23 Nisan 2012 Pazartesi

Bugün 23 Nisan; Dehşete Düşüp, Vahşetle Kutsanıyor İnsan

Bugün 23 Nisan; Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nın bugünkü halini alışı, biraz karmaşıktır. Şöyle ki; ilk önce 1 Kasım'da kutlanan; Hakimiyet-i Milliye Bayramı ve meclisin açılışı sebebiyle kutlanan; 23 Nisan Milli Bayramı'nın, 1927'de kutlanmaya başlanan 23 Nisan Çocuk Bayramıyla birleştirilmesinden sonra ortaya çıkan, üçü bir arada bayramdır. 1980 darbesi döneminde Milli Güvenlik Konseyi'nin kararıyla "Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" adını aldı.

Çocuk Bayramı'nın amacı muhtemelen savaş nedeniyle öksüz ve yetim kalan çocukların sevindirilmesi işiydi. Bugünlerde tüm hızıyla devam eden devlet makamlarına çocukların geçirilmesi ise, Mustafa Kemal'den beri süregelen bir gelenektir.

Bu kısa bilgilendirmelerden sonra konunun özüne yavaştan yaklaşabiliriz. BDP, meclisin 23 Nisan etkinliklerine kendilerinin katılmayacağını, alternatif etkinliklere yöneleceklerini deklare etti. Bunun üzerine, memleketimin güzide vatanseverleri, "zaten mustafa kemal bu günü orospu çocuklarına değil, dünya çocuklarına armağan etmiştir" gibi söylemlerde bulunmaya başladılar. "Çokta umrumuzda", "biz de siz kutlayın diye ölüyorduk" dediler.

Öncelikle orospu çocukluğuna değinmekte fayda var. Dün bir internet forumunda şunları yazmıştım;

"şü küfürsever arkadaşlara birazcık sosyoloji, mantık dersi verelim.

öncelikle çocuk bayramı; çocuk bayramıdır, orospu çocukları hariç tutulmamıştır. zira çocuk; sadece çocuktur. annesinin-babasının yanlışlarından sorumlu tutulamaz. peki orospuluk yanlış mıdır, tartışılır. bildiğim kadarıyla bilimi kendine bayrak edinmiş, demokrasi savunucusu olduğunu iddia eden her laik ülkede orospuluk, meşru bir memurluk olarak da vardır. bu memuriyetlik olmasaydı bile, orospuluğun yanlışlığını kabul etsek dahi, orospu, orospuluğundan ötürü aşağılanmaz. aşağılanması gereken, orospuyu yaratan-türeten toplumdur.

bu nedenlerden ötürü artık o aklınızı ve vicdanınızı tamamen kapatmanıza sebebiyet veren nefretinizi, başka cümlelerle kusun ki, mantıksal hatalara düşüp durmayın." 

Tekrar tekrar söylemekte fayda var. Gerçek anlamda bir orospu çocuğu olmanın, çocuğun, çocukluğu ile hiç bir alakası yoktur. Dolayısıyla "terörist" çocukları dediğimiz çocukların da, en az "vatansever" dediklerimizin çocukları kadar bu bayramda hakları vardır.

BDP çocuğa şiddete, çocuklara karşı taciz ve tecavüzlere, hapishanelerin çocuklarla doldurulmasına karşı bir politika üretilmemesinden şikayetçi olarak, meclis etkinliklerine katılmayacağını belirtti. Çocukların bu kadar acı çektiği bir ülkede, karar verme mekanizmasından bu kadar uzaklaştırıldıkları bir ülkede, Çocuk Bayramı'nın devlet eliyle kutlanması, apaçık bir ikiyüzlülüktür. Başka bir şey değil.

