30 Ocak 2012 Pazartesi

BİR SARHOŞUN NOTLARI

İnsanların genelinin sevgililik anlayışıyla benim sevgililik anlayışım pek uyuşmuyor. İnsanlar seks yapmak istedikleri insanlara sevgililik atfediyor, sonra da sevgililik için, aman yahu sevgililikte nedir ki, hafif, manasız bir şey diyiveriyorlar. Ulan, sevgililiği manasızlaştıran, hafifleştiren sensin zaten; bunun üzerine bir de çıkıp pişkin pişkin sevgililiği boklaştırmanın anlamı yok ki. Kendi sevgililiğini hafifleştirip, kendi hafif sevgililiğini yaşa, neden başkasının sevgililiğine de burnunu sokuyorsun? Sevgililik önemli bir meseledir, esasında benim gibi, evlilik karşıtı bir insansanız, sevgililik en önemli mevzudur. Ondan ötesi, ondan fazlası, ondan sonrası yoktur çünkü. Sevgililik bir nevi, evliliktir. Sadece sevginize, devleti şahit tutma ihtiyacı hissetmemişsinizdir. Buna gerek duymamışsınızdır. Ancak günümüz insanları, sevgililiği alıp, sikiş için oluşturulacak zemin, sikişe oluşturulacak dayanak, bir ortama girmek için gereken izin belgesi gibi bir noktaya getirdiği için, sevgililik küçümseniyor, sevgililik hafifleştiriliyor. Halbuki, birileriyle doyasıya sikişebilmek için, birileriyle kolkola gezebilmek için, birilerini kendi odana, kendi yatağana sokmak için sevgili olmaya gerek yok ki. Neden kendinizi sevgili olmak zorunda hissediyorsunuz? Neden illa bir sevgiliniz olsun istiyorsunuz? Bunun nedeni canınız istediği zaman yatabileceğiniz birinizin hazır olması mı, yoksa toplumun görece entel kısmının sevgililik halindeyken biriyle olan görüşmelerinizi hoş karşılamaları mı? Neden yani? Neden illa sevgililik? Bırakın sevgililik, gerçekten sevenlere kalsın, bırakın sevgililik çürümesin.

Bazı kadınlara akıl vermekte fayda var. Zira, bazıları oldukça aptal olabiliyor. Bazı kadınlar erkek arkadaşlarının, çok seksi, çok efektif sikişen, herkesi ağına düşüren insanlar olduğunu düşünebiliyor. Yok lan öyle bir şey. Burası Türkiye. Burda sikişin anahtarı da, kilidi de kadınlardadır. Erkek sadece arada kaynayan bir şeydir. Önemli bir şeydir tabi ki, ona şüphe yok, ancak sadece şeydir, o kadar, abartmaya da gerek yok. Yok işte sevgilisi istese beş kadınla bir gecede beraber olabilirmiş, yok işte sevgilisi isterse tüm kadınları elde edebilirmiş felan da filan. Yok ebesinin kalbinin sol karıncığı. Türkiye'de büyümesek inanacaz. Evet, çok parası varsa, günde beş kadınla yatabilir, ve evet, çoktan daha çok parası varsa, hemen hemen her kadını elde edebilir de, ancak bunların dışında sevgiline bir yücelik, bir omaygatlık bahşediyorsan, ve bunun üzerinden kendini ezdiriyorsan, aptalsın be güzelim. Bir kadın olarak sen istersen, Türkiye'nin yarısından fazlası seninle beraber olur. Sevgilinin bu yaptıklarını başarı olarak görme, senin yapabileceğin onun yapabileceğinden illa ki daha üstün, illa ki daha fazladır.

Her zaman söylediğim şeylerden biri de, sevgilinizin sizi sevip sevmediğini farketmenizin oldukça kolay olduğudur. Bunun çok kolay yöntemleri var, mesela sevgiliniz boşaldığı halde, sizi severek öpmeye devam edebiliyor mu, sevgiliniz sizinle ön sevişmeyi tamamladığı halde, sizin sonrasını getirmeyi istemediğiniz zaman, bunu dert etmeyebiliyor mu? Sevgiliniz kendi boşaldığı halde, siz boşalana kadar sekse devam ediyor mu? Bunlar, sevgilinizin hala sizi sevip sevmediğini anlamanız için oldukça basit yöntemler. Çok zorlamaya gerek yok yani mantığınızı, bunlara bakın, yeterli olacaktır.

Evliliği anlamsız, manasız, saçma bulduğumu her zaman söylerim. Bundan daha saçma bulduğum bir şey varsa, o da, kadın isteme mevzusudur. Yani birini seversin, sevdiğinle yatarsın, sonra da bu insanı, anne-babasından istersin. Neden? Belli değil. Ulan ben o kadını zaten istemişim, zaten beraber olmuşum, zaten aşkım, sevgilim demişim, bir de neden senden isteyeyim, neden sana karşı el pençe divan durayim? Neden bir erkek, bir kadını istesin? Neden bir erkek, bir kadını istemek için izin almak zorunda kalmasın da, bir kadın bir erkeğe varmak için, izin almak zorunda kalsın? Bu ne saçmalıktır, bu ne kadını, alınıp verilecek mal olarak görmektir, bu ne kadını aşağılamaktır. Hadi erkekler kadını bu şekilde aşağılıyorlar, kadınlar niye buna ses çıkarmıyorlar? Kadınlar niye buna göz yumuyorlar? Eğitimsiz insanları bir kenara bıraksak bile, eğitimli kadınlar bile buna göz yummuyorlar mı? Evliliği sıradanlaştırınız, en azından bu isteme, verme olayını normallikten çıkartın.

İnsanlar sevgili olurlar, sevgili olan insanların büyük bir çoğunluğu bir seneyi tamamlayamadan ayrılır. Sevgililerin bir seneyi tamamlayamamasının bir çok nedeni var. Bunların bazılarına yukarda değindim zaten. Bu bir seneyi tamamlamadan ayrılan sevgililerin bir çoğu tekrar barışırlar. Özellikle bu sevgililerden bir tarafı, bir sevgili bulmadan ayrılmışlarsa. Bu insanlar barışırlar ama, barışmalarının esasında hiç bir manası yoktur. Zira, daha önceki birlikteliklerinden daha kısa sürecek bir birliktelik sonucunda tekrar ayrılacaklardır. Zira kısa ayrılık süreçlerinde, ne o, ne de sen değişmişsindir, ve de artık karşındaki insanın eksik yanlarını biliyorsundur, haliyle sadece birilerine sarılmak, birileriyle beraber olmak, birileriyle yatmak için kuracağın bu tekrar birliktelik, yeniden bir fiyasko halini alacaktır. Aksi, düşünülemez bile.

Kadınlar ne istediklerini değil, ne istemediklerini bilirler. Bu yüzden kadınlara, ne istersen onu olacam dediğin zaman, başarılı olamazsın. Ancak, bir kadına, ne olmamamı istersen, onları siktir edecem hayatımdan dersen, başarılı olma ihtimalin oldukça fazladır. Burdaki başarı kelimesini çok abartmamak lazım. Altı üstü, istediğiniz kadınla çıkmaya başlamaktan bahsediyorum. Yoksa bir kadınla çıkmaya başladıktan sonra devam ettirmeyi başarmak, fazlaca paraya dayanır. Eğer yeterince paranız yoksa, bir ilişkiyi devam ettirmeyi başarı kapsamına almayın, aksi halde hayatınız başarısızlıklarla dolu olur.

El değmemiş kadın yoktur, tecrübesiz kadın vardır. Siz hiç el değmemiş adam diye bir şey duydunuz mu? Duyamazsınız, zira erkeklere el değmez, el değenler kadınlardır. Ve, el değdikten sonra kadınlara, kadınlar ikinci el, üçüncü el olurlar. Erkekler ise her daim, sıfır erkekler olarak algılanır, sıfır erkekler olarak anlam kazanırlar. Kadınların namusundan bahsediliyor, peki, erkeğin namusu nedir? Bir erkek tarafından becerilmek mi? Yoksa kadın kardeşinin, bir erkek tarafından becerilmesi mi? Bir kadının bir erkeği becermesi mümkün mü? Yoksa kadın her zaman edilgen olan mıdır? Her zaman becerilen midir? Her zaman sikilen midir? Bu tip söylemlerde kadın niye daima edilgen olandır? Kadın niye daima nesne konumundadır, kadın niye sürekli olarak bir şeyler yapılan eşyadır? Hadi kadınları erkekler böyle tanımladılar, kadınlar niye buna itiraz etmezler? Kadınlar niye buna baş kaldırmazlar, kadınlar niye bunu haklı görürler? Kadınlar bu söylemlere karşı çıkmalılar ki, kadınların cinsel ezilmişliğinin bir sonu gelsin, kadınlar buna ses çıkarmalılar ki, sikilmek, bir küfür olmaktan çıksın, oldukça güzel bir iltifat haline gelsin. Kadınlar bunlara karşı çıkmadıkça, biz erkeklerin buna karşı çıkması hiçbir anlam ifade etmez, hiçbir şeyi çözmez.

25 Ocak 2012 Çarşamba

Bir Sarhoşun Notları

Bugün başlangıcı politikadan yapayim diyorum. Kafası çalışmayanlarla, kafası aşırı çalışanlar, şu birkaç paragraftan uzak dursunlar. Milliyetçiliği oldukça anlamsız buluyorum. Yani bir yanda dünyacılık dururken, milliyetçilik etmek, bana oldukça sığ bir mantıkmış gibi geliyor, e hadi diyelim ki, dünyacılık kimseye fayda getirmez, kendi kabileni, kendi milletini üstün göreceksin ayağına yattık, e be hacı o zaman tutarlı davranıp bireyci olsana. Niye dünyacılığın bir-iki kademe altı olan ulusçuluğu ya da milliyetçiliği tercih ediyorsun, eğer dünyacılık yanlışsa, milliyetçilikte yanlıştır, doğru olan bireyciliktir. En azından dünyacılığın(enternasyonalistlik) karşısında duruyorsan, bireyci olarak tutarlı bir davranış sergile. Liberal ol, amenna diyeyim. Eleman en azından tutarlı diyeyim.

Komünizm-sosyalizm mevzusunda müthiş bir kavram karmaşası var. Bir kaç temel mevzudan bahsetmekte fayda var. Komünizm, sosyalizmin ileriki aşamasıdır ve devletsizliği öngürür. Yani komünist devlet gibilerinden bir tamlama içerisine girilemez. O yüzden, Çin'den, Sovyetler'den, Küba'dan eleştirel bir şekilde bahsedecekken, komünist ülkeler diye bahsetmeyin. Çok komik duruyor.

Sosyalizmin-komünizmin yanlışları olabilir, bu yanlışları tartışabiliriz. Ancak komünizmi-sosyalizmi, milliyetçi-ülkücü arkadaş çevresinden öğrenmiş olanlarla tartışamayız. Bu tartışma son derece anlamsız, son derece boş bir tartışma olacaktır. Materyalizm kavramından, duygunun yokluğunu, düşüncenin yokluğunu çıkaranlar, bunu anlayanlar, kim bilir komünizmden, kim bilir sosyalizmden neler anlarlar? Gerçekten bu insanlara cevap verecek kadar fazla zamanınız var mı?

