24 Haziran 2011 Cuma

KÜRTÇE MESELESİ

Kürtçe'nin bir dil olmadığını sık sık duyarız. Çünkü kimilerine göre Kürtlerin bir devleti olmadığından, dillerinin olmasından da söz edilemez. Kimilerine göre ise, Kürtçe; Arapça, Farsça ve Türkçe'nin karışımı bir dildir. Kendi gramer yapısı, fonetiği yoktur. Kimileri ise Kürtçe'nin bir dil olmadığını, birbirine çok yakın yerleşim yerlerindeki Kürtlerin birbirleriyle anlaşamamalarıyla kanıtlamaya çalışır. Bunlara herhangi bir cevap vermeden önce, dilin tanımını doğru öğrenmekte fayda var.

TDK, dili; "İnsanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için kelimelerle veya işaretlerle yaptıkları anlaşma, lisan, zeban" ifadesiyle açıklar. Ne devletin varlığına, ne gramere, ne de fonetiğe bağlar dilin varlığını. Diyelim ki, TDK'nın bu tanımını, kabul etmedik, sonuçta TDK her hangi bir sözlük içerisinde dil tanımı yaparken sayfa sayfa açıklamada bulunamaz diye düşündük. O zaman bir kaç uluslararası kabul gören tanımlara bakmakta fayda var. Amerikan dilbiliminin kurucusu olarak görülen Edward Sapir dili; “Dil; duyguların, düşüncelerin ve isteklerin serbestçe oluşturulmuş semboller sistemi aracılığıyla aktarılması için ayrıcalıklı olarak insanlara özgü, içgüdüsel olmayan bir yöntemdir. ” diyerek tanımlamıştır. Bunun gibi pek çok örnek verilebilir. Ancak akil insanlar için bu iki örneğin yeterli olacağını düşünmekteyim. O halde dil, iki kişinin, konuşarak, işaretleşerek ve hatta sevişerek anlaşabildiği semboller dizisi olarak tanımlanabilir.

Gelelim devleti olmayanın dili olmaz mevzusuna. Dünya dillerinden kabul edilen, Aramice, Aranca, Burgonyaca, Saho gibi bir çok dili konuşan insanların da her hangi bir devleti yoktur. Ve bu diller herhangi bir ülkede resmi dil değillerdir. Hepsini bir yana bıraksak bile, milliyetçiyim diye ortada dolanan bir insanın, böyle bir yorumda bulunması kadar komik, ironik bir durum zor bulunur. Eğer birine senin konuştuğun şeyin dil olması için devletinin olması gerek birader dersen, o birileri de devlet kurmak için elinden geleni ardına koymaz. Vatanıma canım feda derken, bölücülük yapmanın manası yok. Devleti olmayanın dili olmaz söylemi, içi tamamen boş, mantıktan, izahtan uzak, bölücülüğün söylemidir. Uzak durmakta fayda var.

Kürtçenin dil olmadığı söylenirken kullanılan argümansılardan biri de, Kürtçedeki çoğu kelimenin çalıntı olduğu söylemidir. Öncelikle şunu belirtelim. Dil biliminde çalıntılık, hırsızlık gibi kavramlar yoktur. Dillerin birbirini etkilemesi olayı vardır. 1880'lerde Polonyalı bir doktor tarafından ortaya çıkarılan Esperanto dili, bir kaç dilin karşımından oluşan yapay bir dildir. Tüm gramerini, fonetik yapısını Slav dillerinden alır. Buna rağmen hiç bir aklı başında dilbilimci çıkıpta bu dil için çalıntı demez, dememiştir. Yine sormak gerekir, acaba diğer diller nasıl ortaya çıkmıştır? Tanrı binlerce dil mi yaratmıştır? Ya da evrimi kabul edenler için, farklı türdeki maymunların farklı sesler çıkarması sonucu, "hoppadanak" farklı diller mi ortaya çıkmıştır? Belki bir kaç anadilin varlığından bahsedilebilir. Ancak binlerce dilin birbirinden etkilenmediğini zannetmek, saflık olur.

