29 Ekim 2015 Perşembe

Bir Sarhoşun Notları

Merhaba Can'lar. Bugün 29 Ekim. Saat sanıyorum ki 07:15 (Bi' ihtimal 06:15). Beşiktaş'ta, mütevazi yarı bodrum öğrenci evimde oturmuş, biraz şarap, biraz kahve, biraz müzik eşliğinde saçmalama arzuma boyun eğerek (hep boyun eğerek) bir şeyler yazıyor, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına neden katılmadığım üzerine düşünürken buluyorum kendimi. 26'mdayım; kendi arzum, isteğim ve yönelimimle tek bir resmi "bayram" kutlamasına katılmadığımı fark ettim. Bir zamanlar 1 Mayıs'a katılırdım; sonra resmi tatil ilan ettiler; o da gözümden düştü.

Çevremde,  ne olduğunu bilmediğim, "Kürtçü"lükle itham ediliyorum ve "doğal" olarak 29 Ekim, 23 Nisan, 19 Mayıs gibi günlerde düzenlenen etkinliklere katılmayışım Mustafa Kemal'e, Türkiye Cumhuriyeti'ne ve/veya önder kadronun devrimlerine düşmanlığımla ilişkilendiriliyor. Malum, Beşiktaş, hemen hemen her zaman bu günlerde ciddi etkinlikler düzenler ve Beşikaş'ta oturuyorken bu etkinliklerin hiçbirine katılmamak bir "düşmanlık" göstergesi olabilir. Mazallah; devlet düşmanlığı bir yana, halk düşmanı dahi olabilirim.

Doğruyu söylemek gerekirse (gerekmez) bir etkinliğe katılabilmek için fazla tembelim. Saatlerce ayakta dikilmek, birbirinin türevleri dahi olamayacak kadar benzer içerikli nutukları yutmak, sağ sola sloganlar fırlatmak, halihazırda egemen olanın yeniden inşasında çalışmak korkutucu derecede yorucu görünüyor bana. Egemen olmayanın egemen karşısındaki var-olma mücadelesinde yer alacak olsam, bir ihtimal, kendimi buna mecbur hissedebilir, yollara düşebilirim. Arada sırada, nadiren de olsa, yollara düştüğüm oluyor zira. Ne var ki, 29 Ekim gibi bir günde, sokağa çıkmak için gereken motivasyonu bulmakta zorlanıyorum. Eğer böyle bir motivasyonum olsaydı, muhtemelen, motivasyon kaynağımı fazlaca sorgulamak zorunda kalırdım. Cumhuriyete karşı değilim(cumhuriyeti oturup tartışırım, bu saklı), Mustafa Kemal'e ya da önder kadronun devrimlerine de karşı değilim; düşman hiç değilim. Ne var ki bu cumhuriyetin tarihi, cumhuriyeti kutlamama engel olacak kadar kötü bir sicile/hafızaya sahip; nasıl, ne şekilde kutlayabilirim? Cumhuriyet, cumhuriyet değil; cumhur  ise hiç ortada yok. Sözün kısası; olmamış bu cumhuriyet, iktidarını yeniden kurmasına destek olmaktansa, düşmanı olarak kabul edilmeyi yeğleyebilirim.