Bazıları, BDP ve PKK da çatışmada çocukları öne sürüyor, eylemlerde çocuklara taş attırıyor, çocukları düşünseler bunu yaparlar mıydı, onlar da ikiyüzlüler diyor. BDP ve PKK'nın ikiyüzlü davrandığı meseleler vardır. Bir ülküsü olan, bu ülkülerini gerçekleştirmek için uğraşan her partinin-örgütün ikiyüzlü kararları, ikiyüzlü tavırları, reaksiyonları olur. Doğrudur demiyorum, ama olur. Bunlara da itiraz etmek, bunları eleştirmek gerekir. Ancak çocukların taş atması mevzusu bunlardan biri değildir. Kafasına her gün bomba düşen, sokakta her gün, panzer, toma, akrep gören, savaş ortamında büyüyen çocukların, konformizin doğası gereği taş atıyor olması olağandır. Konuyla ilgili olarak Sırrı Süreyya Önder'in cevabı da dikkate değerdir;

Sırrı'nın Cevabı

Bayramın içerisindeki "Ulusal Egemenlik" söylemi ise ayrı bir riyakarlığın göstergesidir. Bir darbe kurumunun, Ulusal Egemenlik adını bir bayrama vermesi ancak bizimki gibi ülkelerde olağan karşılanması mümkündür. Hem ulusal egemenli milletten alacaksın, hem de ulusal egemenlik adı altında bayram kutlayacaksın, bunun da yanına Çocuk Bayramı'nı ekleyeceksin. Nasıl bir akıl, nasıl bir vicdan, anlamak mümkün değil.

Bugün 23 Nisan, tacize uğrayan çocuk tutukluları Pozantı'dan Sincan'a göndermekten başka çözümü olmayanların, her gün hapishaneleri daha çok çocukla dolduranların, çocuk istismarına karşı tek politikası "bizim ülkemizde böyle şeyler olmaz" olanların, ulusal egemenliği halkın elinden alanların göğüsünü gere gere kutladıkları bir bayramın günü. Devlet kurumları ve kuruluşları; çocukların cinsel istismarını, çocukların hapishanelere girişini, çocuğa uygulanan şiddeti önlemek adına ciddi çalışmalar yapmadıkça, topyekün bir gayret içerisine gark olmadıkça, ulusal egemenlik yeniden halka verilmedikçe, darbelerin getirdiği tüm yasalar, kurumlar berhava edilmedikçe, bu bayramın devlet eliyle kutlanması, bu halkı ve tüm Dünya'yı kandırmak değildir de nedir?

21 Nisan 2012 Cumartesi

Kadının Cinsellikle İmtihanı

Sene olmuş 2012, kadının cinsel yaşantısı hala erkeğe batmakta. Sadece erkeğe batmakla kalsa iyi, bir çok kadının da, cinselliği, evlendiği zaman yaşaması gerektiği bir görev olarak algıladığını görebiliyoruz. Kadının bekaretini kutsallaştıran ataerkil evlilik sistemi, erkeğin bakirliğine dair tek bir kural getirmez. Çünkü erkeğin bakirliğinin anlaşılabilmesi mümkün değildir. Bu yüzden yöneten konumdaki erkek; kadının bekaretini sorgular duruma gelir. Çünkü onun bekaretini analayabileceğimiz bir kızlık zarı vardır.

Bazı kadınlar, kızlık zarının boş yere var olmadığını düşünürler. Gerçekten de kızlık zarının görevine dair pek fazla bilgi sahibi değiliz. En iyimser yorum; kızlık zarının kadını bazı enfeksiyonlara karşı korunmasında yardımcı olduğudur. Bir başka yorum ise, kısalan gebelik süresi sebebiyle kızlık zarının doğumdan önce erimesinin-kaybolmasının evrimsel süreçte ortadan kalktığıdır. Esasında bu konuda hiçbir yorum, hiçbir açıklama getirmeye gerek yoktur. Afrika fillerinde de kızlık zarı var demeye bile gerek yoktur. Yeterince kendini geliştirmiş insan bu tarz biyolojik oluşumların varlığının nedenini değil, ortadan kalktığında oluşabilecek sonuçlarına göre yorum yapar. Kızlık zarı neden var diyen müslüman, erkek çocukların sünnet olmasına itiraz etmez. E o fazlalık dediğin neden var o zaman diye sorduğunda, işte sünnet olması için cevabını alırsın. Belki de kızlık zarı denilen zar da, sadece delinsin diye vardır. Olamaz mı?

