27 Kasım 2011 Pazar

Türkiye Devleti'nin Kardeşlik Söylemi ve Samimiyet

Yıllardır dinler dururuz devletin ileri gelenlerinden; "Türk, Kürt kardeştir, bölücüler kalleştir", "Et ve tırnak gibiyiz", "Vatanın bölünmez bütünlüğü" gibi söylemleri. Ancak bu söylemler inandırıcılıktan ve samimiyetten nasibini almamış, toplumun gazını almaya yönelik söylemlerden ibarettir. Türk ve Kürt ancak ve ancak bir Kürt, Türk olduğunu söyledikten sonra kardeş olabilir. Anayasamız bile Kürt'e Türk olduğunu söyler. Kürtler'in kart kurt seslerinden çıktığı, Kürtçe'nin bir dil olmadığı, Kürtler'in dağda yaşayan Türkler olduğu ve zamanla Farslar ve Araplarla yakın ilişkiler kurmaları sonucunda dillerini unuttukları ve Türklük'ten uzaklaştıkları gibi, devletin yok sayıcı iddialarına girmenin, bunları tek tek açıklamanın günümüzde laf-ı güzaf olduğuna inanıyorum. Zira artık devlet Kürt'ün ve Kürtçe'nin varlığını resmi olarak kabul etmiş vaziyette. Gerçi Lozan'da da kabul edip, daha sonra bunun aksini desteklercesine bazı eylem ve tutum içerisine girmiş olsa da, biz yine de bugün ihtiyatlı olmakla birlikte devletin bu söylemine güvenmeye çalışalım.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri, Türk ve Kürt'ün kardeşlik söylemi, bir üvey kardeşlik söyleminden ibarettir. Türkler, bu memleketin, öz evladı, Kürtler ise cami avlusunda bulunup, eve alınmış üvey küçük kardeştir. Devletin ilk yıllarından beri, süregelen bu dışlanmışlık, bu aşağılayıcılık, yasaklamalar, işkenceler; reaksiyonel bir direnişe dönüşünce de, bu sefer Kürtler, terörist, bölücü, vatan haini oluvermişlerdir.

Kıbrıslı Türkler, Iraklı Kürtler'in yaşadıklarının on binde, yüz binde birini yaşamış olmasına rağmen, Kıbrıs'a operasyon düzenleyen Türkiye; Irak'da yapılan Kürt katliamına, Halepçe Katliamına, cılız birkaç ses çıkartmak dışında hiçbir şey yapmamıştır. Bu birkaç cılız seste, Saddam Hüseyin'in, "bir daha teröristlere karşı yapacağınız operasyonlarda yardım etmem, sesinizi kesin" söyleminden sonra tamamen kesilmiştir. Bu ikircikli yaklaşımın varlığında, devletin resmi görüşünde Kürt ve Türk halklarının kardeşliğinden söz edilebilir mi? Eğer bu kardeşlik varsa, Kürtler'in maruz kaldığı katliama Türkiye nasıl sırtını çevirebilmiştir? 450bin insanın sınırda yığılmasının ardından bunların elli bininin içeriye alınması nasıl açıklanabilir? Bulgaristan zulmünden sonra gelen Türkler için, "Kapımız, hepinize açık", "Türkiye zengin ve güçlü bir ülke, milyonlarcanıza bakarız", "Soydaşlarımız geliyor" diyen medya grubu, nasıl oluyor da Kürt sığınmacılar için, "Türkiye ağır masraf altına girdi", "Kürt sığınmacılar bir an önce ülkeden gönderilmeli", "Kürtler'in bakımı için batıdan para talep edilmeli" gibi söylemler içerisine girebilmektedirler. Bunun Türk ve Kürt halklarının kardeşliğiyle açıklanabilir bir tarafı var mıdır? Bulgaristan'dan gelen Türkler için, tüm gücüyle uğraşan devlet, Irak'dan gelen Kürtler için neden aynı tavrı sergileyememiştir? Bulgaristan'dan gelen Türkler, Türkiye'deki akrabalarının yanına yerleştirilebiliyorken, Irak'dan gelen Kürtler, neden Türkiye'deki akrabalarının yanına yerleştirilmemiştir? Hani kardeşlik, hani et ve tırnağın ayrılmazlığı?