Bugün arkadaşın biri, sosyalistlerin, kemalistlerle ortak hareket etmesi gerektiğinden dem vurdu. Arkadaşım kusura bakmasın ama, bir sosyalistin, kemalistlerle hareket edebileceğini düşünmek, ya sosyalizmi bilmemekle ya da kemalizmi bilmemekle açıklanabilir. kemalizmin hiçbir oku, sosyalizmle bağdaşmaz, en azından günümüz kemalistlerinin, okları tanımladığı şekliyle bağdaşmaz. İmkanı yoktur.

Esasında politik mevzulardan konuşmaya devam edebilirim, ancak, kadınlardan konuşmak dururken politikadan konuşmak bana eşeklik gibi geliyor. Düşünsenize, kadınlar lan. Tüm o dudaklar, saçlar, ten, göğüsler, kalçalar... Tüm bunları göz ardı ederek, politikadan konuşmaya ne kadar devam edebilirsin ki. Çok açık bir şekilde söylüyorum, benim için politika, aşık olduğum zamana kadar vardır, sonrasında umrumda bile olmaz.

Türkiye kadınlarının da, erkeklerinin de çoğu davranışlarını anlamam, bana ters gelir. Birilerini sevmediğim, birilerine değer vermediğim, düşünmediğim, okumadığım zamanlarda; hep ortamın en güzel kadınlarıyla çıktım, sevgili oldum, hep ortamın en güzel kadınlarına iteledim. Onlar da bana iteledi tabi ki. Ancak ne zaman birilerini sevmeye, birilerine değer vermeye, bir şeyleri okumaya ve bir şeyleri düşünmeye başladım, beni sevenler de benden uzaklaştı. Yani birini sevmek ilişkisi, neyi ne kadar bildiğin ve neye ne kadar değer verdiğin ve neyi ne kadar yaşadığınla alakalı bir durumdur. Birinin senden kaç yaş büyük ya da küçük olduğu, birinin ne kadar yakışıklı olup olmadığı ya da birinin ne kadar zeki olup olmadığının hiçbir bok önemi yoktur. Çokça parayla beraber gelen, küçük bir sempati ve azıcık bir akıl, türkiye kadınlarının çoğunu elde etmenize yeterdir.

Bazı kadınlar gerçekten tarz oluyorlar. Gerçekten baktığım zaman aşık olasım geliyor. Olamıyorum, orası ayrı. Her neyse, bu tarz kadınlar gerçekten harikalar. Genelde çok okuyan, sinema kültürü olan, müzik kültürü olan insanlar oluyorlar. Bunun yanı sıra, kılık kıyafetleri, saç kesimleri, konuşma tarzları, düşünme biçimleri toplumun normlarından tamamiyle uzak olabiliyor. İşte bu kadınlar var ya, bu kadınlar; bu kadınların allahlarına kurban.

Sevdiği kadınla ya da adamla hiç sokakta sabahlamamış olanlar var, hiç birbirine sokularak ısınmamış olanlar var. Bir bira parasını denkleştirmek için ceplerini karıştırıp, alınan birayla kafa olmaya çalışmamış olanlar var. Ulan bunları yaşamadan sevgili olunur mu, sokakta kalmadan sevgili olunur mu? Götünüz donarken, sevgilinizin elini tutarak ısınmamışsanız, o ilişkiye sevgililik denilebilir mi? Sevgilinizin bir mesajıyla, tüm gününüz yüzünüzde kocaman bir sırıtışla geçmiyorsa, o kişiye sevgiliniz denilebilir mi? Bunların hepsini boş verin, canınızı yakmamış olana; sevgili denilebilir mi?

19 Ocak 2012 Perşembe

Bir Sarhoşun Notları

Kıçı dönük fotoğraf çektiren kadınların amacı nedir? Kıç fotonun merkezinde durur, hafiften yüz kısmı arkaya doğru dönmüştür, muhtemelen ya gecedir, ya da hava akşama dönmektedir. Sahiden, bu fotonun amacı ne? Benim aklıma olsa olsa, kıçım çok güzel amına koyayim, bakın ulan gibilerinden nedenler geliyor. Aksi bir durum varsa söyleyin de bilelim. Aynı durum kıçında yazı olan kıyafetlerde de var. Kıçında yazı olan bir şort ya da kot neden giyilir? Yazıyı okurken kıçıma bakın demek istenmiyorsa, ne denmek istiyor? Bundan nasıl bir anlam çıkarmalıyız? Ulan harbiden kıçınızın güzel olduğunu düşünüyorsanız ve kıçınıza bakılmasını istiyorsanız, bunu söyleyin, merak etmeyin, erkek milleti o kıça her halükarda bakacaktır. Hele de bu erkek milleti Türkiye'li erkeklerse.

İnsanların estetik ameliyatı olmalarını bir türlü olağan karşılayamadım. Ne bileyim, birilerinin burnundan, göğüsünden, pipisinden, kukusundan rahatsız olması, bana oldukça anlamsız geliyor. Çamurdan varlıklar mıyız yahu biz, şurasını biraz yontalım, buraya biraz ekleyelim, şunu biraz büyütelim. İnsanların güzellik anlayışları, kapitalizmin baskılarıyla oluşur. Pornografi sektörü, kozmetik sektörü, sinema sektörü, müzik sektörü insanlara bir güzellik anlayışı dayatır. Bu dayatmalara boyun eğmeyin. Neyseniz, onunla mutlu olmayı öğrenin. Bu estetik operasyon geçirmekten çok daha anlamlı, çok daha mantıklı bir davranış biçimi olsa gerek.

Sevgililik ilişkileri genelde aldatmaya gebedir. Çünkü yeni bir insan, sorunsuz insandır, eski insan ise, yani sevgilin olan kişi ise, sorunlarını bildiğin, sorunlu olduğunu bildiğin insandır. Yeni insan, yani sevgilini aldatacağın insan en azından mükemmel insan olma adayıdır, sevgilinin mükemmel insan olmadığının ise farkındasındır. Sevgilini aldatacağın insan, senin için en güzel kıyafetlerini giyer, en güzel iç çamaşırlarını seçer, en güzel sözlerini seçer, sevgilin ise muhtemelen senin yanında ossuruyor, senin yanında sıçıyor, senin yanında en kötü iç çamaşırlarını da giyiyordur. Bu durumda, bir insandan, sevgilisini aldatmaması beklenebilir mi? İnsanların sevgililerini aldatmaları olağandır, doğal olmayan, sevgililerini aldattıkları kişilere aşık olmalarıdır.

Çok sevdiğim bir arkadaşımın sevgilisi, bana küçük bir anekdottan bahsetti. Bir olaydan, bir durumdan bahsederken verilecek tüm örnekler, sevgililik haline de uyarlanabiliyordu. Mesela ders çalışıyorsunuz, yine çalışıyorsunuz, tekrar çalışıyorsunuz, tüm emeklerinize rağmen, sınavdaki soruları yapamıyorsunuz, bu bana reva mı lan diyorsunuz, işte bu yaşananların hepsi, sevgilik hali için de geçerli oluyor. Zaten ilişkilerde böyle değil mi derseniz, bu sorunun her yere uyduğunu görüyorsunuz. Bunun temel sebebi, sevgililiği kendi açımızdan değerlendiriyor olmamızdan kaynaklanıyor. Yani kendimizi bildiğimizden beri, sevgililerimiz oluyor, sevgililerimizle bir çok şey yaşamış oluyoruz, hepsiyle farklı anılarımız oluyor, bunun üzerinden hepsiyle de farklı bağlantılar kuruyoruz. Sonra bir olay yaşandığında da, sevdiklerimizden birini bu olaya dahil edebiliyoruz. Daha önce aşık olmamış, kimseyi sevmemiş insanlar için bu durum geçerli değildir, ancak dikkat ederseniz, daha önce birilerini sevmiş, birilerine aşık olmuş, birilerini sevmekten dolayı acı çekmiş insaların, her örneği, sevgililiğe bağlayabileceğini görürsünüz. Ben kendi üzerimde denedim, başarıya ulaştım.

Kadınları seviyorum. Her zaman sevdim, muhtemelen kuşumun kalkmayı başardığı her tarihte de sevmeye devam edeceğim. Ancak, kadınları sevmekten, tek bir kadını sevmeye geçtiğin andan itibaren, kadınların seni sevmemeye başlaması bir tesadüf değildir. Türkiye kadınları ezilmeye alışıktır, erkeğin kendisi de dahil bir çok kadını sikmesine alışıktır. Bu durum yaşanmayınca, erkekte bir eksiklik aramaya başlar, sonuçta hiçbir erkek mükemmel olamayacağı için, en başta erkek olmalarından dolayı mükemmel olamayacakları için, bu eksiklik mutlaka bulunur ve seven erkek siktir edilir. Tam da bu yüzden, ismine cool denilen kadınları siklememe, ama her önüne geleni de sikme haline devam edin. Türkiye kadınları bundan hoşlanıyor, Türkiye kadınları bunu seviyor.

Öğrenci evlerinde sık sık sorun çıkıyor, genellikle de bu sorunlar, kadın öğrenci evlerinde çıkıyor. Kadın arkadaşlarımıza bir kaç konuda fikir vermemiz gerekiyor sanırım. Mesela ev arkadaşınızın sevgilisinin sizde kalmasını sorun etmeyin, yahu sevgiliniz sizin evinizde kalamayacaksa, neden eve çıkasınız ki? 0 kadar masrafa ne gerek var? Tabi ki arkadaşlarım, sevgilim bende kalacak, tabi ki evime her gün gelenler olacak. Bunlar yaşanmayacak olsaydı, yurtta ot gibi yaşamaya devam ederdim. Ha evde ot gibi yaşamışım ha yurtta, daha çok fotosentez yapacam diye, eve o kadar para bayılmanın hiçbir anlamı yok.

18 Ocak 2012 Çarşamba

ERMENİ MESELESİ


Ermeni Meselesi ve Soykırımın Kavramsallaştırılması

Öncelikle başlığın ismi hakkında hasbihal etmekte fayda var. Başlığı Ermeni Soykırımı mı, Ermeni Sorunu mu, Ermeni Meselesi mi koymalıyım diye düşünürken; Ermeni Soykırımı üzerine çalışmalarıyla tanınan Tessa Hoffman'ın sözlerine denk geldim; "Ermeni Sorunu bugün, soykırımla eş anlamlıdır. Soykırım kelimesini kullanmamak, kullanmak istememek durumlarında, Ermeni Sorunu ya da benzeri kavramlardan söz edilmektedir."