Sorun sadece zarda da değildir. Bir çok kadın, seksten hoşlanmadığını iddia eder. Bu kadınların bir çoğu, seksten hoşlanmadığı için cinselliği yaşamadığını iddia eden kadınlardır. Çilek yemeden, çilekten hoşlanmamak ne kadar mantıklıysa, cinselliği yaşamadan, seksten hoşlanmamakta o kadar mantıklıdır. Cinselliği yaşadığımız halde, sevmemiş-hoşlanmamış olabiliriz. Bu hoşlanmayışın iki nedeni vardır; ya fizyolojik açıdan sorunlarımız vardır, yani hastayızdır, ya da sosyolojik açıdan, toplumsal baskılama sonucu, psikolojik etkiler fizyolojimizi etkilemiş, gerçekten de seksten zevk alamaz hale dönüşmüşüzdür. Aksi bir durum mümkün değildir. Üremenin devamlılığı için seksin, hoşlanılan, zevk alınan bir yapıda olması, tanrısal bir varlığı kabul edenler için kaçınılmaz bir gerçekliktir.

Erkek istediğiyle yatar, ama kadın yatamaz diyen insanlara da sıkça rastlamaktayız. Bunun nedeni için tek bir örnek vermekte fayda var; Trobriand Adası'nda insanlar babalık diye bir kavramdan haberdar değillerdir. Yani kadının hamile kalmasının nedeninin bir erkek olduğunu bilmezler. Kadınların ruhlar tarafından hamile bırakıldığına inanırlar. Bu inanç sebebiyle, erkekler ve kadınların evlilik öncesi cinsel ilişkileri aynı derecede serbesttir. Bir kadın bir adamla evli olduğu halde, kocası yanında olmadığı halde evli kalabilir, çocuk sahibi olabilir, kocası yanına geldiği zaman da bebeğin varlığını görünce sevinir. Ancak çocuğun bir babaya sahip olması gerektiğini bilen "modern" dünya, kadınlara seks yasağı koymaya başlar. Soyun devamlılığı önem kazanır. Erkekler, kendi soylarından-ırklarından çocukların meydana gelmesini ister, bu istenç sonucunda kadınların cinselliğine ket vururlar, kısıtlarlar. Erkeğin olabildiğince fazla kadını gebe bırakması kutsanır, kadının ise sadece gücü elinde bulunduran erkekten gebe kalması istenir.

Günümüzde kadınların hala nasıl cinsellik bahsinde ezildiğini görebilmemiz için, bazı aşağılama sözlerine bakmamız yeterlidir. Cinselliğini doyasıya yaşayan kadına, kaşar, orospu, fahişe, yollu denir. Erkek ise bu kötü sıfatlardan hiçbirine nail olmaz. Cinsellik erkeğin hakkıdır, kadının ise kocasına karşı bir görevidir.

Hazır evlilik demişken; bir kaç şeyden de bahsetmek lazım. Evlilik nedir? İslamda evlilik nasıl olur? İslamiyetin asr-ı saadetinde imamlık diye bir oluşum yoktur. Dolayısıyla bu dönemde imam nikahından bahsetmek komik olur. Devlet nikahınında olmayacağını biliyoruz. Bu bilgiler ışığında islamda evliliğin, bazı şahitler huzurunda, "biz evliyiz, beraberiz" demekten ibaret olduğunu düşünebiliriz. Bu durumda o halde zinadan kasıt nedir diye ikinci bir soru sorabiliriz. Zina islamiyetten önce, evli bir kadınla beraber olmak anlamında kullanılıyordu. Sonradan bu anlam genişletildikçe genişletildi. Artık bir kadına göz ucuyla bakmaya bile zina deniyor.