Bunun yanı sıra uluslararası platformda Kürtçe tamamiyle tanınmış bir dildir. Sadece uluslararası platformda değil, Türkiye Cumhuriyeti tarafından da Kürtçe Lozan Antlaşmasıyla dil olarak tanınmıştır. O zaman ki antlaşmada Türkiye'de Türkçe'den başka kullanılan diller olarak, Yunanca, Ermenice, Kürçe ve İbranice gösterilmiştir. Bununla birlikte 162 ülkenin üyesi olduğu ISO, yani uluslararası standartlar teşkilatı, ISO 639'a, yani dilleri iki üç harfle tanımlayan kod sistemine Kürtçe'yi de dahil etmiştir. Buna rağmen Kürtçe'yi bir dil olarak görmemeyi, milliyetçilik damarının, mantıksal sürecin önüne geçip, insanları duygusal sonuçlara varmaya zorlaması olarak görebiliriz.

Son olarak Kürtçe'nin bir iki kilometrekarelik alanda bile farklı konuşulduğuna ve bu insanların birbirlerini anlamadığına değinelim. Bunu söyleyenler genelde Zazaca konuşanlarla Kürtçe konuşanların anlaşamamasını kastederler. Zaten Zazaların çoğu Kürt olmadıklarını söylerler. Yani Zazaca konuşan biriyle Kürtçe konuşan birinin niye anlaşamadığını sorarak, Kürtçe'nin bir dil olmadığını göstermeye çalışırlar. Bu aynı İngilizce konuşan bir İngilizle, Türkçe konuşan bir Türk'ün neden anlaşamadığını sorarak Türkçe ve İngilizce'yi dilden saymamaya benzer. Sanırım bu sorunun mantıklı olmayacağı konusunda hemfikirizdir. Peki Kürtçe konuşupta anlaşamayanlar yok mudur? Tabi ki vardır. Lehçe dediğimiz kavram da, zaten bu sebepten dolayı vardır. Kim Anadolu lehçesinde konuşan biriyle, Çavuş lehçesinde konuşan birinin anlaşabileceğini söyleyebilir? İkisi de Türkçedir şüphesiz. Bu durumda Türkçe bir dil değildir denilebilir mi? Tabi ki hayır. Türkiyede de Kurmançi, Sorani gibi farklı Kürtçe lehçeleri konuşan Kürtler vardır. Nasıl farklı Türkçe lehçeleri konuşan insanların anlaşmasını beklemiyorsak, farklı Kürtçe lehçeleriyle konuşan insanların da anlaşmasını bekleyemeyiz. Bu bir dili dil olmaktan çıkarmaz.

Buna müteakip, Kürtçe yıllar boyunca bırakın eğitimi-öğretimi, konuşması bile yasak edilmiş, edebi eserleri yasaklanmış, konuşana, okuyana evinde bulundurana işkence edilmiş bir dil. Böyle bir dilin konuşulan her yerde irili ufaklı farklılar içeriyor olmasını garipseyerek, dil dışına çıakrtmaya çalışmak, hem suçlu hem güçlü olma durumudur. Yazılı Kürt edebiyatının, eğitiminin, öğretiminin gelişmesiyle birlikte, bu farklılıklar da asgari düzeye inecektir. Tıpkı Türkçe'nin geçirdiği evrim gibi.

Yazıyı anadilde eğitim hakkına bağlamayı düşünüyordum ancak, oldukça uzadı. Artık o da başka bir yazının konusu olarak kalsın. Vicdanınız ve mantığınızla düşünerek hala Kürtçe diye bir dil yok diyebiliyorsanız, o da sizin hüsnü ademiyetinize kalmış.

20 Haziran 2011 Pazartesi

RENKLER VE ZEVKLERİN TARTIŞILMAZLIĞI

Biz hemen hemen her kavramı yanlış anlayabilme kabiliyetine mazhar bir toplumuz. Bu konuda yeteneklerimiz sınır tanımıyor, hangi çılgın bize zincir vuracakmış, şaşıyoruz. 2000'li yılların gelişiyle beraber Türkiye halkı modern insan anlayışına kavuşmaya başladığından beri, insanların düşüncelerine, zevklerine karşı oluşturduğumuz bir saygı anlayışı zuhur etti. Kimilerine göre "görecelilik", kimilerine göre "renkler ve zevkler tartışılmaz" anlayışından ibaret bu fikirlere, beğenilere saygı gösterisi, bir düşüncesizlik sirkine dönüşmeye başladı.Yakında ben çocuklarla seks yapmaktan hoşlanıyorum diyen bir pedofiliye de "zevkler ve renkler tartışılmaz" denilmeye başlanırsa pek şaşırmayacam.