Bizde ise Ermeni Soykırımı, çok daha basit ve çok daha acı verici bir şekilde tahrif edilmiş ve kavramlaştırılmıştır; "Sözde Ermeni Soykırımı". 20. yüzyılın erken döneminde yaşananlar soykırım olsun ya da olmasın, insanların acıları üzerinden, sözde diyerek bahsetmek, en hafif tabirle, acımasızlık ve gaddarlıktır. Bu söylemi içselleştiren insanlar genellikle günümüz Ermenileri’nin, daha doğrusu Ermeni diasporasının da Türklerin acılarını paylaşmamaları üzerinden hareketle, kendi tavırlarını haklı görürler. Ancak bir başkasının eksikliği, bir başkasının fazlalığı anlamına gelmez. Öncelikle saygı göstermeyi, insanların acılarını paylaşmayı öğrenmemiz gerekiyor. Saygı göstermeyi öğrendikten sonra, Ermeni Soykırımı var mıdır, yok mudur tartışması içerisine girebiliriz. Bu yüzden okuyanlardan ricamdır. Meseleye saygısı olmayanların, bundan sonraki yazacaklarımı okumasına gerek yok. 

Başlığın Ermeni Meselesi, Soykırımı ya da Sorunu olarak kullanılmasının, birbirinden bir farkının olmayacağını anlattıktan sonra, soykırım kavramının ortaya çıkışını, kavramlaştırılmasını ve dayanaklarını ortaya koymamız gerekir. Soykırım (jenoside, genocide) genel kabule göre 1944 yılında Polonya Yahudisi Raphael Lemkin tarafından kavramlaştırılmıştır. Raphael Lemkin bu tanımlamayı yaparken, Yunanca "ırk" anlamına gelen "genos" ile, Latince'de "katletmek" anlamına gelen "cidium"un, Fransızca'ya geçtiği şekli olan "cide"yi birleştirmiş ve amiyane tabirle bir ırkı katletmek anlamına gelebilecek "genocide"i türetmiş, üretmiştir. 1944'de ortaya atılan kavram, 1948'de Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmiş, 1951'de yürürlüğe girmiştir. SSECS(Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi)'nin 2.maddesinde soykırım;

"Ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir öbeğin tümünü ya da bir bölümünü yok etme niyetiyle; 
-Öbek üyelerinin öldürülmesi;
-Öbek üyelerine fiziki ya da ruhsal açıdan zarar verilmesi;
-Öbeğin, fiziki varlığını tümüyle ya da kısmen sona erdirecek yaşam koşullarıyla yüz yüze bırakılması;
-Öbek içi çoğalmanın engellenmesi;
-Öbek bünyesindeki çocukların başka bir öbeğe aktarılması;
eylemlerinden herhangi birinin işlenmesi" şeklinde tanımlanmıştır.

Soykırımın Birleşmiş Milletlerce kabul edilmiş bu tanımı bize açıkça gösteriyor ki, bir uygulamanın soykırım olarak adlandırılması için, soykırımın uygulandığı öbeğin, tamamiyle ortadan kaldırılmış olması gerekmediği gibi, öbeğin içerisinde toplu öldürmelere girişmiş olmaya bile gerek yoktur. Sistemli olarak verilen ruhsal zararlar ya da bir öbek içerisindeki çocukların alınıp, egemen öbek içerisindeki ailelere teslimi dahi soykırım olarak adlandırılabilmektedir. Yani madem soykırım yaptık, o halde neden hala Ermeni yaşıyor demek, mantıktan, izandan uzak, sığ bir aklın ürünüdür. Öncelikle bu yanlış soykırım tanımımızı değiştirmemiz gerekir.

Son olarak SSECS'nin giriş bölümünde; tarih boyunca bir çok soykırım olayının yaşandığının belirtildiğini gözardı etmememiz gerekir. Ayrıca soykırımı kavramsallaştıran Raphael Lemkin, kavramsallaştırma sürecinde Simele Katliamı, Holokost ve Ermeni Kırımı'ndan etkilendiğini açık bir şekilde belirtmiştir. Bu yüzden soykırımın Birleşmiş Milletlerce kabul edilen soykırım tanımından hareketle bir Ermeni Soykırımı vardır demeden önce, aklımıza, vicdanımıza, insanlığımıza danışmamız gerekir. Lemkin'in soykırım tanımı, zaten 1915 olayları dikkate alınarak üretilmiş bir tanımdır. Bu tanıma bakarak yapacağım tek değerlendirme, 1915 olaylarının soykırım olduğu olabilir. Ancak bu değerlendirme, kolay kaçan, tatminkar olmaktan uzak olur. O yüzden 1915'e nasıl gelindiğini, tehcirin nedenlerini tek tek açıklamamız gerekir. 

Osmanlıcılık Akımı

Ümmetçilikten dili yanan Osmanlı, devletin bekası için Osmanlıcılık fikirlerini benimsemeye başladı. Gerek Avrupa topraklarında kalan milletlerin, gerekse Anadolu'daki gayrimüslimlerin, Osmanlı'yı kendi devletleri olarak görmeleri, benimsemeleri için bir dizi fermanlar hazırlandı. Bunların en bilinenleri Tanzimat ve Islahat fermanlarıdır. 

Sultan Abdülmecid'in tahta çıktığı yıl, 1839'da, okunan Tanzimat Fermanı, madde madde yapılacakların sıralandığı bir metin değildir. İçerik dağınık ve karışıktır. İçeriği kısaca özetleyecek olursak;

"-Mali güce göre vergilendirme;
-Devlet harcamalarının hukuka dayandırılması;
-Zorunlu askerliğin adilleştirilmesi;
-Herkesin yargılanma hakkının tanınması, keyfi idamların önüne geçilmesi;
-Mülkiyet ve miras hakkı
-Kanunların üstünlüğünün kabulü" diyebiliriz.

Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı'nın öncülü olarak kabul edilebilir. Müslim-gayrimüslim arasındaki bazı eşitsizlikleri giderilmiş, hukukun üstünlüğü kabul edilmiştir. Islahat Fermanı ise yine Sultan Abdülmecid zamanında, 1856 yılında ısdar edilmiştir. Tanzimat Fermanı'na nazaran çok daha kapsamlı, çok daha eşitlikçi söylemlerle yazılmıştır. Islahat Fermanı'yla;

"-Gayrimüslim din adamlarına maaş bağlanmasını;
-Hıristiyan rahiplerin menkul ve gayrimenkullerinin garanti altına alınmasını;
-Gayrimüslimlerin kendi işlerini gördürmek için, her cemaat tarafından bir meclisin kurulmasını
-Gayrimüslimlerin ibadethane, okul, mezarlık ve hastanelerinin tamirine ve yenilerinin açılmasına engel olunmamasını;
-İbadet özgürlüğünün tanınmasını;
-Mezhep, dil ve cinsiyet ayrımcılığına son verilmesini;
-Din ve mezhep değiştirmenin önündeki engellerin kaldırılmasını, islamiyetten vazgeçenlerin idam edilmesinin kaldırılmasını;
-Gayrimüslimlerin memur olabilmelerini;
-Gayrimüslimlerin istedikleri okula gidebileceklerini;
-Gayrimüslimlerin de askere alınabilmesinin önünün açılması, istemedikleri taktirde, bir bedel karşılığı askerlikten muaf tutulmalarını;
-Vergilendirmede din ayrımının ortadan kaldırılmasını;
-Yabancıların Osmanlı topraklarında mülk edinebilmesini;
-Gayrimüslimlerin de eyalet meclislerine girebilmelerini;"
padişah kabul etmiş, bu fermanın uygulanacağına dair yemin etmiştir. 

Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla yapılmak istenen oldukça nettir. Osmanlı'nın tüm halklarıyla birlik olmasının sağlanması, Osmanlı içerisindeki farklı kavimlerin, Osmanlı'yı devleti olarak görüp, ayrılma ihtiyacı hissetmemelerini sağlamaktı. Nitekim fermanlar istenilenin gerçekleşmesini sağlamamış; fermanlarla verilen hakların büyük bir çoğunluğu 1892'de geri alınmıştır; "1892'de özel mekanlarda ayin yasağı; özel okullardan mezun olan çoğu Ermeni değişik dinlerden etnik azınlık mensuplarının kamu hizmetlerinde görev yasağı, Halife Ömer'in kelamıyla uyuşmayan tüm kitapların sansür edilmesi, hangi dilde olursa olsun İncil'den alınmış bölümlerin yayımının yasaklanması gibi uygulamalar"1 bunu kanıtlar niteliktedir.

Bununla birlikte Tanzimat ve Islahat fermanları, müslüman olanla olmayanın arasındaki eşitsizliği göstermesi açısından önemlidir.

Hamidiye Alayları

2.Abdülhamit zamanında, Osmanlıcılık fikirleri terkedilip, yeniden ümmetçiliğe dönüldü. Bu dönüşün başlangıcını 93 Harbinin ya da diğer bir isimle 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinin sonucunda imzalanan Berlin Antlaşması'nda görebiliriz. Balkanlar ve dolayısıyla Avrupa'daki etkisini neredeyse tamamiyle kaybeden Osmanlı, bir de üzerine Ermenilerin Berlin Antlaşmasıyla imtiyaz kazanmalarından dolayı Osmanlıcılık düşüncesini terketmek zorunda kalmıştır. Ümmetçiliğe dönüşle birlikte, doğu ve güneydoğu bölgelerinde müslüman Kürtlerin, gayrimüslimlere karşı kullanılabilmesi için girişimler başlatıldı. Bu girişimlerin en somut örneğini Hamidiye Alayları oluşturur. 1890'lı yılların ilk yarısında kurulan ve genişleyen Hamidiye Alaylarının kuruluş amacı;

“Askeri disiplin içine alınan aşiretlerden Doğu Anadolu için kolluk kuvveti olarak faydalanmak, düzenli süvari birlikleri oluşturarak, olası bir Rus işgaline karşı elde hazır kuvvet oluşturmak, dış tahriklere kapılan ve isyana kalkışacakları açık olan unsurları yola getirme, aşiretleri iskan ettirmek ve bunları medenileştirmek; onları disiplin altına alarak eğitmek, aşiret kavgalarına son vererek bu yöndeki bütün potansiyeli devlet lehine kullanmak, bu vesile ile yol, köprü, okul binaları vs. yaparak Doğu Anadolu’nun imarına çalışmak.”2 

“Hamidiye Alayları ile, Kürtleri Rusya karşısında güçlü bir askeri siper, İran’a karşı saldırı aracı durumuna getirme amacı yanında önemli amaçlarından biri, Kürtleri Türk idari makamlarının sıkı gözetimi altında durmaya alıştırmaktı. Bununla birlikte, Hıristiyan ulusal azınlıkların, özellikle de Ermenilerin yükselen özgürlük hareketlerine karşı kullanmak amacıyla kuruldu”3

“Hamidiye Alayları’nın kuruluşunun direkt hedefi, Ermeni  terörizminin daha fazla dallanıp budaklanmasını önlemekti.”4

“Hamidiye Alayları’nın Kürtleri sultana bağlamak, Doğu’da dengeleri devlet lehine değiştirerek aktif bir politika sürdürmek, İngiltere ve Rusya’ya karşı alternatif bir önlem oluşturmak gibi nedenlerle kurulduğu”5 olarak ifade edilebilir.

