21 Mayıs 2014 Çarşamba

Bir Sarhoşun Notları (İki "dost" sarhoşun konuşmasından arta-kalanlar)

Arada sırada suratımın aralıklı sıralarında kızarıklar oluşur, bu kızarıklıklardan da rahatsız olurum. Suratımdaki kızarıklıkların bir rahatsızlık olup olmadığını bilmiyorum, lakin, rahatsızlığın tespiti bir profesyonelin varlığını zorunlu kılıyor ki, benim böyle bir profesyonelliğim söz konusu dahi değil. Bir profesyonele danışabilirim tabii ki, lakin, profesyonelliğin kendisinin bir rahatsızlık olduğu şahsımda öylesine kuvvetli bir inanç ki, bu danışma hali varlığımın kendimde toptan bir reddine dönüşme ihtimali koparır ödümü, eyleşmem. Aynı kızarıklık güldürüyor da beni. Duyduğum rahatsızlık hala ne denli avamdan olduğumu hissettiriyor, tüm o halktan uzak ve hatta üstün olduğumun içten içe yanan ateşine taşıdığım tonla suyun ayırdına vardırıyor beni.

Bir şey olsa da sokağa çıksak diye diye evde tüm yaşam enerjisini tüketmiş insanlarız biz. Kaosu bekliyor, dünyanın önemli bir kısmının yandığını, yangında can verenlerin büyük bir keyifle mideye indirildiğini, fabrika çarklarının durduğunu, buzulların eridiğini, ozonun delindiğini, nükleer savaşın patlak verdiğini ve son orospunun da bir cihadistin elinde can verdiğini görmeyi öyle arzuluyoruz, öyle arzuluyoruz ki; bunların hepsi gerçekleşmeden sokağa çıkmamaya yeminli davranıyoruz. Bir şey olsa da sokağa çıksak dememizden belli bu. Onca olan şeye rağmen; bir şey olsa da sokağa çıksak dememizden belli. Biz her olan şeyde, olmayan şeyi gören, gördüğü olmayan şeye sarılarak olanın üzerine basıp geçen insanlarız. Ne oluyorsa olsun, ne olursa olsun, olmayanın çocuklarıyız biz.

Kaybetmeyi dahi başaramayanlarız ya hu. Başarı çok uzak bize. Bir işçi mesela; kaybedendir bu kapitalist hayatta. Bellidir kaybettiği ve kaybedeceği. İster sendikalı olsun, ister sosyalist. Bir işçi; Marx'ta da kaybedendir, Keynes'te de, Smith'de de. Ancak biz işçi gibi kaybetmeye yazgılı olanlar gibi kaybeden olmayı başarabilenlerden dahi olamayız. Toplumu küçümser, toplumsal olanı reddeder ancak alternatif yaşamın içerisinde konum alamayacak kadar da basiretsizizdir. Alternatif arayışının öneminden sıklıkla bahseder, ancak neyden bahsettiğimizi bilmez, bilsek de bahsettiğimizin peşinden gitmeyiz. Peşinden koşulan yorar bizi, yorgunluk korkutur bizi. Hoş, sürekli yorgun olmakla da övünürüz ya.

Ölüm sürekli aklımızdadır bizim. Olmaması mümkün mü? Bunca arada kalmışlık çekilmesi zor bir hayatın sürdürülmesi anlamına gelir ki, dedim ya, yorgunluk korkutur bizi; ölmek, kimi zaman daha kolay. Hem hafızamız ölümün kendisini kucaklamasını bekleyen değil, ölümün ardına düşüp onu yakalamayı "başarmış"larla o kadar doludur ki, ölümün kucaklanılmasının düşü dahi hazdan nemalanmamıza yeter de artar bile. Zweig gelir akla ya da arada kalanların Pavese'si hatta militan Mayakovski'si kadının Woolf'u karizmatik Hemingway'i küçük Marxları bir de tanımakla övündüğümüz Deleuze'ü; artar ölümün düşüncesinin hazzı. Basit insanlarız biz, olamadığının olmuşluğunu yaşamaya çalışan insanlar.

Yok olanlarız biz, yavaş yavaş. Yaşadıkça varlığını tamamlayan değil, tükendikçe yokluğunu ortaya çıkaranlarız. Yüzlerce kitap edinen, film eskiten, düşünen ve düşünen ve düşünen, düşünemediğinde fikrin oluşumunu küçümseyebilecek birikime sahip olduğu için şükreden, yazan ve yazamadığında da yazmayı ortaya koyan nedenleri alt alta sıralayıp bu nedenlerle alay edebilen insanlarız. Tüketime açtığımız savaşı reddedercesine her anı tüketerek, her elimizin ulaştığını çürüterek, her dokunduğumuzu mahvederek yaşayanlarız biz diyeceğim ama, mahvetmeyi de, çürütmeyi de, tüketmeyi de başaramayanlarız biz.