Renklerin, zevklerin, beğenilerin tartışalabilir olmasının nedeni, tüm bunların; yaşanılan çevre, toplumsal baskı, kültürel seviye, bilinç gibi etkenlerle şekilleniyor olmasından kaynaklanır. Edebiyat, bilim, müzik, felsefe, siyaset, sinema gibi insanı insan yapan tüm konulardaki beğenilerimiz, zevklerimiz, fikirlerimiz bu etkenlerden nasibini alır.

Bunun en büyük kanıtlarından biri olarak bu ülkenin en çok okunan gazetesi "Posta" örnek olarak verilebilir. Bu ülkenin en çok okunan gazetesinin "Posta" olması, bu toplumun her aklı başında bireyi tarafından rahatsızlıkla karşılan bir durum olması gerekir. Bu konuya "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" düsturuyla bakılamaz. Ortada bir kültür sorunu olduğu su götürmez bir gerçekliktir.

Aynı şekilde müzik, sinema, edebiyat konularına tek tek eğilelim. Bu ülkenin en çok dinlenilen insanlarının Serdar Ortaç, İsmail YK, Hande Yener gibi isimler olması kültürel bir yozlaşmanın ürünü değil midir? Bu isimleri dinleyen, beğenen kaç tane entellektüel, aydın gösterilebilir? Demek ki müzil beğenisi, bir kültürel birikim meselesidir. Tabi ki klasik müzikten haz aldığını zanneden, klasik müziği zenginlerin tekelinde gören, eş-dost salonda görsün maksadıyla operalarda fink atanlardan bahsetmiyorum. Bahsettiğim müziği gerçekten ruhuyla hisseden, hissetmek isteyen, ona uzanıp dokunabilen aydınların, entellektüellerin beğenisi. Aynı şey edebiyatta da kendisini gösterir. Çok satanlar lisetesinde sıkça yer edinen yazarların tek derdi popüler kültürün sırtına binip, halkın cebinden bir şeyler tırtıklamaktan ibarettir. Halkın kültürel yozlaşmasıyla, bilinçsiz okuyuculuğuyla beslenip, halkın şerbetine göre yazınlar ortaya çıkarır. Halkın aydınlanmasıyla değil, kasasının büyümesiyle ilgilenir. Kaliteli yazarlar, gerçek aydınlar ise 3-5 yılda bir iki bin adetlik bir baskı yapıyorlarsa kendilerini şanslı görürler. Sinema bundan çok mu uzaktadır peki? Tabi ki, hayır. Hollywood'un çerezlik filmleri, sanki yüzyılın eseriymişçesine gişe yaparken, bağımsız sinemanın örnekleri, avrupa sinemasının önde gelen başyapıtları, uzakdoğu sinemasının düşük bütçeli ama görkemli eserleri, seyirciyi kendisine çekmeyi başaramaz. Hala renklerin ve zevklerin tartışılamayacağı söylenebilir mi? Renkler ve zevkler kültürel yozlaşmayla, bilinçsiz seçimlerle şekilleniyorsa, beğenilerin tartışılamazlığı bir insanlık suçu değil midir?

Beğeni dağarcığımız o kadar küçülmüş durumda ki, kötü müzik, kötü edebiyat, kötü sinemayla beğeni haznemiz doluveriyor. Ve iyi müzik, iyi edebiyat, iyi sinema bizim için o kadar büyük ki, beğeni haznemiz bunu kabul etmiyor. Çoğumuz iyi sanatı anlayamıyor, ve uzanılamayan ciğer misali "tü, kaka" diyiveriyoruz. Sanat artık halkın çoğunluğunun dalga geçmek için kullandığı bir araç haline gelirken, sanattan anladığını düşünen iki yüzlülerin de, birbirine hava atma aracı haline dönüşüyor. Nasıl ki bir insan iyi beslenmediği zaman fiziksel olarak sağlıksız bir duruma düşüyorsa, sanatla, fikirle de iyi beslenmediği zaman ruhu sağlıksız duruma düşer. Sağlıksız bir ruha sahip insandan, sağlıklı kararlar ve sağlıklı adımlar beklemek, hayalcilikten öteye geçmez.