Bu amaçlarla kurulan Hamidiye Alayları'nın sayısı hızla artacak, önemli bir güç haline gelecektir. Ermenilere karşı zulmeden bir mekanizma haline dönen Hamidiye Alayları, İTC'nin iktidarı ele geçirmesiyle beraber, lağvedilme dönemine girecek, çok kısa bir zaman içerisinde bağımsız bir ordu statüsüne son verilip, 9.kolorduya bağlı birlikler haline getirileceklerdir. İtiraz eden aşiret reisleri, ülkeyi terketmeye zorlanırken, daha önce orduya subay yapılmış, aşiret çocuklarının da rütbeleri indirilecek, aşiret mektepleri kapatılacaktır. Sonuç olarak; Hamidiye Alayları'nın kuruluşu ve kuruluşundan sonra yaptıkları Ermeni milliyetçiliğinin, Hamidiye Alayları'nın lağvedilme süreci de Kürt milliyetçiliğinin artmasına neden olmuştur denilebilir. 


1915'in Habercisi, 1909 Olayları

1908'de meşrutiyet ikinci kez ilan edilirken, Ermenilerle İTC'nin arası oldukça iyiydi. Hatta, örgütlenmesini büyük öçüde Avrupa'da gerçekleştiren İTC'nin, Anadolu'dan taraftar bulabilmesi ve örgütlenebilmesi, Ermenilerin destekleriyle mümkün olabilmiştir;

 "1908 Selanik'ten gerçekleştiren İTC'nin Anadolu'da örgütlenmesi yoktur, Anadolu’daki zaafını Ermenilerle kapatmak isteyerek, 1907 tarihinde İTC’nin Ermeni Devrimci Federasyonu’yla işbirliğine girer ve geçici hürriyet baharında bu işbirliğini sürdürmesi İttihatçıların Anadolu’da örgütlenebilmesine yöneliktir. Bu sayede İttihatçılar Anadolu’ya Taşnaklar kanalıyla gazetelerini ulaştırabilmiş ve Anadolu’da örgütlenmişlerdir.”6

İTC ile Ermeniler'in arasını açan ilk olay 1909'da Adana'da çıkan olaylardır.Yanlış bilinenin aksine, Ermeniler Türklere, Osmanlı'ya karşı kin besleyen bir millet değildir. Sadece bağımsızlıkların kazanmalarına karşı olanlarla bir mücadele içerisine girmişlerdir. İTC ile giriştikleri bu işbirliği bunu kanıtlar niteliktedir. 1909 olaylarından sonra ise, Ermeniler İTC'nin politikalarından uzaklaşmaya, Rusların bağımsızlık sözlerine güvenmeye başlamışlardır. Taşnakların 1905 ihtilalinde, Rusya Çar'ına karşı mücadele etmiş olduğu unutulmamalıdır. Ermenilerin derdi o millet ya da bu millete dost ya da düşman olmak değil, bağımsızlıklarını kazanmaktır. 1909 olaylarına rağmen, İttihatçılarla Taşnakların işbirliği bir nebzede olsa devam edebilmiştir. Esas kopuş 1914'de savaşın başlamasıyla vuku bulmuştur.

1909'da yaşananların ise, Ermenilerin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla ya da kazanmak istemeleriyle pek bir alakası yoktur. Esas neden, Ermenilerin son yıllarda zenginleşmesi, statülerinin hızla yükselmesi, bunun yanında müslüman nüfusun fakir kalmış olmasından dolayı çıkan çatışma durumudur. Oluşan ekonomik farkın, din üzerinden alevlendirilmesiyle gerginleşen ortamın sakinleştirilmesi için birkaç küçük adımdan fazlası atılmamış, adeta olayların patlak vermesine müsaade edilmiştir. 14 Nisan 1909'da Ermenilerin kiliseden geldiği farzedilen bir haberle dükkanları kapamaya başlaması sonucunda, müslüman halk da bir olayın patlak vereceğini düşünerek dükkanlarını kapatmış, ellerine aldıkları silahlarla, sokaklarda dolaşmaya başlamışlardır.7  Silahlarla dolaşan bu grupların karşısına çıkan gayrimüslimlerin(çoğunluğu Ermeni), Müslümanların ileri gelenlerinden İmamzade Nuri'yi öldürmesiyle olaylar tamamiyle kontrolden çıkmış, Bab-ı Ali'nin konuya hakimiyetinin zayıf olması ve yerel yöneticilerin taraflı müdaheleleriyle olaylar iyiden iyiye büyümüştür.8
İngiliz, Fransız ve Rus donanmalarının Mersin limanına yaklaşmasıyla durumun vehameti anlaşılmış, ancak o zaman Bab-ı Ali olayları kontrol altına almak için tüm gücüyle uğraşmıştır. 

Olayların bastırılmasının ardından, mahkemeler kurulmuş, gerek Müslüman halktan gerek gayrimüslimlerden bir çok kişi yargılanmış ve tutuklanmış, bir çok kişi de idam edilmiştir. İdam edilenlerin büyük bir çoğunluğunu müslümanlar oluşturmuştur. Adana olayları esnasında öldürülen Ermeni sayısı 17bin civarı iken, öldürülen müslüman sayısı 1850 civarıdır. Kendilerinin on kat daha fazla kayıp vereceğinin farkında olan insanların, müslüman halka karşı ayaklanmış olma ihtimali, sanırım pek mantıklı bir bakış açısı olmaz. Lakin benim derdim, kimin kimi daha çok kestiğinden ziyade, yaşanan olayın sonuçlarıdır. 1909 olayları açık bir şekilde, 1915'de yaşanacak olanların habercisidir. İttihatçıların altı yıl boyunca bunun önlemini neden almamış oldukları sorgulanmalıdır. 

Ve 1915

1915 Ermeni Tehciri, kimilerine göre soykırımdır, kimilerine göre soykırım olarak adlandırılamaz. Ancak hemen hemen herkesçe kabul edilen, bazı nahoş durumların yaşandığı gerçeğidir. Şimdi bazı çevrelerin nahoş dedikleri olaylara daha derinlemesine bakmaya çalışalım.

1915 olaylarına giriş yapmadan önce, 1909-1915 arasındaki dönemde yaşananlara kısaca göz gezdirmekte fayda var.  1911’de Trablusgarp Savaşıyla Afrika’dan tasfiye edilen Osmanlı, 1912’de de Balkan Savaşlarıyla Avrupa’dan tasfiye edilmiştir. Osmanlı’nın bu toprak kayıpları sonucunda, kendilerine olan güvenleri artan Ermeniler, 1912-1914 tarihleri arasında, yoğun bir şekilde ayrılıkçı fikirlerle hareket ederek, 1914 yılında bir özerklik koparmayı başarmışlardır. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması fırsat bilinerek, bu özerkliğe izin verilmemiştir. 1914 yılından sonra, Osmanlı Ermenileri üçe bölünmüşlerdir diyebiliriz. Bir kısmı, kendilerine devlet vaat eden, Rusya’ya iltica etmiş, ve Rusya’nın gönüllü Ermeni birliklerini oluşturmuşlardır. Bir kısmı her iki tarafa da katılmayı reddederek dağlara kaçmış, bir kısmı da Osmanlı birlikleri içerisinde askerliği tercih etmişlerdir.

Tehcir kararının ne zaman alındığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, tehcir kararının alınmasındaki temel neden, Van’da başlayan Ermeni ayaklanması olarak gösterilmiştir. Diğer Ermenilerin de ayaklanmaya katılabileceklerini düşünen İttihatçılar, tehcir uygulamasına karar vermiş, İstanbul ve İzmir dışında kalan tüm bölgelerdeki Ermenilerin sürgününe karar vermişlerdir. Bu karar verildiğinde Ermenilerin başına ne geleceğini İttihatçıların liderlerinden Talat Paşa açık bir şekilde bilmektedir. 6 Temmuz 1914’de Talat Paşa mecliste bir konuşma yapıyor. Konuşmasında Rumların neden “Zor” bölgesine iskan edilmediğini açıklarken; muhacirleri oralara gönderip, çöllere serpecek olsaydık, cümlesi açlıktan ölürlerdi10 diyor. Bundan sadece on ay sonra, Ermenilerin bir kısmı bu bölgeye gönderiliyor. Gerçekten de Talat Paşa, bu yolculuk esnasında ve sonrasında Ermenilerin birçoğunun öleceğinin farkında değildi diyebilir miyiz? Tehcir esnasında görevli olanların askerden ziyade yerel milisler olması, güya Ermenilerin güvenliğinin sağlanması işini yerel milislere vermek, kuzuyu kurda emanet etmek değildir de nedir? Daha düne kadar birbirini öldürenlerden bir kısmını alıp silahsız bir şekilde vagonlara doldurup, diğer kısmının da eline silah verip bunlara şu bölgeye kadar, bu bölgeye kadar eşlik et demek, bunların icabına bakın demek değildir de nedir?

1915’de ne oldu sorusuna cevap ararken, Talat Paşa’dan faydalanmaya devam edelim; “Talat Paşa’nın iradesiyle hiçliğe sürülen Ermeniler, Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri, başıbozuklar, adları değişmiş Hamidiyeler, Adalet bakanlığı emri ile hapishanelerden çıkarılmış katillerin, hemen şehir dışında başlayan saldırılarına maruz kaldılar. …Soykırımda sadece insanlar kırılmadı, kültürler ve dinler de mahvedildi. Hayatta kalanlar Müslüman olmaya zorlandı, kadınlar Müslümanlarla evlendirildi, 13 yaşından küçük yetim çocuklar Türkleştirildi. Ermenilerin, Asurilerin, Süryanilerin kökü kazındıktan sonra, Talat Paşa, 1916 yılında, Alman Büyükelçisinin sorusunu “la question armenienne n’existe plus” (Ermeni sorunu artık yoktur!) diye yanıtladı.”11

Hükümet görevlilerinin söyledikleri bununla sınırlı değil. “Dönemin Meclis-i Ayan üyesi, eski vali ve dahiliye nazırı ve de İttihat Terakki’nin ‘artçı kabinesi’ olarak bilinen Ahmet İzzet Paşa hükümetinde Şûra-i Devlet başkanı olarak görev yapan Reşit Akif Paşa, 21 Kasım 1918 günü Ayan Meclisi’nde 1915 dönemini ele alan konuşmasında; “25-30 güne vasıl olmayan (İzzet Paşa) kabine(sin)deki yakın dönemdeki hizmetinde öğrendiğim bazı gizli şeyler vardır. Bu cümleden olmak üzere tuhaf bir şeye tesadüf ettim. Bu tehcir emri resmi olarak mahut Dahiliye Nazırı tarafından verilmiş, vilayetlere tebliğ edilmiş. Bu resmi emri takiben ise çetelerin koşup melun vazifelerini yerine getirmeleri için Merkez-i Umumi tarafından uğursuz emirler her yöne tamim olunmuştur. Binaenaleyh, çeteler meydan almış mukatele-i zalime yüz göstermiştir.” Der.”12

Yine dönemin İttihat ve Terakki üyelerinden genel sekreter Mithat Şükrü Bleda, katliamın faillerinden Dr. Reşit Beyle aralarında geçen bir anekdota anılarında yer vermiştir; “-Siz dedim, hekimsiniz… Nasıl oldu da bunca insanın yakalanıp ölümün kucağına atılmasına göz yumdunuz? Doktor Reşit Bey yüzüme baktı ve uzunca bir sükuttan sonra, en az benim kadar sert bir lisanla, cevap verdi; -Hekim olmak bana milliyetimi unutturamazdı. Reşit, elbette bir doktordur ve doktorluğun gerektirdiği çerçeve içinde davranışlarını ayarlamak zorunda idi. Ne var ki Doktor Reşit her şeyden önce dünyaya bir Türk olarak gelmişti. Milliyetim her şeyden önce gelir.”13