Kürtler sadece Türkler'den değil, tüm batı dünyasından ve islam dünyasından da, destek görmemişlerdir. Halepçe'ye atılan, kimyasal bombalardan sadece iki gün sonra düzenlenen İslam Konferansı; katliam karşısında sessiz kalmayı tercih etmiştir. Nufusunun büyük bir çoğunluğu müslüman olan(kaldı ki, insanlık dışı bir olayı islam konferansının kınaması, yaptırımlar uygulaması için, din birliğinin gerek olmadığını hepimiz kabul ederiz sanırım) Kürt halkı bu zulme karşı neden desteksiz bırakılmış, neden savunulmamıştır? İslam Konferansı'nın bu davranışının islamiyetle nasıl bir alakası olabilir? İslamcıların İran-Irak savaşı sonrasında, genellikle Filistin halkı için düzenlenen ancak kimi zaman Halepçe protestolarının da yaşandığı mitinglerde, Kürtçe sloganlara verdikleri tepkilerin nedeni nedir? Halkı Kürt, dili Kürtçe olan bir halkla dayanışmak için Kürtçe slogan atanlara, tepki gösteren islamcıların, islamcılıkla nasıl bir alakası olabilir? Her fırsatta Filistin için miting düzenleyen, uluslarası örgütlere konuyu taşımaya çalışan islam ülkeleri, Kürtler'in hakkını savunmaktan bu kadar aciz olabilirler mi?

Katliam sırasında ses çıkarmak, ekonomik ve politik çıkarları, insanlığın önüne koymamak, her devletin harcı değildir. Bunu dünyanın diğer devletlerinin, hatta ve hatta, sosyalist devletlerin dahi tutumunda görmemiz mümkün. Ancak en azından, katliam sonrası oluşan mağduriyetin giderilmesi için bir takım uğraşlar içerisine girilmesi, bu devletlerden beklenebilir. Nitekim bu amaçla, Birleşmiş Milletler, Halepçe'de kullanıldığı düşünülen Kimyasallarla alakalı olarak, Irak'a bir gözlemci heyeti göndermiştir. Ancak Irak, gözlemci heyetine izin vermemiş, bunun üzerine aynı heyet, Türkiye'de bulunan mülteci kampında araştırmalar yapmak için Türkiye'den izin istemiştir. Ne var ki, Türkiye de bu heyete izin vermemiştir.

Kürtler hem islam aleminin, hem de Türkiye, İran, Suriye ve Irak devletlerinin, üvey evladı gibidir. Coğrafyaları dört devlet tarafından parçalanmış, bölünmüş, İran'da Fars, Türkiye'de Türk, Suriye ve Irak'da Arap olmaya zorlanmışlardır. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, vatan haini ilan edilmişler, aşağılanmışlar, bölücülükle suçlanmışlardır.

