2 Aralık 2015 Çarşamba

Bir Sarhoşun Çığlığı

Merhaba Can'lar. Hadsiz bir kusuş var aşağıda. Midesi kaldırmayacak olanlar ellerini daldırmasın.

Dün sikmeli-sokmalı konuşmuşsun biraderim, gel bakayim sen şöyle bir. Buyrun, geldim?(hemen buyur abi filan tabi, yusuf yusuf yusuf) Niye saygısızlık ediyorsun bakayim sen? Sikiyordum abi ben, saygısızlık bunun neresinde? Bir siken, bir sikilene ihtiyaç duyar. Bir sikilen varsa bir "şey"leşen de vardır yavrum. Utanmıyor musun edilgen kılmaya? Destur, O'ndan başkasının haiz olduğu bir bilgi değildir bu. Ve yanılıyorsunuz; bir siken, bir sikene daha ihtiyaç duyar olsa olsa. Tuttukları işe de sikişmek diyoruz malum. Sizin kafanız karışmış kuzum, hiç iki sikenden bir sikişen çıkar mı? Düşününce, çıkıyor gibi görünüyor. Hem ne saygısızlık görme merakıdır bu. Biraz şurada da saygısızlık kalmış olacaktı, bulabilir misiniz? Sıcak, çok sıcak. Evet evet tam orası. Ahhhh, oaaahhhh. Mevzuya dönelim efendim, ciddi olalım, duruşma salonu burası. A a, çok ilginç, şu tokmaklıları görünce bir yargısız infaz bekliyor insan, nereden çıktı duruşma? Hem orada burada saygısızlık, hakaret göreceğinize biraz da cinayeti görseniz diyorum, nasıl olur? Her yerde bir saygısızlık, bir hakaret, bir anormallik gören sizler mevzu cinayet olduğunda "kör bir balıkçı"ya ihale ediyorsunuz bütün meseleyi, oluyor mu? Bal gibi oluyordur eminim. Az ben de tutayim de, yalayayim. Ben demedim, Troçki dedi.

Arada küsüratlı kelimeler kullanmak lazım; inandırıcılık artıyor.

Ne diyor Fugs;

'29 nothing
'32 nothing
'39, '45 nothing
1965 a whole lot of nothing
1966 nothing

reading nothing
writing nothing
even arithmetic nothing
geography, philosophy, history nothing
social anthropology a lot of nothing

poetry nothing
music nothing
painting and dancing nothing
The world's great books
a great set of nothing
Audy and Foudy nothing

fucking nothing
sucking nothing
flesh and sex nothing
Church and Times Square
all a lot of nothing
nothing, nothing, nothing

Karlos Marx nothing
Engels nothing
Bakunin and Kropotkin nothing
Leon Trotsky lots of nothing
Stalin less than nothing

Hadi dinleyin; The Fugs-Nothing

Bütün anneler kötüdür. Şu da mı;

Evet, bu da. Anneler değil, annelikler kötüdür. Hadi yine kutsala saldırmadan sıvıştım.