Cemaat medyasına ciddi bir siyasi iktidar saldırısı var. Herkesin bildiği gibi cemaat medyası yıllarca hükümetin medya uzantısı olarak görev yaptı; yalakalıkta, yandaşlıkta, manipülasyonda, yalanda, hedef göstermekte, iktidarın sözcüsü olmakta sınır tanımadı, bunda bir beis görmedi. Daha da kötüsü, inanıyorum ki, yine aynı sözler alınsa, aynı rantlar elde edilse, iktidardan benzer bir pay alınsa yine aynı şekilde davranırlar, davranacaklar. Tüm bunlara rağmen, tüm bunları akılda tutarak, cemaat medyasının yanında olunması gerektiğini düşünüyorum. Nedenlerim pek açık değil, tatmin edici hiç değil. Belki kimilerinin söylediği gibi romantik bir solcuyumdur ya da içime liberal kaçmıştır; ihtimaller dahilinde. Ancak politikanın konum aldığım yerinden baktığımda, eylemlerimin, çıkarlarıma ve hatta toplumsal çıkarlara göre değil, doğru olduğunu düşündüğüm/inandığım bazı ilkelere göre olması gerektiğini düşünüyorum. Basın, yandaş da olsa, muhalif de olsa, ayan beyan yalanı da aktarıyor olsa susturulmamalı, karartılmamalı, engellenmemeli gibi geliyor bana. Bu tarz bir engellemenin desteklenmesi veya karartmanın karşısında konumlanmayış; yalan ile doğrunun, yandaşlık ile muhalifliğin, iktidar sevicilikle iktidar olmayanın var-oluş mücadelesinin militanlığının kabul edilir olup olmayışına ve hatta bu tarafların hangisinde yer aldığınıza karar verenlerin ve karar verecek olanların elinin sağlamlaştırılması anlamına gelir ve bu, bu ellerin, kendi üzerimizdeki iktidarının da yeniden kurulmasına saklı bir destekten başka bir anlam ifade etmez. Bir medya kuruluşunun egemen olana ceberut desteği, bir medya kuruluşunun ceberut egemenlerce susturulması söz konusu olduğunda lafı edilmeyecek bir konumlanıştır. Somutlaştıralım; bir grup polis, bir grup insanı dövmeye başladığında, "kimi dövüyorlar acaba" diye düşünmezsiniz, ya da en azından düşünmemeniz gerekir. İktidarda olanın, egemen olanın ballı sopası görevini icra eden bir grup polis kimi dövüyorsa, dövülenin yanında olmak, benim kaçınamayacağım bir durum.

"Madem karşısın, neden kullanıyorsun/dahilsin/içindesin/birliktesin" gibisinden bir tartışma argümanı var. Hemen örnekleyeyim; "Madem giyiniklik zaruretine karşısın, niye çıplak dolaşmıyorsun?". E, ağzımı dağıtır, burnumu kırarlar, üzerine bir de ceza yazıp devlete para ödetirler de ondan. Zeus muyum yıldırımlar salayım, Poseidon muyum özgür okyanuslarda dolanayım? Bir garip (gariban okunur) kişiyim(kişi'liğim şüpheli) tek can taşıyan; tabii ki korkuyorum. Zor mu bunu anlamak/bilmek?

Biraz Youtube'da (yoksa -ta mı?) zaman geçirince kendimi müzik eleştirmeni gibi hissetmeye başlıyorum. Benzer bir durum IMDB'de zaman geçirirken kendimi film eleştirmeni gibi hissettiğimde de ortaya çıkıyor. Gerçekten bilmenin, bildiğini anlamanın, anladıkların üzerinden yeni bir durumla/olayla karşılaştığında bir çözüm üretebilmenin değil; efektif google kullanmanın, arşivlerde daha verimli gezinmenin önemlileştirildiği bir dünyada oldukça anlaşılır bir durum. Bir zamanlar sinemadan anlamak için bir filmin nasıl ortaya çıkarıldığını bilmeniz, kameralardan, ışıklardan, seslerden anlamanız gerekirdi; şimdi torrenti bilmeniz yetiyor. Hoş, müzik eleştirmeni, sinema eleştirmeni neydi ya hu? Azalarak bitmelerine ağıtlar yakamayacağım.

İnsan dışı hayvanlarla insanın muhabbetlerine sık sık giriyorum; üzerine düşünüyor, konu hakkında okumaya gayret ediyor, vegan oluşumları takip ediyorum. Her konuda olduğu gibi bu konuda da çeşitli yönelimler var ve her yönelim kendi yolunun pek doğru olduğu konusunda pek bir ısrarcı. Anlaşılır bir durum; insan evladı ne zaman kendisini merkezde hissetmedi/görmedi ki?