Ben bunu herkes Çaykovski'yi sevmeli, ya da herkes Emir Kusturica'yı sevmeli, Sartre okuyup beğenmeli diyerek yazmıyorum. Ancak, Çaykovski'yi sevmeyip Mozart'ı sevebilmeli, Kusturica'yı sevmiyorsa, Jarmusch'u sevebilmeli, Sartre'yi beğenmeyen Kafka'dan haz alabilmeli. Çaykovski'nin sevilmediği bir bünye Serdar Ortaç'tan zevk alıyorsa, Kusturica'yı beğenmeyen biri, Çağan Irmak'a tapıyorsa, Sartre'nin yazdıklarına paçavradan ibaret diyip Elif Şafak'ı göklere çıkarıyorsa, burda kültürel bir yozlaşma, toplumsal bir problem var demektir. Buna saygı gösteriyorum diyerek, "renkler ve zevkler tartışılmaz" demek bir nevi insanlığa ihanettir.

12 Haziran 2011 Pazar

SEÇİMİN ARDINDAN OLUŞAN TRAVMATİK HAVA






Fotoğrafdaki oy oranlarında az bir değişim daha oldu. Muş sarıdan maviye döndü. Bu küçük değişiklikleri de hesaba katarsam, görünen tablodan oldukça memnunum. Tek sorun sarının sosyalist bir partiyi temsil ediyor olmayışı. Yoksa ne de güzel bir 13 haziran sabahına uyanırdım, tahmin bile edemiyorum. Bunun yanında Sırrı abi (Sırrı Süreyya Önder) ve Ertuğrul Kürkçü'nün meclise girmiş olması, blok adaylarının 36'sının meclise girmiş olması sevindirici gelişmelerdi. AKP'nin %50 almış olması, CHP'nin %25'te kalması, MHP'nin %13'ü. Bu üç parti bu oyları keyiflerine göre bölüşebilirlerdi ve işin açıkçası umrumda da olmazdı. Ha CHP, ha AKP, ha MHP almış %50'yi. Umrumda değil. Hepsi muhafazakar, hepsi milliyetçi, hepsi baskıcı, zulümcü, sermayeci. İsmi CHP olmuş AKP olmuş MHP olmuş bana ne? Seçim sonuçları için fazla konuşmayacam, beni asıl alakadar eden, her seçim sonrası yaşanan, artık geleneksel diye adlandırabileceğimiz, travmatik vakalar.

Mesela artık her seçim sonrası halkın cehaletinden bahsetmek, kendinin cahil olmadığını göstermek için yeterli bir sebep. Ve bu cahil olmayan aydın insanlarımızın sayısı o kadar fazla ki, tahminen bu seçimlerde %25.91'di, cahilliği, cehaleti bitirmek konusunda hepsi birbirine güveniyor. Hayatı boyunca, bırak halkın cehaletini, kendi cehaletini bitirmek uğruna adam akıllı iki satır okumamış, iki kelam dinlememiş, teorik tartışmalara girmemiş, pratik kaygılar duymamış, halkın arasına karışıp hiç bir şeyin ucundan tutmamış olsun, sonra da "ama, ama onlar aptal yani, baksana bana, ben öylemiyim, Babam ve Oğlum izledim ben, hatta ağladım bak onda, sonra Fazıl Say konserine gittim ona ne diyeceksin, Aşk'ı okudum ben, kitap okuyurum, tüm Elif Şafak külliyatını bitirdim, manyak kültürlüyüm abi ben" demeyi de kendine yedirebilirsin. Tüm o cehaletini, cehaletimi bir kenara bırakarak soruyorum, hadi akıllısın, kültürlüsün diyelim, halk için halkın yanında mücadele vermeden, halka cahil diyebilmek nasıl bir ikiyüzlülük, nasıl bir kibirdir? İnsanın bunu söylerken birazcık da olsa utanması, söylediği lafın altında ezildiğini hissetmesi lazım. Ama nerde bizde o vicdan, nerde bizde o cesaret.

Aziz Nesincileri unutmadım tabi ki, Aziz Nesin'e saygımdan pek dokunasım gelmiyor o konuya. Ama size şunu söyleyebilirim, ben dünyanın %90'ının aptal olduğunu düşünüyorum, belki içinde ben de varım. Ancak Aziz Nesin'in o lafı söylerken şimdiki AKP'ye oy veren kitleyi kastettiğini sanıyorsanız, çok yanılıyorsunuz.