Bakanlık görevinde de bulunmuş bir siyasi olan Hasan Fehmi Ataç’ın, Ekim 1920’de yaptığı meclis konuşması da dikkate değerdir; “Tehcir meselesi, biliyorsunuz ki, dünyayı velveleye veren ve hepimizi katil telakki ettiren bir vaka idi. Bu yapılmazdan evvel alemi nasraniyetin bunu hazmetmeyeceği ve bunun için bütün gayz ve kinini bize tevcih edeceklerini biliyorduk. Neden katillik ünvanını nefsimize izafe ettik. Neden o kadar azim, müşkül bir dava içine girdik. Sırf canımızdan daha aziz ve daha mukaddes bildiğimiz vatanımızın istikbalini tahtı emniyete almak için yapılmış şeylerdir.”14

Dönemin hükümetlerinde yer almış bu isimlerin konuşmaları, hatıraları ve anlattıkları çok değerli bilgilerdir. Bize, Ermeni Tehciri kararını alanların bu tehcir esnasında Ermenilerin ne yaşayacaklarını iyi bildiklerini  ve hatta başlarına gelen bir çok olayı da, bizzat devlet içerisindeki güçlerin organize ettiğini göstermektedir. Şimdi de bazı yabancı kaynakların yorumlarına bakalım;

“Jandarmaların, çeşitli çetelerin, sık sık da yerel Sünni Kürtlerin katılımı ile Ermeni erkekleri, kadın ve çocuklardan ayırıp, hemen katlettirdi, diğerlerini ise tehcir sırasında ve sonunda da Suriye’deki çöl toplama  kamplarında öldürttü. …1918’de Rus ordusunun Erzurum’dan çekilişi sırasında Ermeni milisleri zulüm ve intikam cinayetleri gibi ağır suçlar işlediler. Ancak, bunlara dayanarak her şeyi sivil savaş olarak nitelendirmek, yani iki taraflı bir savaş olduğunu ve zayıf olan tarafın kaybettiğini ve yok olduğunu iddia etmek, bilimsellikten ve ciddiyetten uzak, saçma bir tezdir. Yahudilerin Varşova isyanı ve Almanlara karşı Rusya’yı destekleyen gerilla faaliyetlerini gerekçe göstererek, Yahudi jenosidini bir sivil savaşın doğal sonucu olarak açıklamak akıl ve mantığın kabul etmeyeceği bir şeydir.”15

“Jön Türkler dış dünyadaki saygınlıklarını korudukları sürece Müslüman fanatizmi üzerindeki baskıyı sürdürdüler.  Ama bu baskı kaldırıldığında, laikliğe yöneltilen muhafazakar nitelikli suçlamalar da azalmaya başladı. Artık Hıristiyan azınlıkların baskıdan yakındığı vilayetlerde teftişe çıkan yabancı müfettişler yoktu… Osmanlılar bu esnada sultanın Ermeni tebaasının, çar ordularını bir tür kurtarıcı gibi görerek Anadolu’da ilerlemelerine yardım etmelerinden korkmuşlardı. 1915 Mayısı’nda Osmanlı yetkilileri tüm doğu vilayetlerindeki Ermenilerin bölgeden çıkmaları ve Kuzey Mezapotomya’daki kontrollü yerleşim yerlerine gitmeleri yönünde bir karar aldılar. …Ne yazık ki en az 1.300.000 kadar Ermeni ‘nin ölmüş olması mümkün görünüyor. Eğer bu tahmin doğruysa, savaşta ve savaş sonrası dönemde öldürülen Ermenilerin sayısı, Fransa Cumhuriyeti ordularında hizmet gören askerlerin sayısına eşittir.”16

Bu iki tarihçinin yanı sıra doğuda ve güneydoğuda doktorluk yapan Alman Jakob Künzler ve A.B.D’li büyükelçi Henry Morgenthau’dan aktardıkları ilginçtir; “Hemen her durumda işleyiş aynıydı. Oradan buradan 50-100 kişilik gruplan alınır, dörderli sıraya sokulur ve kısa bir mesafe uzaklıkta olan seçilmiş bir yere götürülürdü. Aniden patlayan tüfek sesleri havayı doldururdu ve eşlik eden Türk askerleri kasvetli bir yüzle kampa dönerlerdi…”17

Ermeniler emperyalist savaş boyunca, gerek Osmanlı ordusunda gerek Rus ordusunda hizmet vermişlerdir. Ancak Osmanlı, Türk olanlar dışında kimseye tam anlamıyla güvenmediği için, silah altına aldığı Ermenileri silahsızlaştırmıştır. Yani hem silah altına almıştır,hem de silahsızlaştırmıştır. TTK başkanlığı da yapmış olan Yusuf Halaçoğlu, Osmanlı ordusunda silah altında bulunan 50bin Ermeni’nin Rus ordusuna iltihak ettiğini söyler. Ancak bu ifadesinden daha önce, Başkumandanlık’ın 25 Şubat 1915’te bütün birliklere gönderdiği emirde Ermeni erlerin seyyar orduda ve silahlı hizmetlerde kullanılmayacağını18 ifade ederek, Osmanlı’nın Ermenilere güvenmediğini ve bunu da Ermenilere gayet açık bir şekilde hissettirdiğini, gösterdiğini yine kendisi belirtir.Kendisine güven duyulmayan bir ordudan, kendilerine güven duyulacak bir orduya iltihak etmiş olmaları garipsenmemelidir. Ayrıca askerden kaçmak, tek başına Ermenilere uygulanan politikanın gerekçesi olarak düşünülemez, zira Türkler arasında da asker kaçaklığı oldukça yüksektir. Harbiye İkmal Şubesi Müdür Vekili Miralay Behiç Bey, durumu şöyle özetler; “Firar meselesi öyle bir şekil almıştı ki bugün bir firariyi idam eden manga eratından bazıları ertesi günü kendileri kaçıyorlardı. Yani idam cezası dahi müessir olamıyordu. Bazıları kasten frengi hastalığı alarak askerlikten kurtulmaya teşebbüs ediyorlardı. Nihayet frengili amele taburları teşkiline mecbur olduk.”19

Devletin bu ayrımcı tutumunu, Talat Paşa da oldukça net bir şekilde ifade eder; “Türk devletinin, Türkler de içinde olmak üzere, bütün uyruklarına iyi davranılmasını sağlayan düzenli bir yönetim kurmayı başardığını öne sürmek bir cürettir. Fakat bu konudaki hatayı yalnız Türklere yüklemek de doğru değildir.”20

Ayrıca tüm bunlara rağmen, Osmanlı saflarında savaşa katılan Ermenilerin sayısı oldukça fazladır. Bu sebepten dolayı Enver Paşa Patrik Zaven Efendi’ye bir teşekkür mektubu bile yollamıştır.21

Son olarak Mustafa Kemal’in 1915 olaylarıyla alakalı söylediklerine bakmakta fayda var;

1926’da Emile Hilderbrand’a verdiği mülakatta; “Yuvalarından kitle halinde acımasızca tehcir edilen ve kıyıma uğratılan milyonlarca Hıristiyan teb’amızın hayatlarının hesabı kendilerinden sorulmak gereken Genç Türkiye Partisi”22nden söz eder. Murat Bardakçı ise bu mülakatın varlığından şüphelidir; “Aslında Atatürk’ün Ermeni meselesine bakışının tek cevabı, verdiği mallardır. Atatürk, Ermenilerin öldürdüğü devlet adamlarının ve memurlarının ailelerine büyük maaş bağladı, onlara el konulan Ermeni mallarını kendi imzasıyla verdi. Talat Paşa’nın karısı en büyük maaşlardan biri olan vatan-ı hizmet aylığı alıyordu. Merkezi Umumi üyelerinin eşleri ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın önemli mensuplarının hanımları da vatan-ı hizmet aylığına bağlandı. En yüksek maaşı da Enver Paşa’nın kızı Mahpeyker Hanım aldı.”23

Mustafa Kemal’in yaşananları yanlış ya da kötü bir şey olarak algılamadığını hem Murat Bardakçı’nın aktardıklarından, hem de 21 Şubat 1921’de Public Ledger-Philadelphia muhabirinin sorularına cevap verdiği yazılı demecinden anlamak mümkün; “İngiltere’nin sulh zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya efkarı, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur  olduğumuz karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz. Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi şayet İtilaf Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi evlerine dönmüş olurlardı.”24

O günden bugüne çok şey değişmemiş gibi duruyor. Bugün de bize soykırım yaptınız diyenlere, bunu söylemeyin, kendi yaptıklarınıza bakın diyerek cevap veriyoruz. Başkalarının yanlışlarının, bizim yanlışlarımızı sileceğini ümit ediyoruz, iki olumsuz bir araya gelir de belki bir olumlu çıkar diye umuyoruz.

Peki Bugün Ne Yapmalı?

Günümüzde artık, ölmüş olanları diriltip yargılamamız ve bu yaşananlardan dolayı da hesap sormamız mümkün değil. Yaşananları tarihçiler araştırsın demek de aynı şekilde anlamsız bir hal almış durumda. Tamam tarihçiler araştırsın diyebiliriz, peki hangi tarihçiler? Ermeni tarihçilerle, Türk tarihçilerin anlaşabilmesi mümkün müdür gerçekten? Memlekette Müslüman olmayan bu kadar az insan kalmışken, gerçekten de içinize sindire sindire soykırım olmamıştır demeye devam mı edeceksiniz? Ermeni diasporasıyla anlaşmak oldukça zor, Ermeni diasporasıyla konuşabilmek dahi zor. Bu yüzden diasporanın düşüncelerine angaje olmamış Türkiye’deki ve Ermenistan’daki Ermenilerle konuşmaya ne zaman başlayacağız? Sözde Ermeni Soykırımı demeden konuya girebilmeyi ne zaman öğreneceğiz? Yoksa Ermeni soykırımı vardır diyen Ermenileri öldürmeye devam mı edeceğiz, Ermenilerden özür diliyoruz diyen Türkiye aydınlarını linç etmeye devam mı edeceğiz?

Oldukça uzun bir yazı kaleme aldım. Ancak yazdıklarımın hepsi boş, hepsi anlamsız. Bunlar bugüne kadar bir çok kez yazıldı, bir çok kez çizildi, bir çok kez kendi aramızda konuşuldu. Peki ne değişti? Koca bir sıfır. Bir arpa boyu kadar ilerleyemedik. Bu yüzden yazılanları çizilenleri unutalım, kim nerde ne demiş unutalım. Vicdanımıza, insanlığımıza kulak verelim. Ülkede kalan otuz bin Ermeni olduğunu hatırlayalım. Müslüman olmayan azınlıkların ne kadarının Türkiye’de kaldığını hatırlayalım. İster adına soykırım, isterseniz tehcir esnasında yaşanan talihsizlikler diyin, ancak özür dilemeyi öğrenin. 1915’in yüzüncü yılına üç kala, en azından bunu öğrenin. Kim bilir, belki bunun ardından bir Hocalı özrü de Ermenilerden gelir. 