Türler arası cinsel ilişkiyi yanlış bulmuyorum. Bazı vegan oluşumlar da bu durumu savunurken, bazıları da(daha çok olduklarını düşündüğüm bazıları) bu duruma oldukça karşılar. Türler arası cinsellik, genellikle, hayvanların kullanımı/emtaileştirilmesi olarak kabul edilerek dışlanma eğiliminde. Eşit olmayan veya eşit olma ihtimali bulunmayan kişilerin arasındaki cinsel münasebet, hiyerarşinin üst basamağında bulunanın altındakini kullanmasından ibaret olarak görülüyor. Aynı kişiler, insan dışı hayvanlar adına, insan dışı hayvan haklarını(bu noktadan sonra hayvan denildiğinde "insan dışı hayvanlar" kastedilmiş olacak) konuşmakta beis görmüyorlar. Hayvanlar adına hayvan haklarından bahsedebiliriz, hayvanlar kim oluyor ki? Biz ne dersek o! Tabii ki insanın bu yanlışının türler arası cinselliğin meşruluğunun savunusyla bir ilgisi yok. Kendimi tutamadım, söyleyiverdim.

Türler arası cinsel ilişki söz konusu olduğunda en çok dile getirilen olmazlık nedenlerinden biri "istediklerini nasıl anlayacağız?" mevzusu. Barınaklar, kulübeler inşa ederken; yemekler saçıp, kıyafetler giydirirken sorulmayan bu sorunun mevzu bahis cinsellik olduğunda sorulması çok manidar geliyor bana. Bir köpeğin beni sikmek istediğini, penisini kaldırıp ben domalır dolmaz götüme dayamasından anlıyoruz dostum; yemek yemek istediğini çöp konteyneri etrafındaki artıkları götürmesinden anladığımız gibi. Çok zor değil, ha?

Bir grup "nezih" vegan da hayvanların yeterli iq'larının olmadığından yola çıkarak türler arası cinselliğin etik olmadığını savunuyor. Yani hayvanlar,  cinselliğin ne şekilde gerçekleşmesi gerektiğine, kimlerle(kim ifadesi insan dışı hayvanlar ve bitkiler de dahil olmak üzere tüm canlılara referans verir) gerçekleşmesi gerektiğine(neyin nasıl ne şekilde gerçekleşeceğine dair doğrularımızın olması gerektiği bir gerçeklik zira) ve eylemin sonuçlarının neler getireceğine dair bir tahayyülünün olmaması müsebbibiyle insan ile cinsel bir deneyim yaşamamalılar. Erkek'çe bir konum alış. Cinsellik öyle bir iktidar kurma yöntemi haline gelmiş ve öyle algılanır olmuş ki, bir hayvanla aynı kaptan yiyor olmaktan ayrılıp, kaçınılmaz olarak, bir kullanma, metalaştırma eylemi olarak algılanır hale gelmiş. Domaltıp sikiyor olmanın erkekçe bir böbürlenme halindeki egemenlik alanını genişletmenin veganca savunusu değildir de nedir bu? Cinsellik ediminin terlemekten farklı olmadığını anlamamız ya da terlemekle aynı anlama gelebileceği bir topluluğun yeşerebileceği ortamı sağlamak için mücadele etmektense insan ile insan olmayanın arasına bu denli derin bir çukuru kazmak, yüksek bir duvarı örmek ve cinselliğin tabuluğuna katkı vermek neden? Üstelik canlılar alınıp satılıyorken; canlılar sahiplendiriliyor, sahipleniliyor, veterinerlik adı altında insan zulmüne maruz kalıyor, bahçede bir güzellik, evde bir aksesuar, üzerimizde bir kıyafet oluyorken; sokaktanlaştırılıyor, betona, asfalta mecbur bırakılıyorken; arabalarımızın, fabrikalarımızın saldığı gazlara maruz bırakılıyorken; rüzgar güllerimizde parçalanıyor, heslerimizle doğumları dahi mümkünsüzleştiriliyorken; isim verme gafletine dahi düşülüyorken bu cinsellik karşıtlığı neden? Burjuvazi ahlakının erkekçe bir konumlanışı gibi geliyor bana dostlar; kusuruma bakmayın.