Her seçimden sonra ülkeden gitmekle vatanı tehdit etme yolunu seçen tiplemeler var bir de. Her seçimden sonra gidecem diyenler gitseydi, bence harikülade bir durum ortaya çıkardı, nüfus azalırdı yahu en başta. Gidenler muhtemelen kaymak tabakadan olacağından, araba sayısı felan da azalırdı belki, İstanbul'da rahat bir nefes alırdık. Arkadaşım sen vatansever ne demek anlamamışsın ki, kendince bir iyi gün kötü gün anlayışın vardır elbet, ona karışmıyorum. Ama bir evlilik bile iyi günde kötü günde yeminleriyle bir arada tutulurken, kötü gün dediğin vakitlerde kaçıp gitmekte ne demek oluyor. Bu nasıl bir çakma vatanseverliktir. "Ben gidiyorum ama vatan düzelince felan da geri gelirim, yerimi ayırın" demek nasıl bir kolaycılık, nasıl bir zoru gördü götüm, neyleyeydi budumculuktur. Önce kuş tüyü yataklarınızdan bir zahmet kalkıp, çalışın, uğraşın. Hem kendiniz hem insanlık için.

Bu seçimler sonrasında Emma Goldman hayranları da dikkatimi çekmedi değil. Muhtemelen AKP dışındaki partiere oy vermiş arkadaşlar bunlar. Versinler tabi, engelleyecek halim yok ya. Ama birazcık düşünüyorum, az bir şey. Yahu Emma Goldman kimdir, neyin nesidir, hiç mi bakmadınız, araştırmadınız? Sabah oy kullanıp, akşam Emma Goldman'ın benim de çok sevdiğim; "Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi, yasaklanırdı." sözünü paylaşabiliyorsunuz. Tebrikler, birkaç saatte kemalizmden, anarşizme evrildiniz. Mucizevi bir değişim. Emma Goldman anarşist bir kadındı, hapis yattı, yorulmadı, kaçmadı, ülke ülke devrim hedefiyle dolaştı durdu. Okudu, yazdı, konuştu, emek verdi, mücadele etti. Sen ne yaptın peki güzel kardeşim. İstediğin parti, birinci parti olmayınca, rahat koltuğundan onun söyledği sadece bir tek cümleyi bilerek, o cümleyi paylaştın. Bravo, artık rahat edebilirsin, evet, elinden geleni yaptın sen, inanırım. Emma Goldman için önemli olmadığını düşündüğüm, benim içinse zerrece umrumla olmayan küçük bir de ayrıntı var. Bundan çok değil birkaç zaman önce, Filistin'e yardım götüren bir yardım gemisine kalleşçe bir saldırı düzenlendi. Bu saldırının ardından herkes Hitler hayranı oluvermişçesine ortalıkta dolanan bir Hitler sözü gördük. "Gün gelecek, öldürmediğim her yahudi için bana küfredeceksiniz." gibilerinden bir söz. Ve evet güzel kardeşim, Emma Goldman'da bir yahudi çoçuğu. Bir gün O'cusun, diğer gün Bu'cu. Fikirler değişir, ama göbek atmazlar. Tutarlı ol be kardeşim, tutarlı.

Bugün nasıl geçirdik ama sevdasında olanlara da söylenecek bir kaç söz var elbet. Hiç bir iktidar yoktur ki, tepetaklak olup gitmesin. AKP'de bir gün miadını dolduracak, buna müteakip başka bir parti onun yerini alacak. Bu hiç olmayacakmışçasına particilik yapmanın anlamı var mı? Fikirsel bazda, teorik anlamda, ideolojik mevzuları savunmak dururken, particilik yapmak ne kadar anlamlı olabilir? Biraz düşün arkadaşım. Bugün sen geçirdik havasında dolaşırsın, yarın başkası. Bu ülke hepimizin ülkesi, senin bana geçirmenden ya da benim sana geçirmemden zarar görecek olan ülkedir. Farkında olmak lazım. Gerisi safsata, laf-ü güzaf, fasarya.

Şiirsel Alıntılar-2-Alper Gencer

Kral Pornografik!