Düşündüğüm, konuştuğum gibi yaşamıyorum elbette. Praksis de ne imiş, hak getire. Teori değil heval pratiktir esas. Teorisiz pratik üretilmişlerin kurulu eylemlerinden müteşekkildir yurttaş. Öyleyken böyle, böyleyken de öyle. Sentezi savunmak pek kolay. Ne tam siyah vardır ne de tam beyaz; her şey bu ikisinin arasında bir yerlere denk gelir. Ne kadın vardır ne erkek, herkes ikisinin arasında bir yerlerde dolanır durur. "Pratikten çıkmış teori ve bu teoriyle dönüşen pratik" kabul görür. İlla ottan boktan bahsedeceğim. Mesele bu değil; mesele olduğum insandan duyduğum tiksinti. Ne yapılabilir? Bir şey yapmalı mı ya da? Bir şeylerin "farkında" olmak ciddi sorunlar doğuruyor. Üniversite bir sorun. Neye yaradığını, neden var olduğunu, neye hizmet ettiğini ve ne için kullandığımızı biliyorum. En azından bir kısmını biliyorum. Beşiktaş'ta oturuyor olmak bir sorun. Dokunabileceğiniz bir şey, biri yok. Tapusuz ev yok. İnşa edilebilecek bir alan da yok. Olsaydı ne olurdu? hiç. Yine tiksinti. Kişisel bir telefon, kişisel bir bilgisayar, kişisel bir oda kullanıyor olmak sorun. Burjuvazinin zaferinden sonra çokça özele dahil edilenin açık kabulü. Seramik-bireyleşme bu, kendiliğinden-kişi pek aksi yönde. Satın alıyor olmak bir sorun. Para dilenmek de sorun. Para ile hemhal olmak sorun. Peki ne yapıyorsun? hiç. Yine tiksinti. Şey'leşme bir sorun; şey'leşmeme de. Hegel'e göre mi, Marksistlere göre mi tavır aldığınıza bağlı. Marksist olacağız diye Hegel'den vazgeçmemiz mi gerekiyordu Bay Çok Bilmiş? Hayır, gerekmiyor. Her muhtemel soruya mutlak cevabı muhtevasında barındıran bir paragrafın çatılması da beklenmiyor. İlişkilere isimler vermek bir sorun; ana, baba, kardeş, teyze, bacanak, düşman, dost, sevgili, hanımefendi, bay... Toplumdan beklenen bir makine düzeniyle işlemesi. Bir makine belirli parçaların müthiş uyumuyla hareket eder. Parçaların boyutunu, şeklini, cinsini değiştirdiğiniz de çalışmayan bir makine elde edersiniz. İlişkilerin bu kategorizasyonu da toplum makinesinin çalışmasına devam edebilmesine katkı sağlar. Bireyler tanımadıkları anonim durumlarla karşılaşmazlar. Çalışmak, harcamak, dinlenmek ve çalışmak, harcamak, dinlenmek ve çalışmak, harcamak, dinlenmek ve çalışmak, harcamak, dinlenmek ve çalışmak, harcamak, dinlenmek kolayca uygulayabileceğiniz ve hatta uygulamaktan kaçınamayacağınız yol halini alır. Bir çiftlik hayvanını mezbahaya zorla götürmenize gerek yoktur; gidecek başka bir yer bırakmamanız yeterli olur. Ne yapalım, gidecek başka yer yok.

Olduğum kişiden bu gibi sebeplerle iğrenmiyorum tabii ki. Çok daha yüzeysel nedenlerle tiksiniyorum kendimden. Örnekleyelim. Hala aynanın karşısında nasıl göründüğüme bakıyor olmam iğrendiriyor beni. Bir kadınla tanıştığımda nasıl sikişiyor olduğunu merak ediyor olmak iğrendiriyor beni. Yazdığım birbirinden kötü paragraflara üç-beş otorite-figür karıştırma ihtiyacı midemi bulandırıyor. Eylemlere katılmaktan iğreniyorum. Türlü sempozyumlar, konferanslar, konserler ve hatta mahalle meclislerinden tiksiniyorum. Katılanlardan da. Özellikle katılanlardan. Bir avuç ne anlattığını ne dinlediğini bilmez orospu çocukları gibi görünüyorlar gözüme. Peki onlardan biri olmak? Seve seve kabul edebileceğim bir orospu çocukluğu. Bu daha da iğrenmeme yol açıyor kendimden. Yere tükürmemekten, bir başkasının yıkadığı tabak-çanakları temiz bulmamaktan, parayla satın almadığım müddetçe annem, sevgilim ya da kendimin yapmadığı bir yemeği yememekten, arkadaşlarımdan(hala varlar mı?) kitap ödünç alamayacak(ve kitabın ödünç alınabilir bir şey olmasından) kadar biriktirmeyi kutsamaktan, PKK'ye hak verip(hak benim cebimdeydi zaten) TC'ye hizmet etmekten(ah, dinleyin; Bob Dylan-Gotta Serve Somebody), yarın bir memur(belki de bir organik aydın) olacağımı bilmekten, elektrikli süpürge kullanıyor olmaktan, orgazm odaklı bir seks hayatımın olmasından, erkeklerle yeterince seks yapmamış olmaktan(bir yeteri mi vardı?), bir atı arzulayabileceğimi bilmekten, otobüse biniyor olmaktan, bugün otobüse bindiğime göre yarın arabaya da binebileceğimin farkında olmaktan, marketlere gidiyor olmaktan, fabrikasyon ürünü diye satılan cesetlere rağbet etmekten, tek bir çınar tek bir fare ile dahi ortak bir mücadele kuramamaktan ve hatta kurulabileceğine dair bir ümit beslememekten, odama tıkılmaktan, boyun eğmekten, boyun eğince her şeyin çapaksız gelip geçeceğine inanmaktan utanıyorum. Utanmak da kolay olanı.