Aile evlilikten değil, evlilik aileden türemiştir der Westmarck. Çokta haklıdır. Evlilik kurumu ortaya çıkmadan önce de aileler vardı. Erkeğin, kendi soyunu koruma isteği, evliliği ortaya çıkardı. Ataerkil sistem zamanla kadının elindeki tüm hakları birer birer alıp, erkeği bu haklarla donattı. Sonrası malum, günümüz Türkiye toplumu. Artık seksi yaşamak isteyen kadınların orospulukla itham edildiği, kocasının seks isteklerine hayır diyen kadının itaatsizlikle suçlanıp, kötülendiği bir toplumda yaşıyoruz. Kadının kurtuluşu, ancak cinsellikteki özgürlüğüyle mümkün olabilir. Bu kurtuluş illa ki sağlanacaktır. Bugün mü, yarın mı, yoksa ondan sonraki gün mü? Tek soru, bu kurtuluşun gerçekleşeceği zamandır.

15 Nisan 2012 Pazar

AZINLIK IRKÇILIĞI(Kürt Milliyetçiliği)

Azınlık ırkçılığı, Kürt ırkçılığı-milliyetçiliği gibi kavramları siyasi arenada çok sık duyarız. Bu kavramları kullanan arkadaşlarımızın bir çoğu ırkçı-milliyetçi insanlardır. Bu insanların bir çoğu da; ırkçı-milliyetçi olduğunun farkında olup, bununla da gurur duyarlar. E, madem ırkçı-milliyetçi olmak gurur verici bir durum, neden başkalarının ırkçı-milliyetçi fikirleri, tavırları; onları küçümsemek için kullanılacak argümanlar haline getirilir? Buna verilecek birkaç cevap tabi ki var; birincisi, milliyetçilik ve ırkçılık, çelişki üreten kavramlardır. Sen milliyetçiysen, ve senden olmayan bir "o" da milliyetçiyse, onunla senin aranda bir ortak yaşam mutluluğunun üretilmesi mümkün değildir. Savaş, çatışma, nefret kaçınılmazdır. İkincisi, Kürt ırkçılığı-milliyetçiliği ile suçlananlar, ırkçılıktan milliyetçilikten gurur duyan insanlar olmadıkları gibi, ırkçı-milliyetçi olduklarını da reddederler. Bu durumda Türk ırkçı-milliyetçisi; hayır siz milliyetçi ve ırkçısınız, "banane banane" tribine girer. Bu aynı fikirleri savunduklarından ötürü yandaş arama durumu değil, aynı fikirleri savunmalarına rağmen, kendilerinin seçemeyecekleri farklılıklarından dolayı düşman arama durumudur. Ve zaten Türk'ün Türk'ten başka da dostu yoktur. Ancak bu yazının konusunu; Türk ırkçı-milliyetçilerinin, Kürt siyasi önderlerini Kürt milliyetçiliğiyle-ırkçılığıyla suçlaması değil, Türk sosyal demokratlarının bu suçlamada bulunmaları oluşturuyor. Bu sosyal demokrat arkadaşların nasıl bir yanılgı içerisinde olduğunu göstermeden önce, azınlık ve ırkçılık kavramlarını tanımlamaya ihtiyacamız var.

Azınlık kime denir, neye denir? Türk Dil Kurumu'nun azınlık tanımı oldukça yavan, sığ; "Bir ülkede ayrı soydan veya inançtan olan ve sayıca az bulunan topluluk." Bu tanım üzerinden tartışmaya devam edecek olursak, şu sorulara cevap vermekte zorlanabiliriz. Osmanlı'da Türkler azınlık mıydı? Ya da Roma'da Romalılar? Kürtlein sayısı bu ülkede Türkleri geçerse; Türklere azınlık mı diyeceğiz? vb.