Dostoyevski'nin Bir Yazarın Günlüğü'nün ilk cildini okuyalı iki sene kadar oluyor. Önce Bir Yazarın Günlüğü ile ilgili bir şeyler söylemek gerek sanırım(bak, yine gereklilik icat ettim); Bir Yazarın Günlüğü Dostoyevski'nin ömrünün sonlarında iki sene kadar çıkardığı ve sadece kendi yazılarının bulunduğu derginin adı. Bu dergide Dostoyevski gündelik politikadan kemikleşmiş meselelere dair pek çok konuda düşüncelerine yer verirken, nadiren, kısa hikayelerini de aktarıyor. Peki ben bu kitabı niye aldım, niye okudum ve niye okumaya devam ediyorum? Dostoyevski'nin pek çok eserini severek okudum, haliyle, Dostoyevski'nin düşüncelerinden kendi lehime kullanabileceğim pek çok argüman çıkarabileceğimi düşündüm. Tabii ki bunu ciddi ciddi kendime söylemiş değildim; ne var ki, hâlâ kitap okurken temel kaygım yeni açınımlara, açılımlara bakabilmek değil; kendimden olana, kendimden çıkana destek olabilecek yapıları, kimsenin itiraz edemeyeceği kadar ululaşmışlardan devşirebilmek. Cem Yılmaz on adımda anadolu rock yapmanın tarifini verirken diyor ya hani; "hadi beni siktir et; e Karacaoğlan der ki" diye cümleler kullanın diye; tam da bu tavırla işte okuyorum kitapları. Anlattım anlattım anlattım; "siktir lan" dediler; ne diyeceğim? Marx der ki, Lyotard'ın da dediği gibi, tam da bu noktada Şeriati'ye kulak verirsek gibi söylemlerle kendimden olanın haklılığını/doğruluğunu garanti altına almaya çabalıyorum. Bu düşüncelerle okuduğum Bir Yazarın Günlüğü'nde ise tam bir hayal kırıklığına uğramış durumdaydım. Dostoyevski açık bir şekilde gerici(hâlâ gerici kavramını kullanan bir avuç sosyalistiz şunun şurasında, buna da laf etmeyiverin), milliyetçi, anti-semitist, Türk düşmanı, erkekçi bir akla sahipti. Haliyle 600 sayfalık ilk ciltten kullanabileceğim pek bir şey çıkmadı. Tüm bunlara rağmen bir kaç gün önce eserin ikinci cildine neden başladım peki? Bir 600 sayfa daha beni bekliyor. Her ne kadar kitap okurken, artık, kendimi desteklemekten çok kendimi eleştirmek adına kazanımlar elde etmeye gayret ediyor olsam da Bir Yazarın Günlüğü'nden bir şeyler çıkartabilmemin pek mümkün olmadığı yargısına sahibim. Neden bu okuma gayreti? Bir eseri yarım bırakmak neden acı veriyor bana? Neden bir şeyler için "okudum onu" demek bu kadar keyif veriyor? Yolda olduğumu düşünmekte dahi zorlanıyorum bazen; utanıyorum.

Dostoyevski ve Tolstoy'un, Gorki'nin, Çehov'un pek çok eserini okudum. Sovyet döneminin Ostrovski'sini, Pasternak'ını(Şolohov'u okumadım, kitap yardımlarnızı bekliyorum) filan da okudum. Geçenlerde de Gonçarov'un Oblomov'unu okumaya başladım. Biraz geç olduğunun farkındayım, kızmayın. Oblomov çok güçlü bir roman gibi başlıyor ve sayfalar geçtikçe dağılıp un ufak oluveriyor. Roman, kaliteli değil; ancak pek kaliteli bir başlangıca sahip. Ne var ki Gonçarov, saydığım isimler arasında çağımıza en yakın yazar gibi görünüyor. Tüm büyük Rus yazarlarında geçmişte kalmışlığa dair bir his sürekli canlı bir şekilde kendisini hissettirir eserlerinde, ancak, Oblomov, henüz dün yazılmış gibi taze. Karakterlerin düşünüş biçimleri, kişilikleri; post-modernist, post-yapısalcı, post-marksist ve bilimum post'un kavramsallaştırdığı düşünce dünyamızdan gayri bir noktada durmuyor. Bir Rus klasiğinde(çok severim klasiklerin bu Ruslarını), ilk defa, bu kadar günümüzdenmişçesine bir okuma yapmış olmaktan keyif aldım; kalitesinden değil. Kalite de ilginç bir kavram; ben kalitesizim.

Sıkıcı bildirişlerim için kusuruma bakın lütfen; yeterince sarhoş değilken yazdım, hatalıyım.