Kürtler'in egemenler tarafından bölücü olarak adlandırılmaları, vatan haini sayılmaları için, Kürt'üm ve Kürtçe konuşuyorum demeleri yeterlidir. Devlet Kürtler'den bir hiç olmalarını beklemektedir. Bir artı birin bir olmasını beklemektedir. Peki, bir artı bir, hiç bir eder mi, Türk artı Kürt, hiç Türk eder mi? Demagojide usta olanlar sık sık Kürtler'in her koşulda, Türklerle eşit olduğunu, hatta Kürtler'in bu ülkede, başbakan, cumhurbaşkanı, bakan, doktor, avukat olduklarını söyleyerek, ortada bir sorun olmadığını, bu yüzden var olan sorunların sebebinin Kürtler olduğunu iddia edebilmektedirler. Yani hem suçlu, hem güçlü olma durumu. Evet, bu ülkede Kürt, cumhurbaşkanı olabilir, başbakan olabilir, ancak bunlar Kürt'ün, Kürt olmadığı sürece var olabilecekleridir. Kürt, Kürtlüğünü reddettiği zaman olabilecekleridir. "Ben Türk'üm", "ne mutlu Türk'üm diyene", "varlığım Türk varlığına armağan olsun" dediği sürece bir Kürt, her şey olabilmektedir. Aksi taktirde, bir Kürt'ün olabileceği tek şey, mahkumluk, yaşayabileceği tek yer de, zindanlar, hapishanelerdir. Buna rağmen, bir Türk'ün çıkıp da, Kürtler bu ülkede her şey olabiliyor, hani nerede eşitsizlik diyebilmesi kadar riyakar bir davranış, zor bulunur.

Biz sosyalistler, komünistler, anarşistler, yıllardır 'biji bıratiya gelan' yani 'yaşasın halkların kardeşliği' diyip duruyoruz. Ancak kardeşlik treni kaçırılalı çok oluyor. Şapkamızı önümüze alıp düşünmenin zamanıdır şimdi. Dostluk treninin de kaçmasını mı bekleyeceğiz, yoksa somut adımlar mı atacağız? Zira genç Kürt nesli; kurşun seslerinden, bomba seslerinden başka ses duymadan, teyzelerine, halalarına, ablalarına, annelerine tecavüz edenlerden, babalarına, amcalarına, dayılarına atılan dayaklardan, bok yedirmelerden, cop sokmalardan, işkencelerde ölmelerden, zindanlara atılmaktan başka bir şey görmeden büyüdüler. Geçmişin çocuğu, şimdilerin gençleri bu nesilin barışa ulaşabilmesinin tek yolu, şimdiki akil kürt neslinin, görece daha güzel günleri görmüş neslin zamanında, yani hemen, şimdi ulaşılabecek bir barışla mümkün olabilir. Kardeşlik trenini zaten kaçırdık, dostluk treni de kaçmadan, bölünme zaruriyet haline gelmeden barış, hemen, şimdi.

21 Kasım 2011 Pazartesi

BİR SARHOŞUN NOTLARI

Sıklıkla toplumsal baskılardan etkilenmeyen, çocuk yaşta savunmasız aklı, büyükleri(!) tarafından kirletilmeyen her insanın biseksüel olacağını düşünüyorum. Yani seksin haz almaktan ibaret olduğunu düşünecek olursak, bunu duygusal birliktelikten ayırıp ona göre yaşarsak, biseksüel olmamak için hiçbir neden göremiyorum. Ancak Türkiye toplumu lgbt bireylerine karşı o kadar düşmanca bir tavır içerisindedir ki, bunu söylemek bile linç girişimine maruz kalmak için yeterli olabilir. Yine de aynı toplum, birden fazla kişiyle evliliğe bu kadar tepki vermez, çocuk yaştaki gelinlerin varlığına bu kadar tepki vermez. Nasıl bir toplum olmuşuz, bunu bile düşünmez.

Sinkaflı kelimelerin neden küfür olarak algılandığını anlamıyorum. Birisini sikme, becerme istemenin küfür olarak algılanması, ataerkillikten başka bir şeyle açıklanamaz sanırım. Seni sikerimin küfür olduğu hiç bir yerde, beni sik demenin küfür olacağını sanmıyorum. Ananı sikerim demek kimi zaman cinayet sebebidir, ancak baban beni siksin demek kavga nedeni bile olmaz, hatta kavgayı bitirir, o derece dalga geçilesi bir söylemdir. E, o zaman biz, heteroseksüel kadınlara, kadınsılara, pasif gaylere, her birlikte olduğumuzda küfür mü ediyoruz, sövüyor muyuz? Kadınlar sövülmeye mahkum yaratıklar mı? Küfürü severim, iyi kullanana da saygım vardır. Ancak küfürlerimizin ataerkillikten nasibini aldığı ve bununla mücadele edilmesinin gerekliliği de bir realite.