İlke’ye, Funda’ya, Onur’a…

yalanım yok dünyada en çok sana hiddetlendim
çünkü sevdim
çok sevdim buna inandırdım imamı
Allah ve şahitler huzurunda sevgilim
belediye ikimizi topluma inandırdı
çoğu zaman bir öpücük kâfi mutabakattır
öyleyse attığımız imzaya ne gerek vardı
aşkımız hukuki bir gerekçeyle vurulmuştur
o imza devleti üstümüze bulaştırdı

ben seninle müşterek bir dert içindeyim
bizi yakan ateşe odun toplar gibiyiz
ben sana emir üzre esasen rezerveyim
seni türkçe düşünerek seviyorum sevgilim
anlıyorum ve derdimi anlatacak miktarda
seseni kekeleyebibiliyorumm
öyle çok kuş vurduk ki öyle çok havada
vurulacak kuşu dalından tanıyoruz
bak bu senden yaptığım uçurtmayla sevgilim
göğe kurşun sıkmayı artık yasaklıyorum
iç içe iki bozkır susuzluktan kudurmuş
bir seyyar pilavcı, bir zabıta ve köpek
çok şiddetli şeyler oluyor aramızda
seni bazen parçalara ayırmak istiyorum
sevgilim seninle pilav yemek istiyorum
kuş yerine bir zabıta vurabiliriz
bu tüm pilavcıları çok sevindirir
zabıta düşer yere köpek koşup getirir
çünkü bir zabıtayı öldürmek
seninle pilav yemek için hukuki bir gerekçedir!

yalanım yok dünyada en çok sana hiddetlendim
çünkü sevdim
çok sevdim buna inandırdım imamı
imamı inandırdım seni de inandırırım
bana empati yapma al götür bütün mal senin
beni anlaman ilişkiyi rasyonelleştirir
bir anlamı ortasından bölmek sevgilim
eve geç döneceğinin aleni bir resmidir
kör olsam ne yazar, parmak uçlarımla
sana dokunmam seni alfabeleştirir
bize bir muallâk bul gizem beslemeliyiz
kafesin kilidini bu gece indir
bırak kaçsın rahatımız hayvan gibidir
çok yıprandık daha da yıpranacağız
çünkü süratli bu mesafesizlik
fecaatle yorucu bir mesaidir
yorulmamız bu açıdan bizi meşrulaştırır
bu elimizdeki sermayedir üstelik
konformizm insanı gayrimeşrulaştırır
bu beni yanlış yerde aradığını gösterir
bana kuduz bir toplum çok yerimden yeltenmiştir
çocuk yaşta vazgeçtim insana aşılanmaktan
ben seni ısırırsam bil ki af dileyeceğim
sen benim dişlerime çok aldırma ne olur
ben onları bu yaşlara gelmek için sivrilttim

anlaşamıyoruz gibi duruyor ya o ceket
tam o sıra geçiyorum bütün üşümelerimden
tam o sıra bilesin bütün gücümle
titreyerek geçmiyorum, geçmiyorumdur senden
ben çok ceket yaktım ısınmak için
manyağın tekiyim manyağın tekisin manyağın teki!
manyak mıyız neyiz bildiğin mücevher elimizdeki!?
haritasız bir definecinin gömüyü bulmasından daha zorlu bir iştir
iki insanın birbirini diğer bütün haritalardan silebilmesi

şimdi unuttuğumuz bir rüyadan uyandık
şimdi düşman belliyoruz bu yüzden uykuları
şimdi bütün görüntüler acayip karıncalı
şimdi karım olarak sonsuza dek kalmalısın
beni zor bellemen senin kolay olmandan değildir
aslında ben çekilecek bir adam da değilimdir
yol üstünde aksamak güzergâhın şerrinden değildir
soyunmuş bir kral artık kral değildir
rüyayla düpedüz dalaşıyor gerçeklik
biz dünyayı rüyamızla donatalım sevgilim
gerçek dediğin devlet kadar puşt bir yalancıdır
seni benden ayıran her şey yalancıdır
görünen görenin körlüğüyle müttefik
kral çıplak değil,
kral pornografik!

Alper Gencer
Ekim 2010
Üsküdar

7 Haziran 2011 Salı

TÜRBANSAL MEVZULAR

Türban hakkında uzun uzadıya bir yazı kaleme almayacam. En azından şimdilik. Sadece komünist-sosyalist çevrede bolca duyduğum bir argümana kısacık bir karşı argüman sunacam o kadar.