Bu sığ azınlık tanımından kurtulmak için uluslararası azınlık tanımlarına bakmakta fayda var. 1978 yılında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu raportörü Francesco Capotorti azınlığı tanımlarken üç unsurdan bahseder, bu üç unsurdan biri; "Bu grubun(dinsel, ırksal, dilsel farklılıkları olan grup) nüfusun bütünü içinde sayıca az olması, sayısal azlığı nitelendiren grubun egemen olmayan konumu ve grup üyelerinin devletle vatandaşlık bağı." Bu tanımın da sıkıntıları olmakla birlikte, en azından egemenlik bahsinde bir şeyler söylemiş olması önemlidir. Bu tanımlamayla anlıyoruz ki; bir grubun azınlık olması için egemen olmaması, ya da egemenlikten pay almıyor olması gerekiyormuş. Daha halk ağzıyla ifade edecek olursak, azınlık; dilleriyle, kültürleriyle, dinleriyle farklı olan grupların, başka grupların egemenliği altındaki bir ülkede, egemen grupların lütfuyla yaşadığı toplulukların ismidir.

Irkçılığın da bir çok tanımı olmasına rağmen, "azınlık ırkçılığı" kavramından bahsedenlerin kastettiği ırkçılık; kendi soyunun, kendi etnik kültür değerlerinin, diğer soylardan, diğer etnik kültür değerlerinden üstün olduğunu, dolayısıyla kendi soyundan olanların diğerlerine hükmetmesi gerektiğini ön gören, düşünen bireylerin ırkçılığıdır. Bu tarz ırkçılığı; "Bir Türk dünyaya bedeldir" ya da "Tanrı Türk'ü korusun ve yüceltsin" gibi kemikleşmiş sloganlarda görebiliyoruz.

Milliyetçilik ise ırkçılığın kalıtsal içeriğinden arındırılmasıyla ortaya çıkan bir kavramdır. Milliyetçilik soydaşlıktan ziyade ülküdaşlığa dayanır. Bir milletin egemen ülküsüne ortak olan, ona omuz veren kim varsa, onları da millete dahil eder, dışlamaz. Ancak soydaşı olmayan insanları millet içerisinden istediği zaman atabilme gücünü de elinde barındırır. Milliyetçilikle ırkçılığn farkı kendinden olmayana zarar verip vermemeden ziyade, kendinden olmayanı tamamen dışlamak ile kendinden olmayanı kendine benzetmek arasındadır. Artık hangisinin daha makbul olduğuna siz karar verin.

Bu kısa tanımlardan sonra, yazının ana konusuna gelebiliriz. Türkiye'de Türk sosyal demokratlar, sosyal demokrat olmanın gereği, özgürlüklerden ve demokrasiden çok sık bahsederler. Ancak Yunanistan, Bulgaristan, Almanya, Çin, Kıbrıs gibi ülkelerden bahsederken, Türkler için söylenen özgürlükler, eşitlikler bahsi, konu Türkiye'deki Kürtlere gelince, Kürt siyasi önderlerinin, akil adam ve kadınlarının, bölücü, ırkçı, milliyetçi olduğu ithamına dönüşür. Türk sosyal demokratlar bu konuda Türk milliyetçilerden, ırkçılardan farklı bir tutum sergilemezler. Daha geçenlerde Çin gezisine giden Recep Tayyip Erdoğan, bize zorla Çince öğretiyorlar diyen Uygur Türklerine, ahlar vahlar diyordu. Kendi ülkesindeki Kürtlere söylediklerini de bildiğimize göre, Türk sosyal demokratlarının da bu söylemlerinin, Erdoğan'dan farklı olmadığını görmüş oluyoruz. Çünkü Türk sosyal demokratı da, milliyetçiliğe bulanmıştır. Milliyetçilikten nasibini almıştır. Bir sosyal demokratın, Uğur Mumcu'nun 1986'da ne söylediğine bir bakalım;

1-Türk solculuğu azınlık ırkçılığına yani Kürtçülüğe alet edilmemelidir.
2-Türk sosyalizmi maceracı akımlarla görüş birliği içinde olmadığını her fırsatta ortaya koymalıdır.
3-Türk sosyalizmi ideolojik bağımsızlığını korumalıdır.