Metnin şarkısı; Niaz Diasamidze-Lavnana
Metnin film önerisi; Luis Bunuel-Tristana

14 Ekim 2015 Çarşamba

Bir Sarhoşun Notları

Merhaba Can'lar. Ankara'daki malum patlama üzerine hiçbir şey yazmadım şu ana kadar. "Bazı şeylere yazık ediyorlar/ediyoruz" deyip, susacağım. Zira, yazık ediyorum.

"Ne ara böyle bir insan oldum?" diye sık sık sorarken buluyorum kendimi. "Ne ara?" sorusu yanlış; tarihselliği dönemsel bir eklemlenme olarak kabul eden bir soru. "Neyden sonra?" veya "Niçin?" diye sorayim diyorum; benzer nedenlerle birlikte uzaklaşıyorum. Sözün özü; dönüştüğüm kişi ve dönüşmekte olduğum kişi tiksindiriyor beni. Soramazken dahi; nasıl dönebilirim?

Geçenlerde eskilerden çıkıp gelen bir arkadaşım vesilesiyle eskilerde kaldığını düşündüğüm(bir şey eskilerde kalabilirmiş gibi) Tezer Özlü'yü yeniden karşıma çıkarıverdim. Özlü'de en sevdiğim şey, sanırım, Pavese. Özlü'nün Pavese'si, Pavese'den daha Pavese. Pavese'yi intihara yazgılayan da(evet, yazgı) buydu sanırım. Birilerinin Pavese'leri, her zaman, Pavese'den daha Pavese'ydi. Peki Pavese'yi intihara yazgıladığını düşündüğüm bir tavrı ben niye seviyorum? Bencil bir pisliğim de ondan; Özlü'nün Pavese'si muhteşem.

Sosyal fobi midir nedir; ondan var bende. Pek çoklarının bulunduğu geniş alanlar rahatsız ediyor beni, kayboluyorum. Dört duvar arasında ise kendime geliyorum; önce bir bardak şarap dolduruyor(evet, şişeden içmediğim zamanlarda bardaktan içiyorum, kadehten değil), bacak bacak üzerine atıyor, entelektüel bakışımı ve gülümsememi yüzüme oturtup pek harika olduğuna kanaat getirdiğim(harikalığı kendimden menkul. Bilim mi ne?) konuşmalar yapıyorum. Oda vekilliği, oda aydınlığı, oda entelektüelliği. Oturduğum yerden kitaplarımın da manzarası ne hoş, yeniden mastürbasyon.

Cinsiyet meselesi çetrefilli bir bahis. Bir yandan vajinalılığın ve penisliliğin farklı cinsiyetlere referans verir örüntüsüne(görüntü değil) karşı durmak ile Irigaray gibilerin "cinsiyetsizleştirme" uyarısı arasında sıkışıp kalmak pek olası. "Erkek" ve "kadın"ın toplumsal icadına mercek tutarken, "kadın"ın "erkek"leştirilmesinden nasıl kaçınabiliriz? Evet, cinsiyetler birer icat. Peki bu icatlarla ne yapacağız? Nasıl irdeleyeceğiz? Nasıl tarihin tozlu raflarına iteceğiz?

Herkes, herkesin yalan söylediğini biliyor. Ve herkes, yalan söylediğinin bilindiğinin farkında. Yine de yalan söylemeye devam ediyoruz. Kronik bir vaka; yalan, artık, gerçekliğimiz. Olmadığında/Olmazsa, simulakrlara(Oh, ömrümde cümle içerisinde bu kelimeyi de kullandım ya, gözüm açık, götüm kapalı ölmem artık) dönüşmemiz kaçınılmaz.