KAYNAKLAR

1-Sait Çetinoğlu, Resmi İdeoloji Sözlüğü, Ermeni Sorunu, Maki Basın Yayın, Mart-2007,s.138
2-Nihat Gültepe, Hayat Tarih Mecmuası, Temmuz-1976, sayı:48
3-M.S.Lazarev, Kürdistan ve Kürt Sorunu, s.151
4-Martin Van Bruinessen, Ağa, Şeyh ve Devlet Kürdistan'ın Sosyal ve Politik Örgütlenmesi, çev:Remziye Aslan, Özge Yayınları,s.228
5-Bayram Kodaman, Hamidiye Hafif Süvari Alayları, Tarih Dergisi, Edebiyat Fakültesi Basımevi, 1979, sayı:32
6-Sait Çetinoğlu, age., s.142
7-Bayram Kodaman ve M.Ali Ünal, Abdurrahman Şeref Efendi Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1996, s.111
8-Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Belge Yayınları, s.556
10-Orhan Kemal Cengiz, Soykırım Mıydı?, 23.12.2011, Radikal
11-Hülya Engin, Talat Paşa Davası, s.94
12-Meclis-i Ayan Zabıt Ceridesi, Devre:3, İçtima Senesi:5, Cilt:1, TBMM Basımevi, 1990, s.117, Aktaran: Oral Çalışlar, Osmanlı Zabıtlarında Ermeni Tehciri, Radikal
13-Mithat Şükrü Bleda, İmparatorluğun Çöküşü, Remzi Kitabevi, 1979, s.57
14-Erol Anar, Öte Kıyıda Yaşayanlar, Azınlıklar, Yerli Halklar ve Türkiye, Belge Yayınları, Ocak-1997, s.65-66
15-Hans-Lukas Kieser, Doğu Anadolu'da Ulaşılmayan Barış, www.hist.net/kieser/pu/baris.html
16-Alan Palmer, Son Üç Yüz Yıl Osmanlı İmparatorluğu, çev. Belkıs Çorakçı Dışbudak, İş Kültür Yayınları, 2002, s.236
17-Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İmge Kitapevi Yayınları, 2002, s.248-252
18-Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri, Babıali Kültür Yayıncılığı, nisan-2005, s.99
19-Miralay Behiç Bey'in yayınlanmamış hatıratı, aktaran:Sait Çetinoğlu, age.,s.154-155
20-Alpay Kabacalı, Talat Paşa'nın Anıları, Kültür Yayınları, aralık-2003, s.17
21-Taner Timur, 1915 ve Sonrası, Türkler ve Ermeniler, İmge Yayınları, 2001, s.42
22-Los Angeles Times, temmuz-1926, çev:Mete Tunçay, Tarih ve Toplum, İletişim Yayınları, mayıs-1988, sayı:53
23-Murat Bardakçı, Soykırımı Almanya Kışkırtıyor, 6.6.2005, Radikal
24-Emrah Cilasun, Hrant Dink Cinayetinin Ardından

9 Ocak 2012 Pazartesi

Yaşlıyım, Yaşlısın, Yaşlı

 Gerontokrasi Nedir?

Gençlerin ezilmişliğinden, ezilmesinden, bireyleşemiyor oluşundan ve yaşlı egemen bir dünyadan bahsedeceksek, işe gerontokrasiyi tanımlamakla başlamamız gerekir. Gerontokrasi kelimesinin Spartalılar'da bulunan ve 60 yaşının altındaki insanların kabul edilmediği "gerousia" meclislerinden geldiği söylenir. Kısa bir ifade biçimiyle, yaşlı olanın hükmettiği siyasi düzen olarak ifade edilebileceği gibi, sosyolojik olgu olarak da karşımıza çıkabilen bir kavamdır gerontokrasi.

Gerontokrasiyi sadece, her 45 yaşındakinin her 35 yaşındakine üstünlüğü olarak algılarsak, bugün dünyada bildiğimiz kadarıyla esamesinin kalmadığını iddia edebiliriz. Ancak gerontokrasi sadece bundan ibaret bir kavram değildir, öyleymiş gibi de davranılamaz. Gençler geleceğimizdir söylemi, başlı başına yaşlı egemen bir söylemdir. Gençleri şimdinin yaşamından, şimdinin karar alma mekanizmasından, şimdinin gerçekliğinden ve mücadelesinden koparır, geleceğe öteler. Gelecekte de bir gencin olacağı şey, yaşlılıktır. Yani bir genç, ancak yaşlılık halinde şimdiye hakim olabilir, şimdiye sahip olabilir. Gençken yapacağı tek şey, yaşlılığı beklemek olarak sunulur.

Günümüzde Yaşlı Egemenliği

Yaşlı egemenliğinin nasıl devam ediyor olduğuna dair bir kaç örnek verip, bu örneklerin üzerinden ilerlemekte fayda var. İlk olarak özgürlük ve eşitlik kavramlarını içselleştirmek mevzusunda en önde olmasını bekleyeceğimiz üniversiteleri ele alabiliriz. Akademik kariyer yapmak isteyen gençler, yaşlıların yanında bir nevi amelelik işine girmek zorunda bırakılırlar, bu işleri süresince de, kendinden yaşlı olana hiçbir şekilde saygısızlık yapmamaları gerekir, aksi halde yaşlı olan, elindeki gücü kullanarak, genç olanın akademik kariyer hayaline tek bir imzasıyla ket vurabilir. Bu durum diğer kurum ve kuruluşlarda da bu şekilde işler. Stajyer adı altında işe alınan genç insanlar bedenen yıpratıldığı gibi, ruhen de yıpratılırlar. Yaşlı egemen sistem, sadece okumuşların arasında kendisini göstermez. En basit zamanlarda, en basit durumlarda bile yaşlı egemenliğinin yaşandığını gözlemleyebiliriz. Yaşça büyük olanların ellerinin öpülmesi, biat etme kültüründen değildir de nedir? Birine biat etmek bile tartışılması gereken bir durumken, sadece yaşından dolayı birine biat etmenin mantıksızlığını göremiyor muyuz? Bir başka örnek verelim. Cenaze yemeklerinde, yemeğin dağıtılması işi gençlere bırakılır. 35-40 yaşlarındaki sapasağlam insanlar otururken, 20'li yaşlarındaki gençler arı gibi çalışır, sürekli ayaktadırlar. Bunun nedeni nedir? 20 yaşındaki bir insan, 40 yaşındaki sapasağlam insana neden hizmet eder? Bir tartışma esnasında, genç olandan daha az bildiğinin farkına varan yaşlının, sen daha bunları yaşamadın, sen gelirken biz dönüyorduk, çocuk sahibi ol da ondan sonra görelim, senin yaşın kadar ben bu işi yaptım gibi söylemler, nasıl oluyor da yaşlıyı haklı konumuna getiriveriyor? Gerontokrasinin hala bütün şiddetiyle varlığını sürdürdüğünü görmemiz için, yönetenlerin, egemenlerin yaş ortalamasına bakmamız yeterli. Daha fazlasına gerek yok.


Yaşlıları Anlamak, Yaşlılığın Getirdikleri ve Gençlik

"...Deney satarak geçinenleri bilirim. Hayatlarını sersemlik ve dalgınlık içerisinde geçirip durmuşlardır. Sabırsızlanıp evlenmişler, rasgele çocuk yapmışlar, öteki insanlarla kahvelerde, evlenme törenlerinde, cenazelerde karşılaşmışlardır. Ara sıra, kargaşaya kapılıp başlarına ne geldiğini anlamadan debelenip durmuşlardır. Çevrelerinde olup biten her şey, onların görüş alanının dışında başlamış ve sona ermiştir. Upuzun kara biçimler, uzaklardan gelen olaylar yanlarından geçip gitmiş, onlara bakmak istedikleri an, her şey çoktan sona ermiştir. Kırk yaşına gelince o minicik inatçılıklarını ve birkaç atasözünü deney diye adlandırmışlardır. Para atılınca bir şeyler veren makinelere dönmüşlerdir. Sol deliğe bir beşlik atınca, yaldızlı kağıda sarılı kıssalar; sağdakine bir beşlik atınca, dişlere yumuşacık karamelalar gibi yapışan değerli öğütler alırsınız..." diyor, Jean-Paul Sartre "Bulantı" isimli eserinde. Bir yaşlının deneyimlerini aktarma ihtiyacını ne kadar da güzel özetliyor. Belli bir yaştan sonra insanlarda, artık hayatın bir gün biteceği realitesi aklının bir köşesine yerleşir.Bu saatten sonra insanlarda hayatın boşa geçirilmemiş olduğuna kendisini ikna etme süreci başlar. Bunu da çevresindeki insanlara, ne kadar çok şey yaşadığını, ne kadar çok tecrübe edindiğini göstererek yapmaya çalışır.

Bilge Karasu; "Yaşlanmışsınızdır artık, artık yaşamınız sizin malınızdır" derken, tam olarak bunu kastetmiş olmalı. Belli bir yaşı geçtikten sonra, artık şunları yapacağım, bunları yapacağım gibi, amaçlar, hedefler, hayaller geride kalır. Yaşlandıktan sonra yapılabilecek tek şey, yaşanmış olanın, elde olanın, ulvileştirilmesi, bir pazarlamacı olarak bu malın, yani hayatın, allanıp pullanıp gençlere iyi bir fiyata pazarlanmasıdır. Bir insandan bunu yapmamasını istemek, hayatından vazgeçmesini istemekle neredeyse aynı anlamdadır.

Yaşlı egemenliğinin bu denli sorgulanmaz bir doğru olarak kabul edilmesinde iki temel argüman vardır. Yaşla doğru orantılı olarak artan tecrübe ve bilgi birikimi. Bu argümanların eleştirisini yapmadan önce, bilgi birikimi ve tecrübe kavramlarından ne anladığımızı, ne anlamamız gerektiğini açıklamak gerekir. Aldous Huxley tecrübeyi; "Tecrübe insanın başına gelen şey değildir, o, insanın o başına gelenle ne yaptığıdır." diyerek tanımlar. Yani tecrübe, insanın başına gelen olaylardan ziyade, bu olaylardan ne kazandığı, ne aldığı, nasıl sonuçlar çıkardığı meselesidir. Bu sebepten dolayı, önemli olan, bir insanın gençliği ya da yaşlılığından ziyade, nasıl bir genç ve nasıl bir yaşlı olduğu olmalıdır. Bilgi birikimi içinse; yaşam boyunca elde edilmiş, toplanmış ve hala sahip olunan bilgilerin tümü diyebiliriz. Yaşam boyunca toplandığına göre, yaşlı olanın daha fazla bilgi sahibi olabileceği, bu durumda da, yaşlı olanın bilgi birikiminin daha üst seviyede olması gerektiği gibi bir retorik geliştirilmiştir. Ancak günümüzde bilginin değişim hızı, bilginin birikimselliğine karşı bir hareket içerisindedir. Bundan elli sene önce edindiğiniz bilgilerin bugüne faydası, oldukça azalmış bir durumda olduğu gibi, çoğu zamanda günümüz koşullarında negatif bir etki yaratmaktadır. Önemli olan bilgiyi muhafaza etmekten ziyade, yenilikleri takip edebilme kabiliyeti haline gelmiştir. İnsanların yaşlandıkça muhafazakarlaşması herkesçe bilinen bir gerçektir. Bu sebepten dolayı da, gençlerin yenilikleri daha çabuk kabullenebilir oluşu, günümüzün dünyasında başarılı olmak için gençleri, yaşlıların önüne geçirmektedir.