İnsanın sevgilisi olunca canının istediği gibi de yazamıyor. Öperim yavrum en hassas yerlerinden. Aşacağım bir şeyleri daha. Yazamamak kendimden.

Metnin şarkı önerisi; Goddamn Gallows-Y'all Motherfuckers Need Jesus
Metnin film önerisi; Gerard Damiano-Deep Throat


1 Aralık 2015 Salı

Ayık Rahatsızlık Notları

Merhaba Can'lar.

Alternatif rahatsızlık belirtileri;

a) +Rahatsız mısın?
-Elhamdûlillah.

b) +Rahatsız mısın?
-Absolutely.

a) "Can'cığım bunları sana yakıştıramıyorum yavrum"culuklarla başım bir hayli dertte. Sanıyorum, pek çokları gibi, ciddi bir sahtekarlığa bulanmış durumdayım. Kişinin kendisine yabancılaşması ile zaten handiyse kaçınılmaz olan, ambalajın bunca önemsendiği bir zamanda da kişinin kendisinden kopuşunun arzulanır hale bürünmesiyle de meşru ve hatta zaruri bir riya bu. Kim olduğumuzla, kim olmak istediğimizle ilgilenilmiyor artık; mesele, ne gibi olduğumuz. Uzun uzun sevişeceğimiz, uzun uzun sövüşeceğimiz, ağır ağır, tadını çıkarta çıkarta tüketeceğimiz kişiler değiliz artık(tüketmemeyi öğrendiniz de, ben mi tüketimin hızına takılıp kaldım, hıh). Hemen hemen her tüketim ürünümüz gibi ilişkisel tüketimlerimiz de hazır, dondurulmuş, ısıt-tüket-at formunda. Haliyle kim olduğunuzun bir önemi yok, zira kimse(kimseden bahsetmek mümkünse), kim olduğunuzla ilgilenebilecek kadar sizinle olmayacak, Bireyin, bir başka bireydeki basit görüntüsü, bir küçük insanın çöp-insan çizimindeki kadar(anca bu kadar) karakteristik görüntüsü, bir başka bireyin, bireyi tanımlaması, bireyden sağlayacağı faydayı alması için yeterli. Ne var ki klasik marjinal faydanın süreğen tatminsizleşmeyi gösterir eğrisi bu civarda bir sorunun da habercisi. Herhangi bir dondurulmuş ürün aldığınızda, dondurulmuş ürünün size verebileceği her şeyin önceden farkındasınızdır. Ve ürünün muhtevası(muhteveya ürün tezgaha düşene kadar olan her aşama dahil) değil, paketin kendisi önem arz eder. Paketi var eden içeriğin hangi şartlarda, hangi emeğin ikamesiyle, ne gibi süreçlerden geçerek önümüze getirildiğiyle ilgilenmeyiz. Orada bir paket ürün vardır ve sanki az önce ağaç dalından koparılmış gibi bir muamele görür. Kişi tükettiğine yabancılaşmıştır. Ürünü yersin, yaşamsal fonksiyonların için önemli kabul edilen maddeleri alırsın, bir kısmını sıçarsın ve yarın tekrar aynı ürünü, aynı yerden, aynı duygusuzlukla almak için çalışır, para kazanır ve sıraya girersin. Buraya kadar sorun yok(dağ gibi sorun var tabi. Ama bunu sorunsuzluk olarak kabul edene de ne diyelim? Mahmut mu diyelim?) diyebiliriz. Vallahi de billahi de bunu yapabiliriz. Sizi kırmam, bilirsiniz. Ama siz de can'larım, bu noktadan sonra, modern bireyin tatminsizliğinden, bireyin toplumlaştığından, bir de üstüne üstlük insanın kendisine yakışanı giymesi gerektiğinden ve bu gerekliliğin dertlerinden, burjuvazinin medeni buhranlarından nasıl da muzdarip olduğunuzdan bahsetmeyiverin. Sikerler, ne bekliyordun?