Hazır yalandan bahsetmişken dürüstlük meselesine(bu bir mesele miydi?) de şöyle bir uğrayayim. Yalan söylememekle dürüstlük pek sık karıştırılıyor. Kelime oyunu gibi görülebilir; "hehe, çünkü doğruyu söylemek dürüstlüktür" gibi bir algı ortaya çıkabilir. Hayır, öyle değil. Her zaman doğruyu söylüyor olmak da dürüst olduğumuzu göstermez. Örnekleyelim; bir örgütün militanı olarak yakalandığınızda, sizden örgütünüzün sırlarını açıklamanızı istediklerinde doğruları söylemek dürüst olduğunuzu değil, sahtekar olduğunuzu gösterir. Bir bağlılığın, bir "özel"liğin ifşasından dürüstlük devşirmek pek mümkün değil. Benzer bir durum "ihbar"cılık halinde de var. Komşusunun kaçak elektriğini, ebeveynlerinin çıplak münasebetlerini egemen bir kuruma şutlamak, "doğru"yu söylemek olsa dahi sahtekarca bir tutumdur. Genellikle, kendi yapamadıklarımızdan duyduğumuz öfkeyle başkasına böyle bir müdahaleyi mecbur kılarız kendimize. "Ben yapamıyorken, senin ne haddine?!" Sahtekarca bir faydalanma. Bazen de sadece bizden öyle istendiği için ihbar ederiz. İstek hafif kaçtı, emredildiği için de diyebiliriz. Emreden kim? Egemen. Neyi emrediyor? Henüz egemen olamadıklarının egemenleştirilmesini. Kimden istiyor? Egemenleştirdiklerinden. Sahekarca bir yaltaklanma değil mi? Kişisel ilişkilerimiz de bu doğruculuktan, sözde dürüstlükten müstesna değili. Bazen doğruları söylemeye pek hevesli oluruz, dürüstlük damarımız tutar; "Ahmet benimle sevişmek istedi, reddettim aşkım". Tamam da, niye söyledin ki? Hem arzulanıyor olduğumun hem de sunmuş olduğum sadakatin bilinmesi fayda sağlıyor zira. Dürüstlük mü? Zerre değil. Kısaca; fayda sağlayacağımızı bildiğimiz doğruların söylenmesinin dürüstlük ile alakası yok. Bu gibi durumlarda yalanın söylenmesi, dürüst bir konumlanış.

Bilim sizce de hızla dinleşme eğilimi göstermiyor mu? Kendi ürettiğinin dışında kalan tüm bilgiyi cehalet, bağnazlık, orta çağ zihniyeti olarak kodlayıp yüksek duvarlarla bu bilgi türlerine setler çekip yasaklaması pek bir tanıdık değil mi? Asırlar süren din heyulasından sonra bir başka bilgiye bel bağladık, o da özüne dönmeyi tercih etti/mecbur kaldı. Eski din öldü; yaşasın yeni din! Mutlak Tanrı yerine kişisel Tanrı'nın ikamesi de bilimselin tek başarısı. Bauman'a akıl verelim; "Tanrı kendini empoze ederek var olur ve davet edilmeden ve çağrılmadan aniden belirir: her boş noktadan, açıklama zinciri ve algılama dizisindeki her yersiz sözden göz kırpar; tatmin arzusunu ve beklentisini, şeylerin olduğu halinden ayırma eylemi dizisinde kendini her boşluğun içine sığdırır ve kıpırdamayı kesinlikle reddeder. İnsanın varoluşsal belirsizliği var olduğu müddetçe Tanrı var olacak, yani sonsuza kadar. Bu da şu anlama geliyor; Tanrı insan ırkıyla aynı anda ölecek, bir saniye önce bile değil." Bu da tanıdık değil mi? Dine alışmıştık, bilime de alışmamız gerek.

Sık sık şehirler arası yolculuk yapıyorum. Neredeyse hiç bir zaman uçak kullanmıyor, neredeyse tamamında otobüslerle gideceğim yere varıyorum. Gönül isterdi ki otostop çekeyim; bunu becerebilecek kadar kişi değilim. Otobüslerde sık sık yaşadığım çelişkiler var; koltuğu indirirsem arkamdaki kızar mı, okuma lambasını açarsam çevremdekiler müdahale eder mi vs. Şunu farkettim; çevremdekiler kadın olursa daha rahat bir şekilde yapacağımı yapıyorum. Zira, kadından dayak yeme ihtimalim daha düşük. Dönüştüğüm kişiden tiksindiğimi söylemiştim.

Tuborg'un "temiz kapak" girişimi başarılı bir pazarlama taktiği değil mi? Hakikaten çok temiz kapak oluyor onlardan.

Yazdıklarımı pazarlama stratejisi olarak yeni bir adım atıyorum ve her yazdığım metnin ardından bir şarkı ile bir film paylaşıyorum. Belli mi olur; artık birileri okumaya başlar belki.

Metnin şarkısı: Moğollar-Sen Varsın Orda
Metnin filmi: GrigoriyChukhray-Ballada o Soldate