Esrarkeşlere karşı genel bir toplumsal önyargı mevcut. Çoooook lanet bir şeyden söz edilirmişçesine bir tavır takılınıyor esrar severlere karşı. Ancak aynı toplum sigaraya, alkole aşina. Neden? Çünkü devlet tarafından yasallaştırılıp, satışına izin verilmiş. Diğeri ise yasaklanıp, yeraltına itilmiş, illegalleştirilmiş. Bir gün esrar da yasallaşacak. Devlet tarafından bile satışı yapılabilir hatta. Nitekim bazı ülkelerde esrar satışı kontrollü olarak yapılıyor zaten. Sonuçta esrar dediğimiz şey bir ottan ibaret. Ne sigara kadar kimyasala bulanmış, ne de alkol kadar. Esrar içen bir insanın alabileceği zararın aynısı, hatta daha fazlası sigara içen bir insanda, alkol içen bir insanda görülebilir.

Sevişmeye karşı büyük bir saygım var. Nedendir bilmiyorum ama, bana sevgililiğin birlikteliğin en önemli parçasıymış gibi gelir cinsellik. Hem kadın, hem erkek, ya da eşcinsel birliktelikler, insanların birbirleriyle yatmak istediği sürece, anlamlı bir şekilde, olumlu bir şekilde devam edebilir. Aksi durumda, ilişki zayıflamaya, gerilemeye, sevgisizlik haline ulaşmaya başlamış demektir. Önce bir taraf yataktan uzak olmaya başlar, diğer taraf uzak olmak isteyeni zorladıkça, ikili arasında daha da fazla uzaklaşma meyadana gelir. sonrası malum zaten. İkili ayrılır. Sonra da nerde yanlış yaptık diye dolanırsınız. E, hakkıyla sikişmediniz işte. Düşünmeye gerek var mı?


Türkiye'de komünistlerin, sosyalistlerin büyük bir çoğunluğu kendi ideolojileriyle, kendi savunduklarıyla dalga geçer, içki ortamlarında, rakı masalarında, bunun muhabbetini yapar. Zaten tam da bu yüzden, Türkiye'de sosyalizm ve komünizm, '80 darbesinden beri yerinde saymakta, bir arpa boyu kadar ilerleyememekte. Sen kendi davana inanmazsan, sen bu uğurda bedel ödemekten çekinirsen, sen bunun için geceni gündüze katmazsan, sen topraktan bihaber olursan, sen çalışmak nedir bilmezsen, halkı nasıl örgütlersin, halkı nasıl devrimin peşine takabilirsin? İmkanı yoktur efendim, mümkün değil.

17 Kasım 2011 Perşembe

HABERLER-2

Hrant Dink'in öldürülmesinden sonra hala bir sonuca varılamadı. Muhtemelen birkaç ülkücü, türkçü, milliyetçi gencin heyecanlı hareketlerine, sonuçlarına dayandırılıp mevzu kapatılacak. Aksi düşünülemez bile.

Son zamanlarda vicdani ret meselesi konuşuluyor. Bundan yüzyıl önce vicdani reddi kabul eden ülkeler vardı. Orası ayrı. Tabi ki ben bu ülkelerden biri olmamızı beklemiyordum. Ancak benim ülkemde olduğu kadar da aşağılanmasını, reddedilmesini, küfredilmesini de beklemiyordum. Vicdani ret, insani rettir. bu kadar basit. Bunu abartıp, milli, vatani mesele yapmaya gerek yok.

Kocaeli'nde deniz otobüsünü kaçıran pkk'lının annesi, oğlunun mezarını bdp'lilere vermedi. ancak yine de zafer işareti yapması millete koydu. ulan kadın zaten çocuğunu kaybetmiş, bir de zafer işareti yapmasını başka anlamlarla açıklamaya çalışıyorsunuz. ayıptır, günahtır.