Bundan 25 yıl önce Uğur Mumcu'nun söylediklerini, bugün aynı çevreler söylemeye devam ediyorlar. Peki nedir Kürtçülük? Kimdir Kürtçüler? Dillerinin eğitim dili olmasını isteyenler, yerel yönetimlerin kuvvetlendirilmesini isteyenler, kültürlerini savunanlar mı Kürtçüdür? Bağımsız devlet kurmak isteyenler midir Kürtçü olanlar? Kürtler; "Ne mutlu Kürt'üm diyene" mi demektedirler. Kürtler biz Türkleri yönetmeliyiz mi demektedirler? Bu insanları Kürtçü-ırkçı yapan nedir?

Bir an için Kürt kanaat önderlerinin ırkçı olduğunu kabul edelim. Peki Kürtler için azınlık diyebilir miyiz? Azınlık tanımında egemen olmama hali demiştik; İsmet İnönü de Lozan'a katıldığında, biz Türkler ve Kürtlerin temsilcisiyiz demişti. Ve yine Lozan'da azınlık tanımı, gayri müslimlerle sınırlı tutulmuştu. Yani Kürtler bu ülkenin azınlığı değil, egemenliği sağlayan topluluğun bir bileşeniydi. Ancak Lozan'dan sonra yaşanan Türkçü gelişmeler, Türkiye'de yaşayan herkesin Türk olduğu söylemi ve bu söylemin anayasallaşması, tüm bunlar yetmezmiş gibi Kürt'ün ve Kürtçe'nin inkarı, ben Kürt'üm diyeni, Kürtçe konuşanı azınlıklaştırdı. Bu azınlıklaştırma sürecini görmezden gelip, Kürt kanaat önderlerine azınlık ırkçısı demek pişkinliğin önde gideni değildir de nedir?

Türk sosyal demokratlarının sık sık kullandığı söylemlerden biri de, MHP neyse BDP de bizim içi odur söylemidir. Bunu söyleyerek akılları sıra MHP'yi de BDP'yi de küçümserler. MHP Türk ırkçılığının, BDP ise Kürt ırkçılığının partisidir, öyle kabul ederler. Lakin arada farklar vardır, MHP milliyetçiliği benimsemekle kalmaz adını dahi ondan alır, BDP'nin milliyetçilik vurgusu yoktur, bu ona, Türk efendileri tarafından atfedilir. Türk sosyal demokratları, BDP'yi illa bir partiye benzeteceklerse CHP'ye benzetmeleri daha doğru olur. BDP yöneticileri eğer ırkçı, kürtçü bir politika izliyor ve bunun farkına da varmıyorlarsa, bu politikanın ırkçı, türkçü karşılığı CHP'de kendisini bulur. Ancak Türk sosyal demokratları bir yandan BDP yöneticilerini ırkçılıkla suçlayıp bir yandan CHP ile ilişkilendirip, bir yandan da CHP'ye destek verecek kadar da tutarsız olamazlar. Bu sebepten sadece BDP-MHP ilişkisi kuracak kadar tutarsızlaşıp, akılsızlaşıyorlar.

Azınlık ırkçılığı Kürt legal ve illegal siyasi örgüt önderleri için söyelenebilecek bir tanımlama değildir. Çünkü ne Kürtler azınlıktır, ne de Kürt halkının önderleri ırkçıdır. Irkçılıklarına dair talep edilen haklardan başka bugüne kadar bir örnek gösterilmemiştir. Kürtler hem Türk milliyetçiliği ve Türkçülükle baskı altına alınmış, itiraz ettikleri, isyan ettikleri zamanlarda da milliyetçilikle, ırkçılıkla suçlanmışlardır. Sorun silahlı mücadelede de değildir, zira Kürt halkı silahlı mücadeleye başlamadan önce de başına gelenler hala hafızalardadır.

