devam etmekte. Bunun yanı sıra Şivan Perwer'e ya da Grup Yorum'a Kürt gruplar tarafından reva görülen faşist baskılara değinmekte fayda var. Bir santçının sanatına, zırlayarak, bağırarak, şişe fırlatarak, susturarak düşüncelerinden, sesinden, kaleminden vaz geçirmeye çalışmak faşizmin en temel özelliklerindendir. Bre Aynur Doğan'dan hassasiyet bekleyen, bre Aynur Doğan'dan o gün Kürtçe okumamasını bekleyen, faşist olmadığını iddia eden elitist insan, sen niye o gece ordaydın peki demezler mi insana. Madem Kürtçe yerine Türkçe okumak gibi bir hassasiyet bekliyordun, sen niye konsere gitmemek gibi bir hassasiyette bulunmadın demezler mi? Aaa pardon, yoksa biletler parayla satıldı da, paranın yanmasını mı istemedin? Yoksa bunu bir hassasiyet konusu olarak mı görmedin? Durum birincisi gibiyse riyakarlığının var etmiş olduğu yüzsüzlüğünle Aynur Doğan'ı yuhlamanı anlarım. İkincisi gibiyse, akılsızlığına bir kılıf bulmakta zorlanırım. Yani güzel kardeşim, demem o ki, Aynur Doğan'a yapılan düpedüz faşistliktir, düpedüz bir insana Kürtçe okuduğu için, tahammül edememektir. Bunun üzerine hala çıkıp Kürtler ve Türkler eşit yalanını kendinize söylemiyin.

Her şeye rağmen;

Yaşasın barış! Biji aşiti!
Yaşasın halkların kardeşliği! Biji bratiya gelan!

Dipnot: Yazdıklarımı anlamak istemeyenlere, şimdiden küçük bir dipnot. PKK'nın atmış olduğu pusuyu tüm kalbimle, aklımla, vicdanımla kınıyorum.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Şiirsel Alıntılar-3-Ah Muhsin Ünlü- Ah O Gemide Bende Olsaydım

obama ebenin örekesine
bacağım girsin de ağzından çıksın
israilli erler karının kuru
ambarına bombaları tıksın da tıksın.

piçlerini al git ortadoğu’dan
cümlesi kongre’ni düzsün sıradan
sivil yahudiler candır, buradan
asker götür ağzına sıçsın da sıçsın.

zulmün kanununu yazsam yeniden
kitabını sana itsem geriden
israil hükümeti inler beriden:
‘ordan çıkartıp bize soksun da soksun.’

o gemide ben de olsaydım eğer
kobrayı salardım aştot’a, meğer
israilli bütün kadın faşistler
modern türk şiirine doysun da doysun.

küfür haram amenna lakin bu savaş
başladığından beri korkunç bir telaş
içindeki siyonist yazar arkadaş
lar benden çok hicap duysun da duysun.

Onur Ünlü'nin İsrail'in Mavi Marmara gemisine yaptığı baskının ardından afilifilintalar.com'da kaleme aldığı şiirdir. Gelen eleştiriler sonrasında Onur Ünlü şiiri kaldırmış, özür dilemiştir. Her şeye rağmen şiir güzel be usta.