b) "Can'cığım bunları sana yakıştıramıyorum yavrum"culuklarla başım bir hayli dertte. Pardon bayım, sizin yakıştırmalarınıza göre bir "ben" inşa etmem gerekliliğini gözden kaçırıvermişim. Affedecek misiniz beni? Daha da doğrusu affedebilecek misiniz? Ancak artık beni affedemezsiniz. Bir masayı bir vazoyu affetmeye benzerdi doğrusu bu. Peki ne yapalım? Belki penisime yakışmıştır(gülelim mi bu yapacak bir şey bulamayınca penisini avuçlayan erkek tiplemesine?). Bakmak ister misiniz? Sikerler efendim, yakışanı da, yakıştırdığınızı da. Siktiriniz pek düzenli olarak, evet evet, siktiriniz. Sağda solda ikon-köle görmeye bu kadar arzuluysanız, siktiriniz efendim. Sizden hoş, sizden daha hoş kim ikon-köle olabilir? Olmaz. Birilerini bir kategoriye dahil etmiş ve kategorinin sert tanımlanışına bu birilerinin görüntüsünü hapsetmiş olabilirsiniz. Bu pek az dahil edileni, neredeyse tamamen dahil edeni ilgilendirir. Sizinle ilgili olanla da siz alakadar olunuz. Kendi hoşnutsuzluklarınızı, olmamışlıklarınızı, arzularınızı, fantezilerinizi, kıskançlıklarınızı başkalarına boca etmeyiniz. "Yoksa sizi hırpalarım. Öyle kalemle de yapmam bu işi Orhan Pamuk gibi, gerçekten hırpalarım."

Bölüm dipnotu: Yok lan öyle "yakışmıyor sana bunlar" diyen birileri. Kıyıda köşede kalmaktan şizofreniye bağladım. Kendimden kıymetlilik devşiriyorum.

a) Hayvan barınaklarıyla derdim var. Hayvan barınakları insan dışındaki hayvanların rahatlıkları için değil, insanın rahatı için inşa edilir. İnsanın dışında kalan hayvanlar için bir toplama kampıdır. Hayvanlar tutuklanır, içeriye atılır ve kimi yerlerde kısa bir süre içerisinde öldürülürken kimi yerlerde de çabuk ölmesi için gereken tüm koşullar hazırlanır. Tüm bunlardan sağ kurtulmayı başarmış(kurtulmak denirse) olan bir kaç sözüm ona "şanslı" olanı da sıcak bir eve sahip olanlarca "sahip"lenilir. Evet, "sahip"lenilir. Eve sahip olduğumuz manada sahiplenilir. Ahahah; şansa bak. Ölümle korkutup sıtmaya razı etmek mi desek, daha da ileriye gidip, sıtmayla korkutup yavaş ve sancılı bir ölümün arzulanışına ikna etmek mi desek? Ne yapalım? Barınakları yıkalım da insanlar geç vakti sarhoş sarhoş evlerine dönerken köpek saldırısına mı maruz kalsınlar? Hem bu kadar barınak hayvanı yiyecek aşı, sosyalleşecek alanı nereden bulacaklar? En iyisi barınaklar ayakta kalsın, arada sırada biz onlara kulübe yapalım, veterinerler üretip sağlıklarıyla ilgilenelim, mama götürelim ki mama üreticileri de para kazansın, mama üreticileri para kazansın ki, daha fazla sokak hayvanı üretim çiftlikleri kurulabilsin, ticaret sürsün, böylece sokak hayvanları daim olsun, barınaklar kalsın, tartışma sürsün. Sonra? Sonra ben ölüyorum işte. Artık gerisini benden sonrakiler düşünür, ben tatminime baktım. Orgazm? Mümkün mü?