4 Nisan 2012 Çarşamba

Bir Sarhoşun Notları

Bazı arkadaşlar ailelerinin kendileri üzerindeki baskılarına boyun eğiyorlar. Beni bugüne kadar büyüttüler, yemedler yedirdiler, içmediler içirdiler diyorlar. Eeee, haliyle istedikleri birkaç küçük şeyi de yapmam gerek diye düşünüyorlar. Halbu ki durum bu kadar basit değil. Birincisi evlat; anne-baba yapmaya karar vermez, ancak anne-baba çocuk yapmaya karar verir. Bu karar verişin sonunda evlatlık edinmezler, çocuk yaparlar. Neden evlatlık edinmek yerine çocuk yaparlar? Çünkü amaçları birilerine yardımcı olmak değil, kendilerinin devamını sağlamaktır, övünebilecekleri, gururlanabilecekleri birini yaratmaktır. Bunu isterler, bu yüzden evlatlık edinmek yerine, birini yapmaya karar verirler. Bu karar verişten sonra dünyaya gelen çocuğa da, köpek muamelesi yaparlar. Eğitilmesi gereken, yetiştirilmesi gereken küçük bir finodur o, iyi yetiştirilip, güzel şeyler başardığı zaman onunla övünmek gerekir. Sonra da bu çocuklar ailelerine karşı sorumluluklarının olduğunu bu yüzden kendi kararlarına göre yaşayamayacaklarını savunurlar. Bu yüzden kaç genç hayalinden vazgeçer, kaç genç istemediği bir yolu seçer. Sonra da neden dünya bu halde diye düşünürüz.

Kadınlar çok çabuk ağlarlar. Ağlamak isterler, ağlayarak rahatlarlar. Sinirlenince, üzülünce, acı çekince... Hep ağlarlar. Onlar ağladığı zaman, erkeklerin söyleyecek hiçbir şeyleri kalmaz. Kadınların çevresinde pervane olurlar. Ne isterlerse yaparlar, sabahtan akşama, akşamdan sabaha nöbet tutarlar. Kadının ağlayışı, silahtır. Ve, Hanzala'nın attığı taş gibi bir silah değildir, olsa olsa "little boy"dur. İnsanlık suçudur, incelenmesi gerekir.

Benim altı erkek içinde ne işim var diyen kadınlar var. Bu kadının kendisine yapabileceği en büyük hakaretlerden biridir aslında. Siz bugüne kadar, kaç erkeğin; altı kadın arasında benim ne işim var ya dediğini duydunuz? Ancak kadınların bir çoğu bunu söylerler. Ve bu söyledikleri kendi kadınlıklarını aşağılamak noktasındaki en can alıcı yerlerden birisidir. Bir kadın, yirmi milyon erkeğin arasında da olabilir. Bu hiçbir şekilde bir kadını rahatsız edecek bir durum olmamalıdır. Bulunduğun ortamdaki insanların cinsiyeti değil, karakteri seni etkeler, buna göre bir tavır takınmamız gerekir. Aksi durum bir kadının, kadınların aşağılanmasına desteğidir ki, kabul edilebilir bir tarafı yoktur.