3 Temmuz 2011 Pazar

BIBILOUSBASTARD-2


Kürtmüşüm. Öyle dedi babam: “Biz Kürdüz, bugüne kadar ayırdı mı bu devlet seni Türk’den” Mantıklı geldi, mantıksız gelmeliydi halbuki. Kürt ne demekti en başta? Peki ya Türk? Aynı sayıda harften oluşan ve hatta aynı harflerin kombinasyonundan oluşan harfler dizisiydi. Kombinasyon? Matematiği oldum olası sevmem, zeka ve çalışmanın iç içe geçip birbiriyle eklemlendiği insanlarda kendisini gösterir. Bense ne zekiyim ne çalışkan. İki olumsuz bir olumlu eder mi? Etmiyor. Sevgi beni seviyor mu, sevmiyor. Bir papatya falı açsam iyi olacak. Çiçek dalında yine durmayacak. Zaten çimlerin de üzerine büyük bir zevkle basarım. Ses çıkaramadıklarından olsa gerek. Cevap verdim babama: “Bugüne kadar Kürt değildim ki baba, bundan sonrasına bakacaz artık”. Bugüne kadar Kürt değildim demek. Neydim peki? Türktüm muhtemelen. Her gün Türk’üm, doğruyum, çalışkanım dediğime göre, öyle olmalıydım. Artık Türk olmadığıma göre-nasıl yani- doğru ve çalışkan da mı değilim? Zaten çalışkan değildim ki. O halde Türk de mi değildim? Değilmişim baksana, yalancının mumu yatsıya kadar. Hem yalancı olup, hem de Türk olamadık, yalanımız ortaya çıktı. Bugüne kadar Türk olupta nasıl bugünden sonra Kürt oldum peki? Hem Kürt ne ki? Ya da Türk. “Olur mu lan kerata, doğduğundan beri Kürtsün sen” dedi babam ince bir alayla. Alayın da incesi olur muymuş hiç, kadının incesi olur, o da güzel olmaz. Doğduğumdan beri Kürtmüşüm demek. Demek ki bu meselelere doğmadan önce karar veriliyor, kura mı çekiliyor acaba ne olduğumuzu belirlemek için. Yoksa şu kiloda, bu boyda olanlar Türk, gerisi Kürt diyerek mi toplu bir belirleme yapılıyor? Yok, yok bu mümkün olamaz, her boydan her kilodan Türkleri gördüm ben. Ama hiç Kürt görmedim. Yoksa diğer Kürtler de benim gibi yalancı mı? Türk’üm, doğruyum, çalışkanım diye başkalarını kandırmaya mı çalışıyorlar? Bu her şeyi açıklayabilir. Belki de gerçekten de sadece buğday tenli, seyrek sakallı, geniş omuzlu, geniş çeneli, orta boylu, siyah gözlü, uzun saçlı erkekler ile, buğday tenli, hafif kısaca, etine dolgun, kendisi kalçalı, yemeği salçalı, on gavur erkeği gücünde kadınlar Türk’tü. Geriye kalanın alayı yalancı pisliklerdi ve bu toprakların her köşesine sinmiş, avının ters bir hareketini, bir zayıflığını kolluyorlardı, olasıydı. Tarih öğretmenimiz belki de Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur derken bunu kastediyordu. Tabi ki dört tarafımızın düşmanlarla çevrili olduğunu söylediği zaman da. Bu durumda iki buçuk tarafı denizlerle çevrili bir ülke olarak en büyük düşmanımız sular olmalıydı. Suları hiç sevmem, kediler de sevmez, ben kedileri de sevmem. Geçinir gideriz. Kiminle? Dünyayla canım, kimle olacak, sen de. “Madem doğuştan Kürt’üm, bundan benim niye haberim yok” diyiverdim babama, hafif bir sitem içerisinde olduğumu hissettirmeye çalışarak. Sitem içerisinde değildim, olmam için bir sebep göremiyordum. Bugüne kadar Türk olmakta gayet başarılıydım, herkesi düşmanım olarak görüp, asil kanımla övünüp, kadınları aşağılıyor, bir kaçına laf atıyor, kültür-sanat peşinde koşanları da dövüyorduk. O kadardı, arada sırada Atatürk’ten bahsedip, Türk’üm, doğruyum, çalışkanım demek de yeterli oluyordu iyi bir Türk, iyi bir vatansever olmak için, kolaydı. Şimdi birdenbire Kürt olmuştum. Başarılı olabileceğimden emin değildim.  Sevgi neden sevmiyor beni? Belki de Kürt olduğumdandır. Sanırım Kürt olmak çok kötü bir şey. “Bilmiyorsun, çünkü sana söylemedik, söyleme ihtiyacı hissetmedik, sonuçta hepimiz Türk’üz” dedi babam, oldukça pişkin bir halde. Ne, nasıl yani? Kürt, Türk mü? Alman? Fransız? Herkes Türk mü? O zaman neden sadece Türk demiyoruz da, Kürt, Alman, Fransız diyerek kafa karıştırıyoruz? Bir gün herkes Türk olacak. Ahhhh, hayali bile güzel. Nerden başlıyoruz peki? Bence sorun bu Kürtlerde, yani bende. Benden başlamak lazım o zaman. Evet, başlayalım. Söyle bakalım ben; “Türk’üm(Türk’üm), doğruyum(doğruyum), çalışkanım(çalışkanım)…” Bunu her gün söyledim zaten. Yalan söyleme ben, sadece hafta içi. Evet efendim yalan söylüyorum, ben bir Kürt’üm, elimde değil, doğuştan bir Kürt, doğuştan bir yalancıyım ben. Benim gibileri Türklüğe kabul etmemelilerdi aslında. Ne gerek vardı o asil kanı kirletmeye. Bizi es geçmelilerdi, İtalyanlar ve Almanları almalılardı, Yunanlar da olurdu, güzel insanlar bu Yunanlılar, Yunan heykeli gibi adam derler hatta baksana. Biraz Latinlerden de almak gerekirdi elbet ama Yunan Latin’i gibi değil, İspanyol, hatta mümkünse deniz aşırı uçulup, Brezilyalılar alınmalıydı Türklüğe. İyi de hala bir soruya cevap vermedin ben. Hangi soruya, ben? Türk ne demek ki, ya da Kürt? Sevginin beni sevmemesi, sevginin doğasına aykırı değil mi? Neden beni bırakıp gittin Sevgi? Hiç gelmedim mi diyorsun, peki Sevgi, haklısın.
     