b) Hayvan barınaklarıyla derdim var. Barınaklarda hayvanlar neden kafeslerin içerisinde, duvarların ardında tutuluyor? Hayvanları korumak istediğimiz birileri mi var dışarıda? Kaçıyorlardır garanti bunlar. Arzuluyor olsalar bulundukları yeri ne kafese gerek var ne de duvara. Esasında bunun daha anlaşılır olanı insanların kafes içerisinde bulunması olurdu. Büyük bir alanda "özgürce" takılan hayvanlara yardımcı olmak isteyenlerin kafesli araçlarla bu işi eda etmesi birazcık daha mantıklı. Birazcık daha mantıklı dedik, doğru demedik, saldırma hemen. Yoksa ne alanı, ne yardımı ahmak herif. Kır bacağını otur evinde. Bir bok becerdiğin yok, en azından gölge etme. Yok ama, illa yardım edecek, lütfedecek, verecek. Kolay mı vermeden, lütfetmeden, zekatını, sadakasını eksik ederek yaşamak? "Ama bunlar sokakta yaşayamaz?" Sokağını sikeyim o zaman. Git doğru düzgün, insanca-insana göre olmayan, üzerindeki tüm canlılara saygılı, neredeyse tüm türlere eşit mesafede durabilen bir sokak inşa et. Çalış lan en azından. Pezevenk misin? Hem işin ticaretine katkıda bulun, hem sokağın halı hazırda kurgusuna katıl, hem insana köle soyların üretimine ortak ol, sonra da; "sokakta yaşayamaz bunlar" de. Senin yüzünden sokakta yaşayamıyor zaten. Senin yüzünden bir sokak var, senin yüzünden böyle bir sokak var, senin yüzünden bir sokak-hayvanı kavramı var. Şimdi burjuva endişelerini de alıp şu köşede dök varlığının derinliklerinden gelmeyen yaşlarını.

Bölüm dipnotu: Barınaklar yine de kalsın abi. Analarını-babalarını sikelim bunların.(Böyle analı-babalı yazınca sorun kalmadı değil mi gezizekalı? kafa bu kadar.)

a) Cumhurbaşkanına, başbakana hakaret davaları aldı başını gidiyor. Hakaretlerinizden tek tek öperdim ama hakaret yok ki ortada öpeyim. Sıradan yurttaş cumhurbaşkanına hakaret edemez. Etmez ya da etmemeli değil, edemez. Hakaret kurgusu gereği hiyerarşik bir yöne ihtiyaç duyar. Ne demek istiyoruz? Acele etme yavrum, anlatıyorum işte. Hakaret etmek, ancak hakir/hor görmenin mümkünlüğü ve bu hor görüşün, hor görülende bulacağı karşılık ile mümkün olabilir. Bir saksının beni hor göremeyeceğini bildiğim gibi bir salatalığın ya da bir güvercinin de beni hor göremeyeceğini biliyorum(Evet, biraz iddialı oldu bu. Ben de sevmedim). Nereden biliyorum? Sosyal statünün asimetrik basamaklarında çene çalarkene daha üst bir konumu işgal ettiğimi fark ediyor olmamdan biliyorum. Dolayısıyla güvercinin bana şakıması hakaret içermez, ancak ben bir güvercine binlerce hakaret fırlatabilirim. Benzer bir durum cumhurbaşkanı ile sıradan yurttaş arasında da var. Cumhurbaşkanın egemenlikten aldığı pay, aramızdaki asimetrik konumlanış; ancak ve ancak cumhurbaşkanının bana hakaretini mümkün kılar. Cumhurbaşkanına hakaret, ancak, statü puanlarını birleştirenlerin topluca, sistemli bir söylemiyle mümkün olabilir. Öyle şu insan minicik köşesinde şunu söylemiş, beriki yirmi kişiye verdiği konferansta bunu demiş ile olmaz bu işler. Bu benim sokaktaki güvercinden işkillenip kafayı çakmama hak yol demem gibi bir şey. Olur mu lan böyle şey? Ayrıca bizim buralarda göte göt derler demeden de edemeyeceğim. Kandırdım; bizim buralarda göte göt diyebilecek göte sahip kimse yok.