Recep Tayyip; bu hafta içinde BDP mecliste kalsa ne olur, kalmasa ne olur diye açıklama yaptı. Allah kendisine akıl fikir versin. BDP mecliste kalmazsa iç savaş çıkar, milyonlarca insan ölür, BDP mecliste kalırsa iç savaş çıkmaz, milyonlarca insan ölmez. İkisi arasındaki farkı AKP'ye anlatmakta fayda var.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Laiklik ve Bir Tanrı Figürü Olarak Mustafa Kemal Atatürk


Kemalistlerin, ulusalcıların, sosyal demokrat olduğunu iddia edenlerin diline pelesenk olmuş; devletin kurucu partisi CHP'nin  altı okundan, dolayısıyla anayasal ilkelerimizden de biridir laiklik. Peki nedir laiklik? Neyi kapsar, neyi kapsamaz? Dinobur bir canavar mıdır, yoksa her türlü özgür düşüncenin, inancın filizlenip yeşermesini, hatta bir ormana dönüşebilmesi için gereken ortamı sağlayan bir koruyucu mudur? 

Laikliğin tanımını yapmadan önce, üzerinde uzlaşılmış bir laiklik tanımı olmadığını kabul etmemizde fayda var. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, laikliği daha iyi bildiğini düşünen bir kaç kişi, yapılacak laiklik tanımına itirazlarda bulunabilir. Hepimiz ilkokul sıralarından öğrendiğimiz bir laiklik tanımını hatırlarız; din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması. Mustafa Kemal Atatürk buna ek olarak; laikliğin sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak değil, aynı zamanda, tüm insanların, dini ve vicdani özgürlüklerinin, garanti altına alınması anlamında da var olması gerektiğini söyler. Yani laiklik, devletin; dinin güdümünde bir kurum olmasının önüne geçmek için var olması gereken bir ilke olduğu gibi, insanların dini özgürlüklerini de koruma altına almak için var olması gereken bir ilkedir. 

Ancak, laikliği, sadece dine bağlayarak açıklamak yerine, daha da geniş bir anlam içerisine sokan tanımlar da vardır. Kadir Cangızbay'ın laiklik tanımına bakalım;

"laikliğin derdi, ne şu kültle(tapınıyla), ne bu kültle, ne de kültlerin kendisiyle değil, herhangi bir kült adına insanların zapturapt altına alınmasıyla/alınmak istenmesiyledir: hem de bu kült ister dinsel olsun, isterse de profan (ladini/din dışı)"

Kadir Cangızbay laikliği açık bir şekilde, sadece dini bir siyasi-hukuki mesele olarak görmeyip, aynı zamanda din dışı kültlerin de dayatılmasına bir karşı çıkış olarak görmektedir. Benim de laiklikten anladığım tam olarak budur. Yani, dini, din dışı, ve ya dinsizlik olarak adlandırılabilecek her türlü kültün, insanlara dayatılmasına karşı bir vicdani ve fikri özgürlük ortamı oluşturulmasının adıdır laiklik. Şimdi, bu laiklik tanımından yola çıkarak, cumhuriyetimizin laiklik anlayışına, ya da bir diğer deyişle, kemalist laikliğe bir bakalım. Hakan Mertcan, kemalist laiklik anlayışını şu sözlerle açıklar;

"Kemalizm'in, laiklik anlayışı, söylemsel olarak, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve din ve inanç özgürlüğünün güvence altına alınması olarak ortaya konulmaktadır." 