Bazı kadınlar, sadece birileriyle yatmak için sevgili olurlar. Bazıları da birileriyle yatabilmek için hiç tanımadıkları erkekleri bulurlar. Bu tarz ayrımların, sosyolojik nedenleri var tabi ki. İlk grup kadınlar, kaşar olarak algılanmamak, cinsellikten sonra yaşanan ayrılığın arkasından, aralarındaki seksin sebebini bir insanı sevmesine ve bir insan tarafından kandırılmışlığına bağlamak gibi nedenlerden ötürü sevgili olmayı tercih ederler. İkinci gruptaki kadınlar ise, kendisiyle alakası olmayan insanlar arasından birilerini seçerek, o erkeğin ya da kadının bir daha başına bela olmamasını, arkadaş çevresiyle bir münasebet içerisine girip, kendisi hakknında münasip olmayan şeyler söylememesini sağlarlar. Bu iki grupta yer alan kadınlar, çoğu zaman diğer gruptaki hemcinslerini küçümserler. Çünkü ikinci gruptaki kadınlara göre, birinci gruptakiler sahtekar ve kendine güveni olmayan kadınlarken; birinci gruptaki kadınlara göre, ikinci gruptakiler kaşardır. Esasında iki grubun da birbirinden farkı yoktur. Bu tarz seçimlere kadınları zorlayan mesele; toplumun kadına yönelttiği cinsel baskı ve seksin kadınlar için aşağılıklaştırılmasıdır. Mevcut toplumda, görece özgür seks ve özgür aşka sahip olan erkeklerin, bu hürriyetini kısıtlayamayacağımıza göre, yapmamız gereken, kadınların bu tarz seçimlere meyletmeyeceği bir ortam oluşturabilmektir. Özgür aşk ve seks; cinsiyetçiliğin önüne geçmek adına atılması gereken temel adımdır.

İnsanın olabilecek en erken yaşta kendi parasını kendisinin kazanmasının kutsandığı bir toplumda yaşıyoruz. Öyle olmayan toplum var lan dingil diyebilirsiniz. Hak vermemek elde değil. Mesele o değil, mesele bunun kutsanmasından sonra, çocuk işçilerin varlığının yadırganması. Amerikalılar, Çinliler'in çocuk işçileriyle dalga geçerler, bu durumun varlığının çol ilginç olduğunu, böyle bir şeyin kabul edilemez olduğunu düşünürler. Tabi Çin ile yapılan bu kıyaslamada, Çin'in hala düşman komünistlerden olduğu da bir yandan hatırlanır, hafızalardadır. Yani bir nevi, bakın işte bu komünistler böyledir, çocukları bile çalıştırırlar gibilerinden bir goygoyculuk. İyi de, kapitalist düzende de buna şaşılacak bir durum yok ki. Biz zaten belli bir eğitim sistemi oluşturmuşuz, bu eğitim sistemini en çabuk bitirip, en büyük faydayla çalışan, bunun karşılı olarak da en büyük payı alanlara başarılı demiyor muyuz? Bu durumda yarın bir gün, eğitim sistemimiz bize, eğitimin 16-17 sene olduğunu değil de, 1-2 sene olduğunu söylerse, bu sefer de, yine aynı şeye başarılı olmak demeyecek miyiz? Bu durumda milyonlarca başarılı 8-9 yaşında, çalışan insanlar türetmiş olmayacak mıyız? Birazcık tutarlı olmakta fayda var, birazcık toplumun-devletin bize öğrettiği doğruları eleştirmekte fayda var.

Bugün RTE, biz teröristlerle asla görüşmeyiz-konuşmayız dedi. RTE mi hafıza kaybına uğradı, yoksa halkımızın mı çok aptal olduğu düşünülüyor? Daha dün, görüşmelerin olduğunu kabul eden siz değil miydiniz? Daha dün mit müsteşarımı yedirtmem diyen sen değil miydin? Bu nasıl bir hafıza kaybıdır, bu nasıl bir halkın zekasıyla dalga geçmektir. Bir hükümet, halkının iyiliği için, her kurumla, her kuruluşla, her kişiyle, her örgütle; konuşabilir-görüşebilir. Konuşmayız, görüşmeyiz demek, hepsini öldürüp bu işi bitirecez demektir ki, ikiyüz yıldır, bu sorun, bunu diyen hükümetler, padişahlar başta olduğu için çözülemedi. Bugün sen sorunu çözemezsen, iktidarı kaybedip gidersin, yerine sorunu çözebilecek olanlar gelir. Bu sorun çözülmeden, Türkiye'nin uzun vadede ekonomik ve sosyolojik olarak başarı sağlaması mümkün değildir.