b) Cumhurbaşkanına, başbakana hakaret davaları aldı başını gidiyor. Koca koca adamlar(kadını az bunların. kadının kadını az ya hu) ne diye bunlarla uğraşırlar? Sikeyim hepsini. Bugün ne de çok sikiyorsunuz efendim? Öyle denk geliyor azizim, takılma sen bunlara. Partinizin karizma liderisiniz. Partiniz neredeyse parti-devlet. Haliyle neredeyse siz "tek adam"sınız. Nedir bu hınçla saldırının nedeni? Çocukluğunuzdan kalma bir travma mı? Hala hakim olunmamış küçücük adacıklara da mı göz diktiniz? Bir bırakın ya hu, bırakın da şu çocuklar biraz nefes alsınlar ha? Ne dersiniz? Tabii ki hayır diyeceksiniz. Çünkü size atılan bir taş ne kadar ufak olursa olsun otoritenizin mutlak olmadığını görünür kılınıyor, mutlak olsaydı, taş atılabilir olmayacaktı. Her defasında bu hatırlatma rahatsız ediyor sizi, öfkelendiriyor. Kazandığınız davalar dahi öfkenizi dindirmiyor. Bu halde "korkma, titre Yezid".

Bölüm dipnotu: F. A. ben miyim?

Metnin şarkı önerisi; Asian Dub Foundation-Buzzin
Metnin şarkı önerisi: Belvaux, Bonzel&Poelvoorde-C'est arrivé prés de chez vous

Bir Sarhoşun Notları

Merhaba Can'lar. Sana da merhaba, boş bir mideyle umarsızca kalem sallayanın ayak uçlarına teklifsizce sokulan mağrur aralık soğuğu. (Şairane oldu mu? olamadı.)

Tahir Elçi'yi öldürdüler. Entelektüel/aydın ya da mevkî "fatih"i birileri ekranlarda çok görünür olmaya başladığında, babam; "Sonraki dönemde vekil olur bu" derdi. Tahir Elçi'nin son dönemdeki bu görünürlüğü babamın bu sözünü hatrıma düşürüyordu ki vuruldu Tahir Elçi, vekil de olmadı. Bilmiyorum, vekil olmak gibi bir insiyatifi, düşüncesi yoktu belki. Malum, Kürt'ün, sıkı Kürt avukatlara ihtiyacı var(etnik milliyetçilik demeyin, tepelerim).  İktidarın/egemenin olduğu yerde, bizim için Türkiye'de, Kürt'ün payına düşen bu kampın karşısında kalmak ve tabii ki suçsuzluğunu/meşruluğunu tekrar ve tekrar, bu kampa, ispat etmek zorunluluğudur. Haliyle Tahir Elçi gibi "sıkı-avukat"lara çokça ihtiyacı var Kürtlerin. Yine bu ihtiyaç sebebiyle de öldürülmüş olması pek beklenir bir durum. Ne olacaktı? Bir de besleyecekler miydi? "Su testisi su yolunda kırılır" diyen bile olacak derdim ama, ben bunu söyleyemeden mevzu bahis cümle pek aydın olanlarımızca kusulmuş vaziyette.