Ancak kemalist cumhuriyet yönetimi, din ve devlet işlerini birbirinden ayırırken, dini uygulamaları bir kenara bırakmamış, gerektiği zaman kullanabilecekleri, gerektiği zaman insanları yönlendirebilecekleri, güdebilecekleri bir meşrulaştırma aracı olarak kullanmaya devam etmişlerdir. Saltanatın ve halifeliğin kaldırılması, yeni alfabenin kabulü ve cumhuriyetin ilanı gibi laiklik için gerekli olduğu varsayılan inkilaplardan sonra, gerçek bir cumhuriyete geçişin uzaması, laikliğin belli bir temele oturmasını engellemiştir. CHP'nin altı okunun anayasal birer ilke haline gelmesinden sonra, her Türkiye gencinin nasıl düşünmesi, nasıl üretmesi, nasıl yaşaması gerektiği de tanımlanmış, adeta Türkiye isimli fabrikadan çıkacak, aynı ürünler olmamız beklenmiştir. 

Geleneksel kıyafetlerin gericilik olduğu, halk müziğinin hor görüldüğü, eski alfabenin, dolayısıyla tüm kültürümüzün, entelektüel birikimimizin, aklımızın ve bilgimizin çöpe atıldığı, halkın bizzat devlet eliyle aptallaşmaya, devletin tek tipçi eğitimine zorla tabi olmaya itildiği bir ortam yaratılmış, tüm bunlar yetmezmiş gibi, koskoca bir halk yok sayılarak, Mustafa Kemal Atatürk tek adamdan da öte bir tanrı olarak kabul ettirilmek istenmiştir. Hem anayasal bir ilke olarak laikliği savunmak, hem de tüm bunları yapabilmek akıl almaz bir çelişkiden başka bir şey değildir. Laikliğin bu denli savunulduğu bir dönemde, kemalistlerin, yaratmış olduğu Mustafa Kemal Atatürk'ü anlamak için, bir kaç örneğe bakalım;

Seyfi Öngider, Kuruluş ve Kurucu'da aktarıyor;

"Tek Adam olmaktan da öteye gidecek, kurduğu devletin tanımı bile Devlet, Atası etrafında toplanmış millettir diye yapılacaktır."

İlhami Bekir Tez 'Mustafa Kemal' isimli şiirinde;

"İlk adam/ Mavi gözlerle/ Baktı toprağa/ Toprağın haritasını çizdi bayrağa/ Allah değil/ O yazdı/ Alın yazımızı"

Neyzen Tevfik;

"'Tanrı ölmez', o dilerse görünür bir müddet,
kaybolunca onu bulur her millet..."

Aka Gündüz;

"Atatürk'ün tapkınıyız. Her şey O'dur. Her yerde O var. Her gökte O eser. Her enginde O çağlar. Biz O'yuz. Her şeyde Atatürk, yerde O... Gökte O... Denizde O... Var da O...  Yok da O... Her şeyde O. Görünmezi görür. Bilinmezi bilir. Duyulmazı duyar. Sezilmezi sezer, ezilmezi ezer. Varsın! Teksin! Yaratansın!"

Yusuf Ziya Ortaç;
"Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi"

Behçet Kemal;

"Kaç yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın dili
İnsana ne ilah ne de sevgili
Ne de ana-baba aratıyordu
Her an yaratıyor, yaratıyordu."

Kemalettin Kamu;

"Ne örümcek, ne yosun
Ne mûcize, ne füsun...
Kâbe Arab'ın olsun
Çankaya bize yeter."

Vasfi Mahir Kocatürk;

"Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti
Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine."

Faruk Nafiz Çamlıbel;

"On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
O'nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı."

Örnekleri istediğimiz kadar uzatabiliriz. Ancak buna ne gazete sayfaları, ne de dergi sayfaları yeter. Bu kadar örnek bile kemalist yönetimin, bir yandan laikliği savunurken, bir yandan da laikliğin tam karşıtı bir kültü, profan bir kültü ortaya koyuyor olduğunu, bir halkı, bir nesli şekillendirme işini kendine görev edindiğini anlamaya ve anlatmaya yeterli olacaktır.  