Mustafa Kemal'den Hitler'e; Napolyon'dan Büyük İskender'e bir çok komutan, başkan, nispeten genç denilebilecek yaşlarda başarıyı yakalamışlardır. Newton 23 yaşında kütle çekim yasasını, Einstein 27 yaşında genel görelilik kuramını ortaya atmıştır. Schopenhauer en önemli eseri olan "İstenç ve Tasarım Olarak Dünya"sını 31 yaşındayken ortaya çıkardı. Nietzsche en önemli eserlerini otuzlarındayken yazmıştı. Marx Komünist Manifesto'yu hazırladığında daha yeni otuzuna giriyordu. Küba'da devrim olduğunda Che Guevera 31, Fidel Castro 33 yaşındaydı. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u aldığında 21 yaşındaydı. Örnekleri yüzlere, binlere çıkartmak mümkün. Bunların hepsi, yönetimsel olarak da, bilimsel olarak da, toplumsal normlar anlamında da yaşlının genç olana bir üstünlüğü bulunmadığının göstergesidir. Bir insanın sadece yaşlı olmasından dolayı, bir insana hükmetmesi, sadece yaşlı olduğu için, genç olanın bireyleşmesine ket vurması, kendi kararlarını kendinin verebileceğini kabul etmemesi, genç olanın ancak yaşlılıkla beraber karar mekanizmasında bulunabileceğini iddia etmesi, kabul edilebilir olmamakla birlikte, yaşlılar açısından mantıklı bir tavırdır. Önemli olan, bu tavır karşısında bizlerin, yani gençliğin, nasıl bir karşı tavır sergileyeceğidir. Yaşlılara hürmet etmeye devam mı edeceğiz, yoksa hakkımız olan saygıyı görmek için mücadele mi edeceğiz? 

7 Ocak 2012 Cumartesi

Bir Sarhoşun Notları

Eskiden düşünürdüm ben, şimdilerde bokunu çıkartıyorum. Düşünmekten başka yapacak işimin olmamasından kaynaklanıyor sanırım. Esasında bunu sormadan önce, düşünmekten başka bir işin olup olmayacağını sormak lazım. Hatta iş nedir? Neye iş denir? Fizik derslerinden aklımızda kalan bir iş tanımından ziyade, sosyolojinin, iktisatın konusu olan işten bahsediyorum. Nedir iş? Mesela bir şey üzerinde ya da bir şeyi kullanarak bir şeyler üretmeye mi denir iş? Kitap okumak iş olabilir mi? Okumanın iş olmadığı yerde, yazmayı iş yapan nedir? Sonucunda maddi çıkar sağladığımız şeyler midir adına iş denilen? Manevi çıkar sağlıyor olmamız, iş olmasını engeller mi? Binlerce soru sorabilir, binlercesine de saçma cevaplar verebilirim. Bu da artık bokunu çıkarttığımın kanıtı sanırım.

Bir sevişenler vardır, bir de sikişenler. Sevişenler, entelektüel, aydın insanlardır, kibardırlar, onlar sıçmazlar mesela, lavaboya giderler, çirkine; çirkin demezler, saçların çok güzelmiş derler, her sabah kalkıp tıraş olurlar, genelde kravat taktıkları bir işleri vardır, vergilerini düzenli ödeyen, kanunlara uyan düzenli vatandaşlardır. Sikişenler ise entelektüel kelimesinden bile gıcık alır, entelektüel olmayı böyle ibnelik gibi bir şey olarak düşünür, gördüğü yerde kafa atar, kibarlığı sevmezler, gardaşım, bacım, yarın ki ihtiyacım diyemedikten sonra, sokayım kibarlığa derler, lavaboya değil edebiyle helaya sıçarlar, çirkine, çirkin, güzele güzel, kısacası göte göt derler, daima kirli sakallıdırlar, yer yer hayvanlaştıkları da görülür, işe genellikle geç gider, vergi kaçırır, kanunların var olma sebebini, onlara riayet etmemekle açıklarlar. Yani kısacası kardeşim, samimi insanlar sikişirler, sevişmek sahtekar medeni canavarların işidir.

Geçenlerde sikişirken farkettim, seksten keyif almıyorum. Ya da daha açık konuşmak gerekirse, sikişmiş olmaktan keyif alıyorum, ama sikişme halinden keyif almıyorum. Pek açık konuşmuş gibi olmadım sanırım. Yani diyorum ki, birileriyle sikişmiş olmaktan keyif alıyorum, hani boşalma dediğimiz orgazm hali felan, biriyle yatıyor olma hali, birini sikme hali bana keyif veriyor. Ancak seks esnasında sürekli olarak kendimi bir sınavdaymış gibi hissetmem, bastır koçum Can diye içimden tempo tutmam, sanki sonuç ne olursa olsun, kendimi özür dilemek zorundaymış gibi hissetmem, seksten keyif almamı engelliyor. Sonuçta keyif almış oluyorum, saçma salak bir şekilde kendimi takdir de ediyorum. Vay be Can, ne koydun ama, ne büyük adamsın sen. Sanki becerme işi çok zor bir işmiş gibi. Tamam, kabul ediyorum, toplumdaki ataerkil algıdan dolayı, becerme işi yüce, ulvi bir iştir, becerilme işi ise kancıklıktır, tü kakadır. Heteroseksüel bir Türkiye erkeği kendini ne kadar geliştirirse geliştirsin bu algıdan kurtulması kolay değildir. Eyvallah, bunu kabul ediyorum. Ancak ne boktan iştir lan, erken boşalınca özür diler gibi bakmak, ne boktan iştir karı orgazm olmuyor diye özür diler gibi bakmak, ne boktan iştir lan çok geç boşalınca özür diler gibi bakmak, ne boktan iştir lan malı kaldıramayınca özür diler gibi bakmak. Geçenlerde Bukowski'nin bir söyleşisini izledim. İlk seks deneyiminden bahsediyordu. İyi becermek için verdiği uğraştan, eğer seks buysa, çok boktan bir şey deyişinden. Türkiye'de seks olgusu, cinselliğin yaşanma şekli iyi yönde gelişiyor. En azından benim gördüğüm bu. Ancak hala, Avrupa ve Amerika standartlarından o kadar uzağız ki, her sekse, bir mücadele gözüyle bakıyoruz, çünkü bizde hala seks, kolay ulaşılabilen bir nimet değil, bizde hala seks bir uğraş sonucunda elde edilen gizli kutu. E haliyle elde edince de, elimizden çabuk gitsin istemiyoruz, bu yüzden de seksi haz aldığımız şekilde yaşamaktansa, nasıl iyi beceririm diye düşünerek yaşıyoruz. Bukowski'nin söylemiyle, eğer seks buysa, çok boktan bir şey.

Bu çağın teknolojisinde, hala seksin bu kadar kapılar ardına atılmış olması, sikişmeyi seven kadınların, bunu dillendiremeyişi, dillendirirlerse orospu olarak görülmeleri oldukça garibime gidiyor. Teknolojiyle ne alakası var diyebilirsiniz, ben de çok alakası var diyip bunu açıklayabilirim. Hatta açıklayayim; çok alakası var, çünkü, teknoloji sayesinde dünyanın her yerindeki yaşam şeklinden, toplumsal normlardan, örf ve adetlerden haberdar olabiliyoruz. Bu sayede, sadece toplumsal kültürümüzle değil, bir çok toplumun kültüründen faydalanabiliyoruz. E o halde neden hala seks, kadınların yapmasının ayıplandığı, erkeklerin de yapmak için uğraş ya da para verdiği bir eylem halinde? İnsanlar donlarının içerisinde bedava çikolata saklıyorlar, bunu da birilerine vermekten imtina ediyorlar. Yahu sınırsız çikolatan var senin, benim de var, onun da var. Çikolata lan bu, kim sevmez ki? Hem bitmiyor, hem de bedava. Üstelik verdikçe de alıyorsun. O zaman bu cimrilik nerden geliyor, bu cimriliğin anlamı ne? Önce sevgili olalım muhabbeti nedir? Önce sevgili olunca ne oluyor? Sevgili olduktan sonra yapılan seks, yenilen çikolata daha mı tatlı oluyor? Seks haz almak için yapılır, sevgililik ise sevdiğin için. Sevgililik bir sonuçtur, seks ise sonuca giden bir araçtır. Bir araca sahip olmanın şartını bir sonuca bağlamak, olsa olsa mallıktır. Hele bir de bunu evliliğe bağlayanlar var ki, o konuya hiç girmiyorum.

Geçenlerde yine sikiştikten sonra farkettim; küçük göğslülerle yatarken, büyük göğüslüleri, büyük göğüslülerle yatarken küçük göğüslüleri; köçük götlülerle yatarken, büyük götlüleri, büyük götlülerle yatarken de küçük götlüleri seviyorum. Yani ne yaparsam yapayim, sevdiğim ölçülerdeki bir insanla yatamamış oluyorum. İnsan evladının elindeki kıymetsizleştirmesine, elinde olmayanı değerli zannetmesine iyi bir örnek olabilir sanırım, bu görgüsüzlüğüm. Komşunun bahçesinin daha yeşil olması, komşunun kazının daha büyük olması gibi. Komşunun olan güzeldir abi, bizimki tırt. O halde dedim kendi kendime, tüm kombinasyonları sağlayacak nicelik ve nitelikte kadınla aynı anda yatmalıyım. O zaman sevdiğim, beğendiğim ölçülerdeki kadınla yatmış olurum. Sonra da bunun mantıksızlığını ve ulaşılmazlığını kavrayıp, en iyisi beğenilerin vücut ölçüsünde olmaması gerektiğine kendimi inandırayim dedim. İnandırabildim mi? Henüz değil. Yakın bir zamanda olacak sanırım.

Erkeklerin kadınlara efendilik taslamasından rahatsız oluyorum. Çok efendi çocuktur, cümlesindeki efendilik anlamında değil, bildiğin efendi-köle ilişkisindeki efendilikten bahsediyorum. Her aklı başında insanın da bundan rahatsızlık duyması gerektiğini düşünüyorum. Ne zaman birileriyle dışarıya çıksam, kadının, sevgilisi olan erkekten bir şeyler için izin aldığını, bir şeyler için minnoşlaştığını görüyorum. Sen kadınsın yahu, tek başına bir insansın. Ne içip ne içmeyeceğini, ne yiyip ne yemeyeceğini niye soruyorsun? Bunu sormaktan nasıl rahatsız olmuyorsun? Bir yere gitmek için izin almaktan nasıl gocunmuyorsun? Giydiğin kıyafet laf edilmesini nasıl hoş karşılayabiliyorsun? Sevdiğim erkek beni sahiplenmeli nasıl diyebiliyorsun? Sen bu kadar küçülmüşken ve küçülmüşlüğünü farketmiyorken, sevgilinden nasıl bir saygı bekliyorsun?

2 Ocak 2012 Pazartesi

Sıkça Sorulan Sorulara Kısa Cevaplar (PKK-BDP-Uludere)

-Bu PKK masum bir örgüt müdür ki, PKK'lılara yapılan operasyonlara karşı çıkıyorsun?

Öncelikle masumun ne anlama geldiğini iyi kavramak lazım. Suçsuz, günahsız anlamında kullanılır, masum. Belli bir yaştan sonra insanların suçsuz, günahsız kalması, imkanlar dahilinde olmadığı gibi, insanlardan oluşan örgütlerin de(ister legal, ister illegal olsun) masum olması söz konusu değildir. Ancak bu sorudaki masumluk, muhtemelen haklı gerekçeleri olan, adil bir savaş yürüten bir örgüt müdür, anlamındaki masumluk olsa gerek. Birincisi savaşın haklı gerekçesinin olup olmayacağı tartışılacak bir mevzu, bana saldırdığı için savaştım söylemi bile, savaşmayı tek başına haklı çıkartabilecek bir söylem değildir. Savaşın ise adili olmaz. Adil savaş söylemi, insanların kıçından element uydurmasının sonucunda ortaya çıkar. Adil savaş söylemindeki amaç, PKK'nın pusulu, mayınlı savaşma stratejisinin, korkaklık, puştluk olarak lanse edilerek, karşımıza doğru düzgün çıksalar, iki dakikada öldürüveririz abi böbürlenmesinin sağlanması, tabanın gazlanmasıdır. PKK'nın ilk silahlı eyleminden bugüne neredeyse 30 yıl geçti. O günden bugüne, silahlar kan kusturuyor. Barış geldi mi? PKK yenildi mi? 30 yıldır devam eden savaşın, operasyonlarla durdurulamayacağının farkındayım, durdurulacak olsaydı bile operasyınlara kaşı çıkardım. Neticede her ne kadar kabul edilmek istenmese de, karşındaki de bir insanlar topluluğu. Ölmeden-öldürmeden çözülebilecek bir sorun için, öldürmeyi, kutsallaştıramam.

-İyi güzel diyorsun da, PKK bağımsızlık istemiyor mu, nasıl olacak da savaşsız çözüm gelecek?

PKK'nın parti programından Bağımsız Kürdistan için mücadele söylemi çıkartılalı on yıldan fazla oluyor. Diyelim ki bu istemin programdan çıkartılması, taktiksel bir hamle. Esasında bu istenç devam ediyor diye düşünsek dahi, ulusların kaderlerini tayin hakkı, kabul edilmesi gereken bir haktır. Kürt halkı bunu istiyorsa, ayrılma talepleri olgunlukla karşılanmalıdır. Geçmişle hesaplaşılmış, anayasal değişikliklerle hakların güvence altına alındığı, ülkenin Türk devletinden ziyade Türkiye'de yaşayanların devleti olduğu benimsendiği bir ortamda, bir arada yaşam dillendirilmeli, ayrılma talebine karşı, bu gibi gasp edilmiş hakların iadesiyle, birlikte yaşamanın çekici hale getirildiği bir ülkeye evrilinmeli. Bu noktadan sonra Kürt halkının vereceği karar ne olursa olsun, saygıyla karşılanmalıdır.

-Sen sosyalist değiil misin, ulusal devletlerin kuruluşuna nasıl destek verirsin?

Sosyalistleerin ulusların kaderine tayin hakkına bakışı oldukça nettir. Karşı çıkmamız söz konusu değildir. Kimsenin kulağından tutarak, bir başka ulusun boyunduruğu altında yaşamasını kabul etmeyiz. Ulusların birbirlerinden boşanma hakkı, evli insanların boşanma hakkına benzer. Bu boşanmayı teşvik etmek değil, sadece anlaşamayanların, geçinemeyenlerin, bu hakka sahip olduğunu söylemektir ki oldukça ilerici bir tavırdır. Bugün evli insanların boşanma hakkının reddini yobazlık, gericilik olarak gören insanların, ulusların boşanma hakkını tanımaması, olayları geniş çerçevede görememesinden kaynaklanır. Beraber yaşamak istemeyen insanları, beraber yaşamaya zorlamak, zulümdür. Zulmedilen, zulmedeni, zulmeden zulmedileni sevmez, sevemez. Yaşanacak medeni bir ayrılık, daha sonraları, birlikte hareket edebilecek, birbirini sevebilecek halklar yaratacaktır. Finlandiya-Sovyetler ilişkisi, Norveç-İsveç ilişkisi bu konulara örnek olarak verilebilir. Tabi bunların hepsi Kürt halkının böyle bir bağımsızlık talebinin olup olmadığıyla alakalıdır.

-BDP, PKK'nın meclisteki eli değil mi, BDP'lilerin mecliste ne işi var?

BDP tabanıyla, PKK tabanının büyük ölçüde örtüştüğü doğrudur. Ancak BDP'ye PKK muamelesi yapmak aymazlıktır. Hem PKK'yla masaya oturmaya karşı olacaksın, hem de BDP'yi ortadan kaldıralım, meclise gelmesinler diyeceksin. O halde sorunu çözmek için, silahtan başka bir önerin olmaz sanırım? Ya da oturup Kürtler'in balık hafızalı olması için dua ederiz. BDP barış için bir şanstır. Hele ki, içerisinde sosyalistlerin de olduğu, oldukça güçlenmiş böyle bir legal yapılanmanın olması, sevinelecek bir durumdur. Silahsız bir çözüm sağlanacaksa, bu çözümde BDP'nin rolü oldukça önemli ve değerlidir. Legal siyaset alanı özgürleştikçe, demokratikleştikçe, fikirlerin önü açıldıkça, illegal örgütler sönümlenecektir.

-BDP neden sadece Kürtlerin partisi gibi davranıyor, neden sadece Kürtlere yönelik mevzularda konuşuyor?

BDP, sadece Kürtlerle ilgili meselelerde konuşan, yazan, düşünen bir parti değildir. Bunun böyle zannedilmesinde ki en büyük neden, medyanın, BDP'nin Kürt meselelerindeki söylem ve söylevlerine daha fazla yer vermesinden kaynaklanır. Ayrıca, Kürt sorununun çözülmeden, diğer konularda çok büyük gelişmeler sağlanabileceğini düşünmek, hayalcilik olur.

-Uludere'de sanki köylüleri bilerek vurdular, kazayla olmuş, asker ne yapsın?

Uludere'de köylülerin bilerek vurulup vurulmadığı değil mesele, mesele, ordunun, hükümetin, medyanın, ilgisizliği. Bir ülkenin ordusu, keyfi hareketlerde bulunamaz, ben araştırmadan, etmeden, keyfime göre bombalarım diyemez.

-Peki, ya gelenler kaçakçı değil de, PKK'lı olsaydı, 35 askerimizi şehit etseydi, daha mı iyiydi?

Ben asker ölümüyle, köylü ölümünü birbirinden ayırmam. Benim için 35 ölüm, 35 ölümdür. Silahsızlarsa katliamdır, silahlılarsa yaşanmaması gereken olaydır. Ancak tespiti yapılmış, 40 kişilik bir grubu, karadan kontrol edemiyorsan, kim olduklarını bilmek istemene rağmen, bilemiyorsan, her sene savunmaya aktarılan o kadar para, neyin teknolojisine harcanmış, neyin askerine harcanmış sorarım. 40 kişilik grubu tespit ettikten sonra, takip edersin, ne o 40 kişi kaybolur gider, ne karakol basabilir, ne de oraya buraya pusu atabilir.

-Kaçakçının hiç mi suçu yok arkadaşım?

İşin açıkçası, bana göre fakir insanın, kendini geçindirecek kadar kaçakçılık yapması, onun suçu değil, insanları bu duruma düşürenlerin suçudur. Ayrıca bölgede kaçakçılık denen şey, Lozan'da bölüşülmüş Kürt topraklarının arasına sınır çekilmesinden dolayı, ailelerin birbiriyle yaptıkları ticaretin ismi. Misak-ı Milli'de aksine yemin edilmiş olmasına rağmen, Lozan'da Kürt topraklarının paylaşılmasına tepki koyamayanların, kaçakçılarmış, gebersinler söyleminin hiç bir değeri, hiç bir anlamı yoktur. Kaçakçının suçu vardı desek bile, biz de her suçlunun kafasına bomba atılmaz. Eğer atıyor olsaydık, memlekette insan kalmazdı.

-Köylülerin cenazesinde, Apo poseti vardı kardeşim, sen neden bahsediyorsun?

E, günaydın! Namazını da kaldın mı? Bölge halkının en az 4-5 milyonluk kesiminin Apocu olduğunu bilmemek, bir cenazede bu posterin açılmasına şaşırmak, kendini bilmezlikten başka bir şey değildir. Apo posteri, ne ölenleri apocu yapar, ne de ölenlerin yaşadığı köyü. Ölenler Apocu olsa dahi bundan nasıl bir medet umulur, o da ayrı bir soru işareti. Apocuların hepsini öldürmek lazım diyecek kadar, soykırım meraklılarına ise cevap vermeme bile gerek yok.

-40 kişiyle kaçakçılık mı yapılır, hem de gece gece?

Evet, kırk kişiyle kaçakçılık yapılır. Bahman Ghobadi'nin "zamani baraye masti asbha" yani "a time for drunken horses" filmi, kaçakçılığın bölgede nasıl yapıldığıyla alakalı bir fikir edinmek için izlenebilir.

-PKK silah kullanmasaydı, her şey güllük gülistanlık olmaz mıydı?

PKK'nın silah kullanması, aklın ve vicdanın tamamen tutulduğu bir dönemde ortaya çıktı. Kürt'e kart-kurt seslerinden türemiş bir Türk kavmi denildiği zamanlarda, Kürtçe'nin yasaklandığı, konuşanların içeriye atıldığı, işkenceye zulme uğratıldığı bir dönemde ortaya çıktı. Silah kullanmak vicdansızlıktır, akılsızlıktır. Ancak aklın ve vicdanın kaybolduğu bir ortamda, silah kullanmak, yargılanacak, sorgulanacak bir durum değildir. Ortam güllük gülistanlık olmadığı için silahlı mücadele tercih edilmişken, hep PKK bozuyor bu ortamı demek, saflıktır. Günümüzde PKK'nın silahlı mücadelesinin legal Kürt siyasi hareketine zarar verdiği düşünülebilir. Nitekim bu zararın önlenmesi, ülkenin akla ve vicdana kavuşmasıyla mümkün olabilir.

Dipnot: Söyleyecek iki çift sözü olan, yazılanlara itirazı olan, soruları olan, beni yazdıklarıyla göt etmek isteyen, o yazdığın yanlış kavat diyecek olan herkesin söyleyeceklerine, ikinci bir yazıyla cevap vereceğim.