      Babamı az çok severim, iyi adamdır. Sıradan bir adam ne kadar iyi olabilirse o kadar iyi. Her gün evine ekmek getirmeye çalışan, sabahtan akşama kadar çalışıp akşamdan sabaha kadar uyuyan, tuvalete giderken yüzünü görebildiğimiz, bir nevi bizim için çok şey ifade edip, pek bir şey ifade etmiyormuşçasınayaşayangillerden bir insandır babam. Bir de abim var. Pek sevmem onu, küçükken döverdi beni. Dövdüğü için değil, artık beni dövemediği için sevmiyorum onu. Zeki insanı severim ben. 3-5 sene önce attığın dayağın katmerlisini aynı kişiden 3-5 sene sonra yiyeceksen, biraz gerizekalısın demektir. Babamla pek görüşmediğimiz gibi abimle de pek görüşmeyiz, arada sırada tesadüfen ararız birbirimizi; “Nasılsın?”, “İyiyim, sen?”, “İyi”, “Bir ihtiyacın var mı?”, “Neye?”, “Herhangi bir şeye”, “Ağzını yüzünü kırmak istiyorum”, “Manyaksın sen.”, “Biliyorum”, “Kapatıyorum”, “Kapat”. Birbirimizle konuşurken kelime israf etmek istemeyiz. Ne de olsa Elhamdülillahmüslümanımcılardanız. Annemse beni doğururken ölmüş. Neden öldüğü şüpheli. Dedem Amerikalılardan şüphelenirken, babam İsraillileri daha çok gözüne kestirmiş durumda. Halbuki ben Rusların işi olduğundan eminim. Bu buluşu kendime saklıyorum şimdilik, kimseler duymasın, yerin kulağı var. Peki gözü var mı? Yerin gözünün olması fena olurdu, tüm o etekaltı görüntüleri düşünsenize. Düşünmeyelim efendim, elhamdülillahmüslümanımcılardanız. Doğru efendim, yine haklısınız. Hep haklıyımdır ben. Peki, hep haklı ben. Annem yaşıyor olsaydı, beni severdi diye düşünüyorum. Zaten her zaman çok iyimserimdir. Hayır, değilimdir. Ama annemin yaşamıyor olduğu gerçekliğinden yola çıkacak olursak, babamın beni niye bu kadar çok sevdiğini anlayabiliriz. Bunu yapabilir miyiz gerçekten? Deneyebiliriz en azından. Babam, annemden ayrılmak istiyormuş, ben bir portakalda vitaminken. Sonra annem babamın kanına girmiş ve babamın kalbinden beynine pompalanmış. Böylece babamın beynini ele geçirerek, o portakalı yemesini sağlamış. Sonra Jack ve Petrus amcalar eşliğinde grupvari olaylar dönüvermiş. Kaza kurşunu işte, ne yaparsınız? Aylarca, yıllarca uğraşsan çocuk yapamazsın da, bir kez öylesine bir silahı temizleyim dersin, kucağına bir çocuk düşüverir. Bir de tanrının espri anlayışı yok derler. Annemin göbeğinin büyümesiyle beraber( haliyle kıç ve göğüsler de büyümüş olmalı, bu kısım benden saklanıyor) bizimkiler ayrılmaktan vazgeçmişler. Derken, bam, annem beni doğururken hakkı rahmetine kavuşuvermiş. Babamın beni sevmesi için başka sebep aramaya gerek var mı? Sevginin beni sevmesi için kaç sebebe ihtiyacım var peki? Sana her şeyimi vermedim mi Sevgi, sevgimi, kalbimi, aklımı? Gerçi çok akıl verdiğimden şikayet ederdin hep. Sen de çok varmış gibi derdin. Haklıydın Sevgi. Peki, annem olur musun Sevgi? Benim annem yok biliyorsun. Hiç olmadı. Biyolojik annem vardı benim sadece. Beni emzirmedi bile Sevgi. Belki de sırf bu yüzden kadınların yanında utangaçlaşıyorum. Belki de hiç meme emmediğim için. Ne dersin Sevgi? Mümkün mü bu? Memelerin benim için neden göğüs değil de meme olduğunu hep merak ederim Sevgi. Tüm arkadaşlarım göğüslerden bahsederken, ben memeler hayal ederdim. Üçgen memeler, piramitler gibi. Göğüsler avuçlanabilir şeylermiş, benim memelerim ise ancak gözleri oymak için kullanılabilirdi. Piramatti çünkü onlar. Benim gibi kem gözlüleri uzak tutmak için birer silah görevi görebilirlerdi gerektiği zaman. Kubbelerin, göğüslerden etkilenilerek yapıldığı doğru mu Sevgi? Ya da minarelerin penisten? Hatta bu durumun, tanrının en çok hoşlandığı seks türünün “titfucking” olduğuyla açıklandığı? Sırf bu yüzden erkeklerin, kadınların minarelere çıkmalarını istemedikleri biliyor musun? Kadınların bunu fark edip erkeklerin saltanatını yerle bir etmesinden korkuyorlarmış. Sadece bir erkek, her hangi bir şeyi yönetebilirmiş. Hem kadınlar okumaz ki Sevgi. Okusalar bile anlamazlar ki. Bugüne kadar kaç tane bilim kadını gördün sen? Kaç tane filozof, kaç tane büyük sanatçı duydun kadın? Güzelleşmek için uğraşır onlar ancak. Alışveriş yaparlar, saatlerce saçlarıyla uğraşır, makyaj yapar, erkekleri sinir ederler. Evdeyken akıllarına gelmeyen tuvalet, dışarıdayken yakalarını bırakmaz, her saat başı işemek isterler. Canım, cicim densin ister, denildiği zamanda karşısındaki erkeğin yanlış bir şey yaptığından şüphelenirler. Şüphe duymak isterler. Kıskanılmak ister, çok kıskandığın zaman da medeni olmamakla itham ederler.   Bunca işin arasında okumaya fırsat bulabilirler mi? Okumayan birisi herhangi bir şeyi yönetebilir mi? Kadınları severim ben Sevgi. Sen de kadın değil misin sonuçta. Seni sevmiyor muyum? Yo, yo, düşüncesi bile çok korkunç. Ben de korkak bir insanım, demek ki daha fazla düşünmemeliyim. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşün… Düş…