Bir çok arkadaşım türbanı özgürlük olarak değerlendirmezken şu savı kullanır; "nasıl olur da bir mecburiyet, bir kapanma, bir örtünme özgürlük olarak adlandırılabilir?!". Peki aynı soruyu benim sana sormama ne dersin? Bu şekilde düşünen komünist-sosyalist arkadaşlarımın atladığı, çelişkiye düştüğü bir konu var. Peki o halde neden bel altıyla diz üstünü kapatmayı bir mecburiyet, ya da kadınlar için göğüsleri kapatmayı bir zorunluluk ve aynı zamanda da özgürlüğün bir parçası olarak görebiliyorsunuz? Hemen hemen her komünist-sosyalist yapılanma nüdizmi teşhircilik olarak görür ve edepsizlik olarak kabul eder. Peki ama hani bir örtünme, bir kapanma, bir mecburiyet özgürlük olarak adlandırılamazdı. Sizlerin gözünde her yeri kapatmak bir özgürlükken, neden sadece başı kapatmak özgürlük olarak adlandırılamıyor? Bir taraf toplumsal normlara amenna derken diğer taraf dini ve yahut siyasi kurallara amenna diyor. Arada bir fark göremiyorum. Aradaki farkı görebilen beri gelsin, benim görmeme de yardım etsin.

6 Haziran 2011 Pazartesi

ŞİKAYETÇİYE AÇIK MEKTUP ve AHLAK

Bir kaç haftadır ahlakla ilgili bir şeyler karalamak istiyordum. Yakın bir zamanda başıma gelen feysbuk ispiyonları artık bu konuyu daha fazla uzatmamam gerektiğini gösterdi. Feysbuk ispiyonlarından bahsedelim önce biraz. Malumunuz feysbuk denilen, içi beni  dışı seni yakar sosyal(!) iletişim ağı son yıllarda vaktimizi oldukça alan bunun yanında ücretsiz iletişim, kolay bilgilendirme ve bilgilenme konularında da faydaları olan garip bir teknolojimsi ürün. Daha sonra internetin faydası zararı üzerinden daha kapsamlı bir şeyler yazarken tekrar feysbuka döneriz. Bu konunun feysbukla olan alakası, feysbukta yazmış olduğum yazıların, bir ahlaksızlık, terbiyesizlik, edepsizlik, çiğ süt emmişlik olarak algılanılarak anneme şikayet edilmesiyle sınırlı. Hangi yazılarımın şikayet konusu edildiğine bakmak gerekirse, emin olmamakla beraber, kadınlar hakkında kullandığım seksist ifadelerin buna yol açtığını düşünmekteyim. Yani bir nevi cinsiyetçi, kadınları aşağılayıcı ifadeler.

Her türlü açıklayıcı unsuru arka plana atarak, en basit noktadan yola çıkmakta fayda var. E be güzel insan, hiç mi Schopenhauer okumadın, Kant, Platon, Aristotales, Ficthe'de mi okumadın? Hadi diyelim ki okumadın, bundan sonra oku, bir bak, ama söyleyeyim şikayet edecek bir annelerini bulman zor olabilir.

Saydığım filozofların kadınlar hakkındaki söylemlerini desteklediğim için örnek vermedim. Sadece bu büyük insanların da kadınlar hakkında neler söylediğine bir bakıp ondan sonra benim gibi küçük insanların söylemlerini yargılama gibi bir yanlış hakkı kendinizde görün. Olmayan bir hak, ama en azından kültürle, zekayla yargılandığımı göreyim.

Şimdi diğer bir basit noktadan yola çıkalım. Bir de olayın edebi boyutunu inceleyelim. Charles Bukowski, William S. Burroughs, Chuck Palahniuk, Boris Vian, Can Yücel, Neyzen Tevfik... Aklıma geldiği kadarıyla saydım sadece. Eğer bunlardan haberi olmayan bir insansanız, ahlaksal melekelerinizin ne denli zayıf kaldığını görmeniz imkansız olmasa bile imkansıza yakındır. Okuyunuz. Tane tane.

Basit açıklamalara devam edelim. Hadi diyelim ki bu insanlardan bihabersiniz, benim zamanım yok okuyamıyorumun arkasına sığınmışsınız, medeni dünyanın çarkı içerisinde, bir hamster misali koşup durmanız gerekiyor olabilir. Peki ironi, kinaye, tevriye gibi kelimelerin ne anlama geldiğini de mi duymadınız? En kısa zamanda bir sözlük edinmelisiniz. Sürekli, kadınla erkeğin ayrılamayacağından, kadın erkek denkliğinin sağlanması gerektiğinden, ataerkil topluma karşı sesini yükseltmeyen günümüz kadınını anlayamadığımdan yakınırken, seksist olmakla isnat edilmek, öfkelendiğim ve bol miktarda da şaşırdığım bir durum oldu, oluyor, olacak. Filhakika Türkiye'de yaşadığımı unutmuş olmalıyım, yoksa öfkelenmem ya da şaşırmam için bir sebep olmamalıydı.