Sonuç itibariyle, her ne kadar 1937 yılında anayasal bir ilke haline gelmişte olsa laiklik, bu ülkede hiçbir zamanyerleşmiş bir ilke olarak savunulamadı, hiçbir zaman geniş kitlelere yayılamadı. Bizzat kemalist kadrolar, oluşturdukları kültlerle, yaptıkları baskılamalarla, laikliğin önüne setler, barajlar çektiler. Şimdi de aynı kemalist kesimin muhtemelen daha az okumuş çocukları, torunları, laikliğin savunucuları oldukları iddiasıyla, dindarlara saldırmakta, dindarlığı, laikliğin düşmanı zannetmekteler. Aynı kemalist-ulusalcı kesimler laikliğin elden gideceğini, hatta gitmekte olduğunu söylemekteler. Farkında olmadıkları şey ise oldukça basit; "Bu topraklara laiklik hiç uğramadı ki, şimdi elden gitsin."

9 Kasım 2011 Çarşamba

Kurban Bayramı'na Neden Hayır Diyorum?

Öncelikle kısaca bir kurban bayramı tanımını yapmakta fayda var. Istılahta, yani bir İslam dini terimi olarak Kurban, Allah’a yaklaşmak ve Allah rızasına ermek niyetiyle kesilen, kurban edilen, hayvan demektir. Kur'an'da geçen İbrahim peygamber ve oğlu İsmail ile ilgili kıssadan yola çıkarak, kurban kavramı, çok daha genel bir adanmışlığı, Allah için bireyin her şeyini feda edebilecek olmasını, Allah'a teslimiyeti ve ona karşı şükür içinde olmayı ifade etmektedir. (evet vikipediden çaldım) Yani efendim, kurban, bir insanın, Allah yolunda her şeyini feda edebileceğini, eşini, dostunu, annesini, babasını, çocuğunu, karısını, sevgilisini gözden çıkarabileceğini kabul ederek kesilir. Peki bu gibi fedakarlıkların yanına bile yaklaşamayacak insanların, kurban kesmesinin nasıl bir anlamı olabilir? Bu, nasıl islamla bağdaştırılabilir. Ali Şeriati üstadın söylediklerine bakmakta fayda var; 

"İsmail yerine bir koyun kesmek kurbandır, fakat yalnızca kurban kesmek için, bir koyun kurban etmek kasaplıktır."

Yani gerçekten, çocuğunu bile kesebilecek kadar Allah yolundaysan, koyun kesmek kurbandır, ancak, gelenektir, adettir, böyle gelmiş böyle gider diyerek koyun kesmek, sadece ve sadece kasaplıktır. Günümüzde kurban, tamamiyle bu hale gelmiş durumda. Kurban kesmeyi farz zannedenler bile var. O kadar ki insanların içine işlemiş, o kadar ki, ruhumuza kadar sirayet etmiş. Din adı altında kasaplık yapmanın manası yok. Fakire yardım etmek mi istiyorsunuz, çocuklarını okutun, işsizse iş bulun, iş bulamıyorsanız, iş bulabilmesi için toplumsal baskı oluşturulmasına katkıda bulunun, sağlık harcaması varsa, buna katkıda bulunun. İlla fakire yardım etmek istiyorsanız, bunun yolu fazlasıyla mevcut. 
Katliama dönüşmüş bir islami gelenek mevcut. İslami mevzulardan tamamen koparılmış, anlamını kaybetmiş, içi boşaltılmış, eski zaman pagan dinlerinin adetlerine dönüşmüş bir törensel, bir ritüel eylemler dizini mevcut. Artık bu katliama dur demenin zamanı geldi de geçiyor bile. Artık bu kasaplığa hayır demenin zamanı geldi de geçiyor bile. Allah yolunda parmağını bile kaybetmeye tahammülü olmayan insanlar; bırakın hayvanları kesmeyi, bırakın hayvanları katletmeyi, bırakın ksaplığı, lakin din bu değil, zira islam bu değil.