"Su testisi su yolunda kırılır" diyen akademiklerin olduğu bir toplumda Tahir Elçi'yi kim öldürdü sorusu da anlamsızlaşıyor. Polis memuru öldürse ne olur, PKK memuru(militan-memur ayrımı burada önemli) öldürse ne olur? Öldürenlerin, öldürenleri azmettirenlerin, azmettirenleri var edenlerin ortaya çıkarılması neyi değiştirebilir? Bundan sonra benzeri bir durumu ortaya koyacak olanlar çekinsin/ürksün diye bu insanların cezalandırılmasını istemek; tecavüz edeni hadım etme arzusuyla ya da ibret olsun diye Taksim Meydanı'nda 3-5 kişiyi sallandırma arzusuyla çokça ilintili. Her bireyin kendisini kendince ifade edebileceği, bu ifade araçlarına rahatlıkla ulaşabileceği ve kişinin kendisini yönetilir ve hatta yönetilmesi gereken şey olarak görmekten vazgeçtiği, kısaca kişi'liğini, kişi olma ehliyetini önemsediği bir toplum hasıl olmadıkça; bugün Tahir Elçi öldürülür, dün Hrant Dink öldürüldü, yarın da bir başkası öldürülecek. Birilerini, bu olmasın diye, daha önce bunu gerçekleştirenler üzerinde yapmış olduğunuz kötü muameleyle, işkencelerle korkutabilirsiniz. Kimsenin kimseyi silahla öldürmediği bir toplum da yaratabilirsiniz. Ne var ki, suikast ve cinayet, insanların aklından, zihninden çıkartamayacağınız bir yönelim olarak yaşamaya ve sadece izin görmediği alanları terk edip meşru algılanabileceği yeni alanları işgal ederek var olmaya devam eder. Tabii ki bir can'ın yitmemesi, "kutsal bir tür olarak insan" söylevine(evet, bir nutuktur bu) yaslanarak önemseyeceğimiz bir durum olabilir. Ne var ki sadece bir ilizyondan ibarettir bu; çözüm değil, vicdani bir rahatlık kurgusudur.

Tarkovski'nin Offret'indeki şu sekansta bahsi geçen ya da kilise müziğinde var olan veya Foucault'nun Cinselliğin Tarihi'sinin şu sayfasının bu paragrafında geçenli cümleler kuramayacağım hiçbir zaman.  Halbuki nasıl piyasası var bu işin, anlatılmaz. Ciddi bir pazarı olan önemli bir ürün-söylem. Çoğunlukla bu tarz cümleler otorite-argüman diyebileceğimiz bir kavramın zorlamasıyla sohbete boca edilir. Kurulan cümlelerin niteliği değil, kaynağı önemli hale gelir ve en zayıf anınızda Marx'ın kurduğu bir cümlenin zikri (ya da en azından kurduğuna inanılan) tartışmayı lehinize çevirmek için yeterli olabilir. Hoş değil ama, etkili. Dona kaçan "bir kısım bok" kadar etkili.

Bilginin görünümü değişti. Bir vakit kadar önce bir şeyleri bilmek, pek çok şeyi anlamakla vuku bulan bir vaziyetken, şimdilerde, bilmek, bilinenin bilindiğinde dair düşülen ansiklopedik notlara sahip olmak veya bu notlara ulaşabilmek için gereken araçlara sahip olmakla sınırlı. Tabii ki eski filozof-bilim insanlarından(onlar tabii ki bilim adamıydı, bilim insanı değil) bu yana bilgi'nin kapsamına alabileceğimiz pek çok şey icat edildi, keşfedildi ya da inşa edildi. Haliyle, tabii ki Aristoteles, Sokrates ve hatta Schopenhauer, Nietzsche gibi her şeye hakim "otorite" figürler bekliyor ya da arzuluyor değilim. Ne var ki "bilmek" de böyle bir şey değil. Ortada "bilme"ye karşı işlenmiş bir suç varmış gibi görünüyor ve ilk taşı atanlar da Fransız akademi çevresi ve/veya ansiklopedi çevresi gibi. Bu tespit ile kurtulmak mümkün mü? değil. Aramayarak, incelemeyerek, sormayarak, kavramayarak sorumlusuyuz bu ihanetin.

İhanet deyince bir irkilmedim değil doğrusu. Bu gibi kelimelerden(ne gibi?) rahatsızlık duyuyorum. İhanet, kavramsal kurgusu gereği(ontolojik denebilir mi?) bir egemene ve bu egemene biata ihtiyaç duyar. Bir piramit kurar ve bu piramide bağlılık bekler. Bir yandan buna itiraz ederken bir yandan da piramitin inşasına katkıda bulunanın piramidi teklifsizce terk edişine bir meşruluk alanı açmamaya gayret etmek de gerek. İhanet, ancak, oluşturulanın inşasında görev alanın, bu görevi arzulayanın, bir makam işgal edenin bu görevi ve makamı inşanın çıkarından ayrıksı bir bağlamda kullanmasıyla söz konusu olabilir diyebiliriz bu halde. Tesadüfi bir ilişkinin içerisinde tesadüfen kalmış bireyin herhangi bir eyleminden "ihanet" olarak söz etmek; klasik milliyetçi/cemaatçi söyleme angaje olduğumuzu gösterebilir. Yanlış anlaşılmasın, belirtelim.

Post-modernizme meyli olan birisiyim. Böyle söylediğimde nedense bir yücelik kaplıyor içimi. Deleuze, Lyotard, Derrida, Foucault(post-modernist mi evladım Fuko) okuyor olmak kendi başına bir kıymetlilik belirtisi gibi. Peki gerçekten öyle mi? Sıradan bir "kendiliğinden" okuma serüveni(kendiliğindenlik belirli bir öğretim sistemine tabi olmadan yapılan bir okumayı imliyor. Yoksa okuma serüveni, kaçınılmaz olarak, okunmuşların açtığı yolda olmak zorundadır, haliyle kendindenlikle bir ilgisi pek yoktur.) mevzuyu Marx'a, Engels'e; onlar da işlevselcilere, yapısalcılara, eleştirel kuramcılara ve doğal olarak post-modernistlere kadar zaruri olarak getiriyor. Doğal bir süreç bu. Döngünün dışarısında kalmak da pek olası değil. Bununla kendini kıymetli hissetmek, "%99'u" Müslüman olan bir ülkede Müslüman olmaktan gurur duymaya benziyor. Olmasaydın kıymetliydin, bu da belki.

Roland Barthes, nedendir bilinmez(ben biliyorum da, siz bilmeyin), bir yerlerde "sokaktaki köpek havlar, resimdeki köpek havlamaz" dediğinde ne müthiş hataya düşeceğini tahmin edebilir miydi? Hayır, ifadeniz baş aşağı duruyor; "sokaktaki köpek havlamaz, resimdeki köpek havlar". Bir şeyi, eylemi, vaziyeti ifade edebilmek, ifade edilecek olanı tanıma, anlamlandırma ile, yani, daha önce var olan anlam ile ilişkilendirip tekrar kullanıma sunmak ile mümkün olabilir. Bu var olanın ifadesi değil, var olanın çağrıştırdığının ifadesidir. Köpeğin köpekliği daha önceden bildirilmiş köpek görüntüsü ile anlaşılır ve bu görüntü köpeğin köpekliğine meşru bir alan açar. Ne var ki köpeğin köpekliği sadece bildirilmiş olanın görüntüsünden ibarettir ve yalnızca görenin, ifade etmek isteyenin o dar kavrayış ve ifade ediş sürecinde bir anlam kazanır. Sokaktaki köpek havlamaz, sokaktaki köpek koşmaz, sokaktaki köpek vals yapmaz. Sokaktaki köpeğin sokaktaki köpek oluşu dahi ancak sokaktaki köpek dediğimizin bizde zaten var olan bilgisi ile mümkündür. Haliyle sokaktaki köpek havlamaz; havlayan, bize daha önce bildirilmiş olandır. Havlama sadece tekrar tekrar karşılaştığımız bir koddan ibarettir. Durduğu yerden arada sırada çıkarırız. Tam da bu sebepten, eğer bir köpek havlayacaksa ve biz bu bilgiye sahip olabileceksek, bu ancak sanat gibi ortaya çıkarılan, inşa edilen bir yerde mümkün olabilir. Durduğu yerden havlayan köpeği çıkarırız ve havlayan köpek olarak istediğimiz yere bırakırız. Üzgünüm Barthes, size katılamayacağım.

Saçma'ya sarılınız. Çirkine, ucubeye, şizofrene, deliye, pagana, anonime, manası kavranmamışa, gölgesi satılmamışa, yolu olmayana sarılınız. Hoş şeyler olacak bu çevrede, merak etmeyin.

Metnin şarkı önerisi; Transglobal Underground-Step Across the Edge
Metnin film önerisi; Shohei Imamura-Kuroi Ame