Evet, buraya kadar gereksiz kuru laf kalabalığı yapmış olabilirim. Şimdi daha karmaşık konulardan bahsedebilir, biraz felsefe yapabilirim. Ahlaksız olduğum doğrudur. Ahlak, kelime anlamı itibariyle; "bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları, aktöre, sağtöre" demektir. Şimdi biraz düşünelim, hafızalarımızı tazeleyelim. Bundan yıllar yıllar önce cahiliye devri denilen müslümanların sonrasında gelen asr-ı saadetten örnekler vererek kasım kasım kasılmalarını sağlamış bir cehalet devri vardı. Bu devrin en göze çarpan ahlaksal ilkelerinden biri doğan ilk kadın çocuğun, diri diri toprağa gömülmesiydi. Bunun adı tam olarak ahlaktı.

Tarih boyunca bütün dinler, bütün devrimler var olan toplumsal normları yani ahlakı reddederek var olmuşlardır. Eğer ahlak toplumsal olmak zorundaysa, ki kelime tanımı itibariyle öyle olmak zorunda, o zaman o ahlakı reddetmek toplumsal gelişme için bir mecburiyettir. Çünkü ahlak dayatmadır, biz en iyisini buldukçuluktur, bir nevi obskürantizmdir. Her bilinçli insan kendi vicdanıyla, kendi ruhuyla, kendi mantığıyla kendi bireysel sınırlarını kendisi oluşturmalıdır.

Yazı yine gereksiz yere fazla uzadığı için keskin bir bitiriş yapmak zorundayım. Eğer seksten bahsediyor olmam, bir rahatsızlık veriyorsa, kendinizde sorun aramalısınız. Zira seks olmasaydı sen olmazdın, ben olmazdım, biz olmazdık. Onlar? Onlar zaten olmazdı. Kendi tahminlerime ve çevremde görüp duyduklarıma istinaden, erkeklerin %95, kadınların da %90'ının seksten hoşlanıyor olduğunu varsayarsak, seksten bahsediyor olmamın sizi rahatsız ediyor olması riyakarlığınızdan ya da medeniyet denilen maskelerden elinizde bolca var olmasından kaynaklanıyor olması gerekir.

Ve bir dahaki sefere yazdıklarımdan bir rahatsızlık duyarsanız, anneme değil bana ulaşmanızı tercih ederim. Zira o yazıları ben yazıyorum, annem değil. Bana karşı yapmış olduğunuz bu saygısızlığında farkındasınızdır umarım.

Sağlıkla daha da önemlisi bilinç ve kültürle kalın.

Şiirsel Alıntılar-1-Ece Ayhan-Ah Muhsin Ünlü

Ben şiirden anlamam pek, şiir de benden anlamaz geçinir gideriz öylece. Yine de son zamanlarda okuduğum iki şiirin ilk dörtlükleri oldukça ilgimi çekti;

Biri "Ah Muhsin Ünlü"ye ait, nam-ı diğer "Onur Ünlü". Şu yönetmen felan olan Onur Ünlü, genç nesiller Leyla ile Mecnun dizisinden bilirler sanırım.

Şiirin ismi, "Hatırlat da Haziranın Sonunda Çocukluğumu Yakalım", ilk dörtlükte de tam olarak şunları söylemiş;

Sen beni öpersen belki belki de ben Fransız olurum
Şehre inerim bir sinema yağmura çalar
Otomobil icat olunur Zarifoğlu ölür
Dünyadaki bütün zenciler kırk yaşından büyüktür
-Senegalliler dahil değil!

Bir de Ece Ayhan'ın bir şiiri var, "Mor Külhani", kitaplarından birine de ismini vermiş bu şiir, şöyle bir girişi var;

1. Şiirimiz karadır abiler

Kendi kendine çalan bir davul zurna
Sesini duyunca kendi kendine güreşmeye başlayan
Taşınır mal helalarında kara kamunun
Şeye dar pantolonlu kostak delikanlıların şiiridir

Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler