27 Ekim 2011 Perşembe

BİR SARHOŞUN NOTLARI-8

Sarhoş insanların siyasi muhabbetleri çoğu zaman çekilmez olur, özelliklede ortamda alkol almayan insanlar varsa. Vay ki vay efendim, dinleyebilirsen dinle. Bunun farkında olmama rağmen, içtikten sonra politikadan konuşmazsam rahat uyuyamıyorum. Bir devletin içerisinde yaşamaya çalışan her insanın bir şekilde politikayla uğraşması lazım. Bu açık ve net. Politikayla uğraşmazsan, bu ülke gibi olursun işte. İsteyen istediğini yapar, evinde küfredersin sende. O kadar.

Mesele bu değil tabi, mesele çok daha farklı. Mesela mesele, BDP'yi terörist bir örgüt olarak görmekte. Mesela mesele, BDP'ye oy veren herkesi terörist zannetmekte. Mesela mesele, yıkımları, can kayıplarını, acıları, birilerine reva görmekte. Her zaman söylüyorum, MHP'nin, AKP'nin, CHP'nin olduğundan daha bölücü değil BDP. Bölücülüğü öğrenin de gelin.

Van depremi daha çok yeni. Van'da ki depremlerde ölen insanlar için söylenenler de daha çok yeni. Allah'ın sopası yok, iyi ki oldu, dün polise taş atanlar bugün polise muhtaç, gebersinler, hiç üzülmedim... Uzayıp gidiyor söylenenler. Allah'ın sopası yoksa eğer, ki koskoca tanrının sopasının olmaması nasıl bir mantıksızlıktır, inanın ilk önce sizinle ilgilenirdi. Tanrı pişman olabiliyorsa eğer, inanın, sizi yarattığı için pişman olurdu.

Aile kavramı benim için çoğu insanın kavradığından daha farklı bir kavrayışı ifade eder. Bir ailemiz var, evet. Bunu değiştiremeyiz. Yani ailemizi vardan yok edebiliriz. Orası ayrı. Ancak yok etsek dahi, o insanların bizim ailemiz olmuş olduğu gerçeğini değiştiremeyiz. Filhakika değiştirmemizin de anlamı yoktur. Çünkü, sen kimi ailen olarak belirlersen belirle, artık o aile seni boğmaya, o aile sana ters gelmeye başlar. Aile denilen şey, altı üstü tesadüfen doğduğun bir evin bireyleridir. O kadar. Milli piyango oynamak gibidir mesela. Büyük ikramiyenin sana çıkma olasılığı oldukça düşüktür. Amorti çıkarsa şanslısındır, çoğu zaman ise verdiğini de kaybedersin. Ailedir, bir bireyin suçlu olmasına neden olan. Ailedir, bir insanı delirten. Ailedir, Dünya'yı bu hale getiren. İnsan seçemedikleriyle değil, seçebildikleriyle beraber olmalı.

Sıklıkla değindiğim bir başka konu da, medeniyet denilen halin riyakarlıkları. Bunun için monoton gündelik yaşamımıza bakmamız bile yeterliyken, bir de bu durumların tavan yaptığı ortamlar vardır. Evlilik törenleri, bayramlar, sevgiliyle çıkılan ilk yemek, biriyle ilk kez sevişmek, bayramlar gibi ortamların yanı sıra cenaze ortamları da bunlardan birisidir. Bir-iki gün önce babaannem öldü. Babaannem hayattayken çok fazla yanına gitmez, halini hatrını pek sormazdım. Benim gibi pek çok insan da doğru düzgün ziyaretine gitmez, halini hatrını sormazlardı. Lakin cenaze günü, herkes oradaydı. Herkesin orada olmasından ziyade beni rahatsız eden durum, herkesin ağlıyor olmasıydı. Madem bu kadar seviyordunuz, neden hayattayken yanında değildiniz? Cenazae günü, tüm gün oralardaydım. Bir çok saçma durum vardı. Erkeklerle kadınların ayrı oturmasından, kadınların eşarp takmasına kadar, islamiyet nedir bilmeyenlerin cenaze namazı kılmasından, defnetme işinin bitişinde herkesin sıraya girip cenaze sahiplerinin(!) ellerini tek tek sıkmasına kadar. İlk gün boyunca ordaydım, gerçekten orda olmak istediğim için ordaydım. İnsanların ne yaptıklarını görmek için ordaydım. Babamın hatrı için ordaydım. Ancak bu ikiyüzlülük haline bir günden fazla katlanabileceğimi sanmıyorum.

Önyargılı değilim diyen pek çok kadınla karşılaştım. Bugüne kadar ilkokula gitmeyen kaç erkekle beraber oldun diye sorduğumda, genelde hiç olmadım cevabını alırım. Gerçekten de hiç önyargılı değilsiniz. Benim bu sorum bile bir önyargıya dayanıyorken, sen ve senin gibi kadınlar nasıl önyargılı olmadıklarını iddia edebiliyorlar anlamıyorum. Gerçi kadınların pek anlaşılabilecek olduklarını da zannetmiyorum. Erkeklerin baskısı altında o kadar çok kalmışlar ki, basınçla karşılaşan bütün maddeler gibi, ya dağılıp paramparça olmuşlar, ya da her şeyin şeklini alabilen sıvılara, gazlara dönüşmüşler.

Sevişirken çok fazla ses çıkarmayı, iyi sevişmek zanneden kadınlar var. Yok yani ablacım, öyle olmuyor işte o. Doğru düzgün oral seks yapmayacaksın, o olmaz, bunu yapamazsın diyeceksin, sonrada çığlık atınca iyi sevişmiş olacaksın. İmkanı yok, mümkün değil. Kurtarmaz yani. Yatakta sahte davranmayı sevmediğim gibi, bana karşı da sahte davranılması hoşuma gitmiyor. Samimi olmakta, içten geldiği gibi davranmakta fayda var. Oynamaya gerek yok, film çevirmiyoruz.

Bir insan düşünün. Kadın ya da erkek farketmez. Malum artık, internet cep telefonlarına kadar yerleşti. O insan sevgilisiyle aynı odayı, aynı yatağı paylaşırken bile, bir sosyal ağa sıkılıyorum yazabiliyor. Ve bunun üzerinden başlayan bir konuşmada sevgilim de yanımda ama sıkılıyorum işte diyebiliyor. Ben mi çok duygusal bir insanım, yoksa insanlar mı artık tamamiyle duygusuz hale geldiler bilemiyorum. Ulan o zaman ne bokum yemeye hala sevgilisiniz. Sevgilisiyle aynı yatakta olan bir insan, nasıl sıkılabilir? Sevgilisiyle aynı odada olan bir insan, nasıl sıkılabilir? Sıkılıyorsa, nasıl hala sevgili olarak kalmaya devam edebilir? Çok göt bir dünyada yaşıyoruz artık (hem erkeklerde, hem de kadınlarda var, seksist olmadım di mi?), çok göt.

Hayatımda hiç olmadığım kadar üzgünüm bugün, hayatım boyunca en çok değer verdiğim insan tarafından, aşağılandığım, yerin dibine sokulduğum günü yaşıyorum. Hayatımın büyük bir kısmı boyunca, beni tanımayanlar tarafından havalı filan biri olarak görüldüm. Halbuki havalı olacak hiçbir bokum yoktu. Hafiften tipi düzgün, 3-5 kitap okumuş, biraz film izlemiş, müzikten çok az anlayan, azıcıkta zeki bir adamım sadece. Bu kadarcık şey bile götümün yeterince kalkık olması için yeterli olmuştu. İstediğim her kadınla sevgili oldum, istediğim her kadınla yattım. Buna rağmen, bugün hayatımda en çok değer verdiğim insan bana acıyor. Buna rağmen bugün sevdiğim insan tarafından acınılası bir insan olarak görülüyorum. Ne yapsam ki? Dario Moreno'ya kulak vermekten başka ne yapabilirim ki?

Geçenlerde Kürt Sorunu başlıklı bir makale yazdım. Makaleyi yazmam okumalar hariç 8 saat sürdü. Bir Allah'ın kulu da çıkıp yorum yapmadı. Bir Allah'ın kulu da çıkıp siktir ordan, şurası şöyle yanlış demedi. Bir Allah'ın kulu da eline sağlık demedi. Okumalar hariç 8 saatimi verdiğim bir yazıyı kimse siklemedi. Olsun be, canınız sağolsun. Uzun diye okumayın. Ben yazdım diye okumayın. Haklısınız. Okumaya da değmez, düşünmeye de. Altı üstü yaşıyoruz. Altı üstü dünyadayız.

Bu kadın-erkek, erkek-erkek, kadın-kadın, ya da türlü gruplar halindeki cinsellik içeren ilişkileri anlayamıyorum genelde. Mevzu seks olduğu zaman, çoğu insan sanki CIA'denmişçesine bir havaya bürünüyor. Ulan altı üstü sikişecez. Neyin derdindesin, neyin havasındasın, neyin utangaçlığındasın. Sikiş, seks, sevişmek, am, pipi, yarrak, vajina, büllük, bızır, sik gibi kelimelerin kullanımını hep karşı taraftan bekleme durumu hasıl oluyor. Yahu ne gereği var. Ne düşünüyorsan yaz işte. Altı üstü seks işte. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde, insanlar öyle bir tavır alıyor ki, sanki birbirimizden eroin istiyoruz, sanki silahlı bir devrimci örgüt kurmaktan bahsediyoruz. Uzatmayın lan işte, sikişecez yani. Abartmayın durumu. Sevgililik ya da evlilik gibi bir şey değil bu. Seks sadece. Müziği koyarsın, biraz içersin ve sikişirsin. O kadar.

21 Ekim 2011 Cuma

KÜRT SORUNU-1 (Cumhuriyet Tarihi Boyunca Devletin Kürt'e Bakışı)

Kürt sorunu cumhuriyetin kuruluşundan çok daha önceleri bile var olan, artık çözülmesi elzem haline gelmiş, toplumsal ilerlemenin önündeki en büyük engel olarak duran, bundan daha da önemlisi, insan olabilmenin önündeki en büyük engel olarak duran kanayan bir yaradır. PKK’nın dozunu arttırdığı saldırılarıyla beraber artan şehit sayısının oluşturmuş olduğu faşist, ırkçı, şiddet yanlısı havanın karanlığı altında, Kürt sorununu cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte devletin resmi ideolojisinin nasıl kodladığını göstermek bir mecburiyet halini aldı.

Kürt sorunu devlet tarafından cumhuriyetin kurulduğu günden beri, bir mesele olarak kabul edilir. Ancak ilk günden itibaren meselenin, sorunun çıkış sebebi, bir çok olguyla açıklanmaya çalışılmış olsa da, hiçbir zaman etno-politik bir nedene bağlanmamıştır. Mesut Yeğen “Kürt Sorunu” başlıklı makalesinde buna değiniyor; 

“Burada soru şudur: etno-politik mahiyeti sabit bir mesele olmakla birlikte Kürt meselesi devlet tarafından niçin, neredeyse etno-politik bir sorunun dışında her şey olarak algılandı. Yanıt basit görünüyor: Bir kez Kürtlerin fiziki mevcudiyetini reddettikten sonra, devletin başka şansı kalmamıştı: Olan bitene, olan bitenle alakası olmayan bir takım adlandırmalar uydurmak zorundaydı diyebiliriz(…)Kısaca, devletin meseleyi kasıtlı bir biçimde çarpıttığını bu itibarla da devletin meseleye dair dilinin ideolojik bir dil olduğunu savlayabiliriz.”

Yani devlet daha yolun başındayken Kürt halkını redde başlamış, Kürt’ün fiziki mevcudiyetini reddetme, Kürt’ü Türkleştirme politikalarına başlamıştır. Bunun bir sonucu olarak da, Kürt sorununu hiçbir zaman etno-politik bir sorun olarak görememiştir. Ortada Kürt yoktur ki, bir etnik köken sorunu olsun. Kürtlerin kavmi mevcudiyetinin nasıl reddedildiğini göstermeden önce, devlet erkanının 1924 öncesi söylemlerine bir göz gezdirelim. Böylece 1924 öncesi ve sonrasında değişen devlet söylemini daha yakından tanımış ve görmüş oluruz.

Örgütsel kökleri itibariyle ARMHC’nin (Anadolu Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti) devamı niteliğinde olan Millet Meclisinin başkanı Mustafa Kemal’in gizli bir meclis oturumunda yaptığı konuşma, çok-etnili kompozisyonun tanındığını göstermesi açısından önemlidir; 

“Suret-i umumiyede prensip şudur ki hududu milli olarak çizdiğimiz daire dahilinde yaşayan anasır-ı muhtelife-i islamiye yekdiğerine karşı ırki, muhiti, ahlaki, bütün hukukuna riayetkar özkardeşlerdir. Bianaenaleyh onların arzuları hilafında bir şey yapmayı biz de arzu etmeyiz. Bizce kat’i olarak muayyen bir şey varsa o da hududu milli dahilinde Kürt, Türk, Laz, Çerkes vesair bütün bu İslam unsurlar müşterekül-menfaadır.” (TBMM, 1985 a, s. 73)

Mustafa Kemal’in söyleminden açıkça çıkartılan şudur: Kürtlerin  mevcudiyeti tanındığı gibi, haklarının da tanındığı ve korunacağıdır. 

Kürtlerin kavmi varlığının cumhuriyetin kurucuları tarafından tanındığını bize açıkça gösteren argümanlardan biri de Amasya Protokolüdür. Naci Kutlay, İttihat Terakki ve Kürtler adlı kitabında bunu şu sözlerle açıklar; 

“Bir müddet sonra Kürtlerin fiziksel varlıklarını bile inkar edecek olan cumhuriyetin kurucu kadrolarının, Kürtlerin kavmi mevcudiyetini ve bu mevcudiyetten kaynaklanan hukuki haklarını tanıdıklarını beyan eden bir başka metin ise, ARMHC temsilcileri ile İstanbul Hükümeti arasında, bir uzlaşma anında imzalanan belgedir. Amasya Protokolü olarak bilinen belgenin ilk maddesi, Osmanlı ülkesini Türklerin ve Kürtlerin yurdu olarak tanımlamaktadır. Aynı madde Kürtlerden Osmanlı milletinin ayrılmaz bir unsuru olarak bahsetmekte ve Kürtlerin etnik ve toplumsal örflerinin tanınacağını belirtmektedir.”

Ancak bu tarihten sonra, cumhuriyetin kurucularının söylemleri farklılaşmaya başladı. Tek ırk, tek kültür, tek dil söylemi ön plana çıkmaya başladı. 1924 anayasası, bu söylemin artık devletin resmi politikası haline geldiğini göstermesi açısından önemliydi. Bir kez daha Mesut Yeğen’in “Kürt Sorunu” isimli makalesine bakmakta fayda var;

“1924 anayasası, fiziksel mevcudiyetlerini henüz sorgulamamakla birlikte, Kürtlerin ve öteki kavimlerin etnik unsurlar olarak hukuki ve siyasi mevcudiyetlerini tanımayı reddetmektedir. Kürtler hukuk öznesi olarak Kürtlüklerini yitirmiş, ülkenin öteki ‘yurttaşları’ gibi Türk olmuşlardır.”

1924 anayasasıyla birlikte Kürt halkının mevcudiyetinin inkarı ve kültürünün asimilasyonu yolundaki ilk adım atılmış oluyordu. Kürtlerin asimilasyonunun en temel kanıtlarından biri durumunda olan 1934 İskan Kanuna bakmadan önce, 1924-1934 sürecine kısaca göz gezdirmek için Ayşe Hür’ün “1934 İskan Kanunu ve Kürtler” başlıklı makalesinden faydalanmak gerek; 

“1925 tarihli Şeyh Said İsyanı’ndan sonra hazırlanan Şark Islahat Planı’nın bir parçası olarak 1927’de çıkarılan bir sürgün kanunu ile Diyarbakır ve Bayazit (Ağrı) Vilayeti’nden 1400 kişi batıdaki illere sürülmüş, bunların yerine Dobruca’dan, Bulgaristan’dan, Kıbrıs’tan, Kafkasya’dan gelen Müslümanlar yerleştirilmişti. Aynı yıl bir çeşit ‘olağanüstü hâl valiliği’ olan ‘Umumi Müfettişlik’ kurumu oluşturuldu ve ülke beş müfettişlik bölgesine ayrıldı. Başlarına da rejimin en has adamları atandı. Ama bu ‘tedbirlere’ rağmen 1927-1930 arasında Ağrı İsyanı önlenemedi. İsyanın kanlı biçimde bastırılmasından sonra hem ‘Kürt Meselesi’ni halletmek hem de Türkiye’ye dalgalar halinde gelen Müslüman muhacirlerin iskân sorunlarını çözmek için bir ‘İskân Kanunu” hazırlandı.”

Eee ne var şimdi bunda diyebilirsiniz, İskan Kanunu ve Umumi Müfettişlik hakkında sadece bu kadarını söyleyecek olsak bile, sıkıntılı ve tartışılması gereken noktalar varken, Umumi Müfettişlik ve İskan Kanunu’yla alakalı olarak bundan sonra söyleyeceklerim olayın iç yüzünü anlayabilmek için, azami bir önem arz ediyor. Tamamiyle İskan Kanunu’na dalmadan önce, Umumi Müfettişlik hakkında birkaç şey söylemekte fayda var. Umumi Müfettişlik nedir, ne iş yapmışlardır, ne zaman kaldırılmıştır, neden kaldırılmıştır? Bunu anlamak için Ahmet İnsel’in “MGK ve Umumi Müfettişlikler” isimli makalesine bakalım;

Umumi müfettişlikler, Cumhuriyet tarihinin az bilinen kurumlarından. 1927'de kurulup, yirmi yıl faaliyette kaldılar. Daha sonra 1952'de de kaldırıldılar. Tek parti döneminin özel örgütlenmelerinden biri olan bu kurum hakkında, Türkiye'de ilk kapsamlı araştırma yeni yayımlandı. Cemil Koçak bu çalışmada (Umûmî Müfettişlikler, 1927-1952, İletişim Yayınları), olağanüstü örgütlenme zihniyetinin önde gelen örneklerinden birinin umumi müfettişlikler olduğunu belirtiyor. Cemil Koçak'ın kitabındaki zengin bilgi haznesinden yapılan kısa bir derlemeden ortaya, günümüz için de düşündürücü olan bir tablo çıkıyor.
1924 Anayasası'na açıkça aykırı olan bu umumi müfettişlik örgütlenmesi, akla ilk tek parti yönetimi altında gelmedi.”

1921’de TBMM’nin kabul ettiği Teşkilat-ı Esasiye kanunu ile cumhuriyetin kurucularının ortaya tekrar attığı umumi müfettişlerin tanımı ve görevi, 22 ve 23. Maddelerde şu şekilde veriliyordu; 

Madde 22:
f1. Vilâyetler, iktisadi ve içtimai münasebetleri itibariyle birleştirilerek, umumi müfettişlik kıtaları vücuda getirilir.
Madde 23:
f1. Umumi Müfettişlik mıntakalarının umumi surette asayişinin temini ve umum devair muamelâtının teftişi, Umumi Müfettişlik mıntakasındaki vilâyetlerin müşterek işlerinde ahengin tanzimi vazifesi umumi müfettişlere mevdudur. Umumi müfettişler Devletin umumi vazaifiyle mahallî idarelere ait vazaif ve mukarreratı daimî surette murakaba ederler.”

1921’de yer alan bu kanun, o dönemde uygulamaya konmadı. İlk umumi müfettişliğin kurulması için 1927 yılına kadar beklendi. Halbuki bu dönemde yeni bir anayasa yapılmış ve 1924 anayasasından umumi müfettişlik çıkarılmıştı. Buna rağmen doğu illerinde süresi dolan sıkıyönetimin yerine umumi müfettişliklerin kurulmasına karar verildi. 1927’de Diyarbakır’da kurulan ilk umumi müfettişliğe, 1934’de Trakya’da, 1935’de Erzurum dolaylarında, 1936’da Dersim’de, 1945’de de Adana civarında yenileri eklendi. 1947 yılında ise umumi müfettişlik fiilen ortadan kaldırıldı. 1952 yılında ise kuruluş kanunları lağvedildi.  Çok partili dönemde umumi müfettişliğin kaldırılması için yasa önerisi veren Diyarbakır milletvekili Mustafa Remzi Bucak’a göre;

“umumi müfettişlikleri ihdasından lağvına kadar geçen zamana şöyle bir nazar atfettiğimizde, adı geçen idareye tabi tutulmak bedbahtlığına düçar olmuş vilayetlerimizde, tesis ve kuruluş gayesiyle kabili telif en ufak bir umran eserine tesadüf edilmemekte, bilakis her köşesinden “Hindistan Umumivaliliği” idare tarzı ve kokusu gelmektedir. Bu bakımdan, Umumi Müfettişlikler, idari ve siyasi tarihimize iğrenç ve korkunç sayfalar ilave etmekten başka bir vazife görmemişlerdir.” Bu yasa önerisi sonucunda yapılan oylamayla teklif kabul edilecek, umumi müfettişlikler kaldırılacaktır. Yasa önerisinden sonra sadece tek bir vekil umumi müfettişlik lehinde söz almış, o da sadece, doğu illerinde umumi müfettişliğin devam etmesi gerektiğini söylemiştir. Sebebini anlamak çok zor olmasa gerek.

Mesut Yeğen 1924 anayasasını Kürt sorununda bir ön adım olarak görüyor ve bunu “Kürt Sorunu” başlıklı makalesinde şu şekilde ifade ediyor;

“Kürtlerin siyasi ve hukuki düzeydeki mevcudiyetlerinin inkarı, daha kapsamlı bir inkar teşebbüsünün, bizatihi fiziksel mevcudiyetlerinin inkar edilmesinin ön adımı oldu. 1930’larda Avrupa’da yükselen totaliter rejimlere duyulan sempati ile yabancı kışkırtması endişesinin bir millet yaratma ihtiyacı ile birleşmesi, Türkiye Cumhuriyeti’ni ırkçı bir söylemin peşine taktı. Kürtlerin fiziksel mevcudiyetlerinin inkarına dayanan “kategorik inkar” söylemi de işte bu bağlam içerisinde ortaya çıktı. Devlet, 1930’lu yıllara gelindiğinde, bir anda Türkiye’de Türkten başka etnik unsur olmadığını ‘tespit edecekti’. Irkçı bir söylemin koşullandırdığı bir haleti ruhiye içindeki rejim, Kürtlerin aslında ‘dağ Türkleri’ olduklarının ‘farkına vardı’.”

1930 öncesi Kürt isyanları, devlet tarafından hilafet ve saltanatı özleyen grupların isyanı olarak nitelendirildi. Ancak Fikret Başkaya “Batılılaşma, Çağdaşlaşma, Kalkınma. Paradigmanın İflası” isimli çalışmasında dikkatimizi bir noktaya çekiyor; 

“Cumhuriyet döneminin bu ilk ayaklanması saltanat ve hilafeti yeniden tesis etmeye yönelik bir direnç olarak kodlanırken, cumhuriyetin ilanı öncesindeki son Kürt ayaklanmasının ise cumhuriyeti kuracak kadrolar tarafından saltanat ve hilafet karşıtı olarak kodlanıp ezilmiş olması ise gerçekten ironi yüklüdür.” (1991, s.64)

Yavaş yavaş 1934 yılında çıkarılan İskan Kanunu’na bakmakta fayda var. Konuyla alakalı olarak önce Mesut Yeğin’e sonrasında da Ayşe Hür’e danışıp, birkaç maddeyi de sizlerle paylaşacağım. Böylece devlet tarafından kullanılan “Türk” ifadesinin etnik bir kökene dayanıp dayanmadığını daha net bir biçimde anlayacağız. Öncelikle Mesut Yeğin’in söylediklerine bakalım; 

“1930 yılında gerçekleşen cumhuriyet döneminin ikinci büyük ayaklanmasını ezdikten hemen sonra 1934 yılında, devlet, Kürt sorununu kapsamlı bir iskan kanunu ile çözmeye çalışacaktı. Merkeziyetçi bir idarenin tesisini öngören bir manifesto olarak da değerlendirilebilecek 2510 sayılı İskan Kanunu’nun kapsamı idari düzenlemelerle sınırlı değildi. Merkezileşerek bütünleşme meselesini, bu meseleyle eklemlenerek mevcudiyet kazanan öteki toplumsal meselelerle birlikte çözme gayreti, İskan Kanunu’nun içeriğini genişletiyordu. Merkeziyetçi bir bütünleşme manifestosu olarak kanun, hükümete ülkenin demografik kompozisyonunu kendisinin tespit ettiği siyasi ihtiyaçlar doğrultusunda düzenlemek ve ‘düzeltmek’ yetkisini tanıyordu. Günün siyasi ihtiyacı ise belirgindi: yeni rejimin merkezileşmeci ve milliyetçi toplumsal bütünleşme projesine direnç gösteren Kürtleri, dirençlerini kırmak üzere asimile etmek. Nitekim kanunun gerekçesi, ‘ana dili Türkçe olmayanların nüfus terakümlerinin menine ve mevcutlarının dağıtılması şekillerine’ karar vermek olarak belirlenmişti.”

İskan Kanunu ile devlet, Türk kültürünü, ırkını, örf ve adetlerini adeta devletin resmi kültürü, ırkı olarak tanımış, Türk kültüründen olmayan kesimleri Türk kültürü içerisinde eritmek için, göç ettirme politikası izlemiştir. Bunu anlamak için Ayşe Hür’ün makalesinden bir kez daha faydalanalım; 

“Terim tartışmalarından en önemlisi ve içerikle ilgili tek tartışma, ise ‘soy’ ve ‘ırk’ kelimeleri üzerinde oldu. Kemalist rejimin ilk siyasi etnologu sayılabilecek Muş Milletvekili Hasan Reşit (Tankut) Bey, kanunun 12. maddesi tartışılırken “Bu çok mükemmel kanunda ‘soy’ kelimesi birkaç defa tekerrür etti (tekrarlandı). Bendenizin anladığıma göre soy kelimesile ‘ırk’ demek isteniyor. Eğer böyle ise bu kelimenin burada kullanılmamasını rica ederim (...) Türkiye hududu haricinden Türkiye’ye gelen ve Türk harsına (kültürüne) tabi olmayan insanlar ırkan Türk demektirler. Fakat Türk kültürüne tabi olmadıkları için Türkçe konuşmuyorlar. Esasen bunlar bizim öz kardeşimiz demektir. Rica ediyorum soy kelimesi yerine Türk dili ve Türk kültürü kelimesi konulsun.”
Dâhiliye Vekili Şükrü Bey geri adım atmadı çünkü kafası gayet netti: ‘Soy’dan kastın ‘ırk’ olduğunu, çünkü ‘soy’un aile anlamına geldiğini, bu yüzden ‘soy’ yerine ‘ırk’ı kullanmanın daha doğru olacağını söyledi. Oylamada Hasan Reşit Bey’in ‘soy’ yerine ‘Türk kültürü, Türk dili’ terimlerinin kullanılması teklifi reddedildi ve ‘ırk’ kelimesinin kullanılması kararlaştırıldı. Dahası, kanunun başka yerlerinde geçen ‘soy’ kelimeleri de ‘ırk’ olarak değiştirildi. Yani Hasan Reşit Bey’in iyi niyetle başlattığı tartışma ırkçıların pozisyonlarını tahkim etmeleriyle sona erdi. Böylece, 1924 Anayasası’nın 88. maddesindeki “... herkes Türk ıtlak olunur” ifadesindeki Türk’ün  neyin adı olduğu bir kez daha anlaşıldı.”

Hala devlet nezdinde kullanılan “Türk” ibaresinin bir ırkı değil de, bir üst kimliği tanımladığını düşünenler var mı? O zaman iskan kanununun maddelerinden bazılarına göz gezdirelim.
11.madde;

“a) ana dili türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması (..) yasaktır.
b) türk kültürüne bağlı olmayanlar veya türk kültürüne bağlı olup da türkçeden başka dil kullananlar hakkında harsi, askeri, siyasi, içtimai ve inzibati sebeplerle dahiliye vekili lüzümlu görülen tedbirleri almaya mecburdur. (..) başka yerlere nakil ve vatandaşlıktan iskat etmek de bu tedbirler içindedir.
c) kasabalarda ve şehirlerde ecnebilerin nüfusu %10’u geçemez ve ayrı mahalle kuramazlar.”

3. ve 4. Maddeler;
“3. madde’de kimlere muhacir, kimlere mülteci denileceği tarif ediliyor ardından “kimlerin ve hangi memleketler halkının türk kültürüne bağlı sayılacağı icra vekilleri (bakanlar kurulu) heyeti kararı ile tespit olunur” deniyordu. yani görünüşte ‘bilimsel’ olmaya bile gerek görülmüyordu, ‘siyasi’ kriterler yeterliydi.

4. madde’de “a: türk kültürüne bağlı olmıyanlar, b: anarşistler, c: casuslar, ç: göçebe çingeneler,d: memleket dışına çıkarılmış olanlar, türkiye’ye muhacir olarak alınmazlar” denerek ‘ötekilere’ yeni gruplar ekleniyordu.” (Ayşe Hür’ün makalesinden)

12. madde;
“12. madde bu tedbirleri biraz daha açıyordu: “1 numaralı mıntıkalara [doğu vilayetlerine]: a: yeniden hiçbir aşiretin veya göçebenin sokulmasına, türk kültürüne bağlı olmayan hiçbir ferdin yeniden yerleştirilmesine ve bu mıntıkaların eski yerlilerinden olsa bile türk kültürüne bağlı olmayan hiçbir kimsenin avdet etmesine izin verilemez.

b: bu mıntıkalarda ırkan türk olup dilini unutmuş veya ihmal etmiş bulunan köyler ve aşiretler efradı ahalisi türk kültürüne bağlı köyler ile nahiye, kaza ve vilâyet merkezleri civarında yerleştirilir.”


İskan Kanunu’nun Türk ırkını, Türk kültürünü tek ırk ve kültür olarak kabul ettiğini, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtleri ayrı bir kavim olarak kabul etmediğini, Kürt kültürünü tanımadığını bu maddelerden açıkça görebiliyoruz. Cemal Gürsel gibilerin “Kürt diye bir şey yoktur, olsa olsa dağdaki kart kurt seslerinden ortaya çıkmışlardır.” diye özetlenebilecek sözleri ise toparlayıp burada sunmaya gerek olmadığını düşünüyorum.

İskan kanununu geride bırakacak olursak, devletin Kürt sorununu ecnebi devletlerin tezgahı olarak, yani suni bir mesele olarak gösteren, Şadillili Vedat’ın “Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar” kitabına bakalım;

“Genelkurmay Başkanlığı adli amirliğince, aralarında Musa Anter, Said Elçi, Edip Karahan, Yaşar Kaya gibi şahsiyetlerin olduğu kişiler hakkında açılan bir davanın iddianamesinde yapılan değerlendirmeye göre, Cumhuriyet devrimizde; Batı ve Doğu bloku arasında en kritik mevkii işgal eden Türkiye’mizde bazı devletler çeşitli düşünceler tahtında doğu Anadolu’muzda karışıklık çıkarmak yolunu tutmuşlardır. (…) Nitekim Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları muayyen aşiretlerin, dışarıdan körüklenen, inkilap aleyhtarı irticai tesirlerinin neticesidir.  (…) Dışardan gelen tahriklerin mahiyeti, tahriklere alet olanların şahsiyeti eskisi gibi değildir. Evvelce dış tahrikler Orta Doğu’da menfaatleri olan emperyalist devletlerden gelirken ve milliyet maskesi altında gizlenirken, bu defa komünizm faaliyeti halinde belirmektedir. Buna alet olanlar ise, eskiden şeyhler ve aşiret reisleri iken, şimdi mahdut münevver zümreyi teşkil etmektedir.” (1980, s. 184-185)

Bir kez daha Kürt meselesi, etno-politik temelden uzak bir şekilde, emperyalist ve komünist güçlerin tezgahladığı suni bir mesele olarak kabul edilmiştir. Kürt meselesinde, çözümü Kürt halkına bedel ödetmekte gören, kendi halkına düşman olma yolunu seçenler de vardı elbet. Zamanın genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak, 1930 yılında verdiği raporda, bazı Kürt köylerinin havadan bombalanmasını tavsiye ediyor. Reşat Hallı’nın “Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar” isimli kitabında bu konuyu şöyle özetliyor;

“Erzincan ilindeki incelemelerim sırasında ekonomiyi önemli surette zarara sokan ve bu il dahilindeki asayişsizliğin önemli amillerinden olan Aşkirik, Gürk, Dağbey, Haryi köylerinin tedip ve tenkiline zorunluluk gördüm. (…) bu bölgede çok şımarık bir durum almış olan bütün Kürt köylerine bir etki yapmak ve devlet nüfuzunu hakim kılmak için Erzincana nakledilecek bir hava kıtası ile bu köyleri tahrip etmenin uygun olacağı düşüncesindeyim. (1972, s. 351)

Devletin Kürt meselesinin nedeni olarak saydığı, söylemlerden biri de, geri kalmışlık söylemidir. Yani devlete göre doğu kalkınmadığı için, geri bırakıldığı için, ihmal edildiği için bir Kürt meselesi vardır. Bu geri kalmışlığı, ihmal edilmişliği ortadan kaldırırsak sorunda biter diye düşünülmektedir. Yani bir kez daha devlet, etno-politik nedenleri görmezden gelmektedir. Mesut Yeğin konuyla alakalı olarak; 

“Bölgesel geri kalmışlık söyleminin ortaya çıktığı metinlerin yakın bir okuması, Kürt sorununu ilk kez  bir bölgesel geri kalmışlık sorunu olarak kodlama ayrıcalığının, 1950’lerde ve 1960’ların ikinci yarısında iktidarda bulunan popülist-sağa ait olduğuna işaret etmektedir. 50’li ve 60’lı yılların, Anadolu’nun ulusal bir kapitalist Pazar yoluyla bütünleştirilmesinin başdöndürücü bir hız kazandığı yıllar olduğuna şüphe yoktur.”

Sonuç itibariyle Kürt sorunu devletin resmi kurumları tarafından her zaman çarpıtılarak algılanabilmiştir. İsyanları kimi zaman hilafet ve saltanat yanlısı olmalarına, kimi zaman eşkıya ve çete gibi modernlik öncesi bir yapıya sahip olmalarına, kimi zaman aşiret baskısına, kimi zaman ecnebi kışkırtmasına kimi zaman da ekonomik nedenlere bağlamıştır. Kürt isyanlarının temel noktası kati olarak bilinen bir gerçekliktir. Kürt halkı, Kürt’ün varlığının tanınmasını Kürt kültürünün, örf ve adetlerinin tanınmasını istemektedir. Kürt halkı Türk olmak zorunda bırakılmadan da, bir yerlere gelebilmek istemektedir. Devletin birinci görevi, Kürt sorununun nedenlerini doğru kavramak olmalıdır.






20 Ekim 2011 Perşembe

PKK SALDIRISININ GÖSTERDİKLERİ

19 Ekim'in ilk saatlerinde başlayan PKK saldırısı sonucu, sayısını hala bilmediğimiz kadar insanımızı daha öldürdük. Öldürdüler ya da katlettiler filan değil, öldürdük, katlettik. Aklı başında her insan bu ölümlerden sorumlu tutulmalı, aklı başında her insandan hesap sorulmalı. Dün neredeydik, ondan önceki gün peki? 1984'den beri nerdeyiz?

Günlerdir günde 3-5 insanımız hayatını kaybederken, sessiz kalmayı tercih eden, sanki ortada yanlış bir şey yokmuşçasına yaşayan bir halk vardı. Sonra bir gün en az otuz insanımızın öldüğü bir güne uyandılar ve "aaa. ülkede savaş varmış" diyiverdiler. Cem Yılmaz'ın bir oyununda söylediği gibi, sanki donun icadından haberleri yoktu bu insanların. Öylesine bir şaşırmışlık.

Halklar, yüksek bir bilinç düzeyiyle, sadece bugün değil, her gün ölümleri kendisine dert edinmezse, bu savaş bitmez. Bu savaşın bitmesi için, barışın, barış isteminin halklar tarafından yüksek sesle söylenmesi gerekir. Ne demiş George Bernard Shaw; "Barışı sağlamak isterseniz politikacıları öldürün yeter, halklar birbirleriyle anlaşır" Politikacıları siktir edin, politikacıların ne dediğini de siktir edin. Bir ülkeyi politikacılar değil, halklar yönetir. Kirli savaşın tarafı değil, barışın tarafı olun.

Bugün büyük bir kara harekatı başlatıldı. Yanlış bilmiyorsam 27. kez düzenleniyor. 26 defa denenmiş bir yöntem, 27. defa tekrar deneniyor. Sırrı Süreyya Önder'in Einstein'den alıntı yaptığı bir söz vardı; "yalnızca ahmaklar, aynı şeyleri yapıp, farklı bir sonuç vermesini beklerler" diye. Gerçekten 27. operasyondan ne bekliyoruz? Kara harekatının tek bir iyi yanı var, o da, kendini bilmezlerin salakça bir şeyler yapmasını engelleyebilecek olmasıdır. Faşist, ırkçı tiplerin iç savaş çıkartabilecek hareketlerini engelleyebilecek olmasıdır. O kadar. Kan kanla yunmaz, suyla yunur. Bunu unutmayalım. Einstein'ın da dediği gibi; "Savaş cinayetten başka bir şey değildir. Aynı zamanda hem savaşa hazırlanıp, hem de savaşı bitiremezsiniz." Savaşı mı bitirmek istiyoruz, Kürtler'i mi sindirmek istiyoruz?

Saldırıdan sonra, halkımızın vermiş olduğu tepki, bana Mavi Marmara'yı anımsattı. O zaman da bir çok eşimizin, dostumuzun Hitlerci olduğunu görmüştük. Yahudileri asalım, yahudileri keselimci oluvermişti herkes. Savaşlar orospudur, buna diyecek sözüm yok. Ancak savaşın bile göstermiş olduğu iyi şeyler var. Mesela gerçekte kimin içi kin dolu, kim insan ölümlerinden zevk alıyor, kim ırkçı, kim sahtekar, kim yalancı daha net görebiliyorsunuz. Mavi Marmara'dan sonra Adolfçu olanlar, şimdi de Atsızcı olmuş, Kürtleri yakalım, Kürtler'i asalım diye dolanıyorlar. Güzel bir kürt atasözü vardır; "tenlerimiz ve gözlerimiz farklı renkte olsa da, gözyaşlarımızın rengi aynıdır". Zannediyor musunuz ki, öldürülen askerlerin acısını Kürtler paylaşmıyor? Zannediyor musunuz ki, Kürtler de ölmüyor?

PKK'nın silah bırakması gerektiğini her zaman söylüyorum. Günümüz konjönktüründe, silahlı mücadele en çok Kürt halkına zarar veriyor. Bunu hemen hemen bütün Kürt aydınları dile getiriyor zaten. Ancak demokrasinin ortadan kaldırıldığı, düşünceye, dile kilit vurulduğu, ağzını açanın bölücülükle suçlanıp zindanlara atıldığı bir ülkede, elinde silahı olan insan, o silahı nasıl bıraksın? Behiç Pek'in güzel bir çizimi var. Oldukça anlamlı, oldukça gerçek. Bunu kavrayabildiğimiz zaman, gerçekten de barışa çok yaklaşmış olacaz. Aksi halde ırkçılığa bulanmış aklımızın, faşistliğe teslim olmuş vicdansızlığımızın gölgesi altında küfreder dururuz sabaha kadar. Hiçbir şey değişmez. İki gün sonra da biz unuturuz, ama analar unutmaz. Savaş en fazla anaları vurur. En fazla anaları ağlatır. İşte bu yüzden Türk ve Kürt anaları, barış için omuz omuza sokağa çıktığı zaman, savaşın çığırtkanlığını yapanlar, silahların bayraktarlığını yapanlar, kaçacak delik arayacaklardır.

Ve son olarak, Altın Portakal Film Festivali'nde ülke meselelerine değinme yarışı içine giren sanatçılarımıza da çok iş düştüğünü söylemek gerek. Sanatçılarımızın samimiyetini, ellerini taşın altına koyup koymayacaklarını göreceğimiz günlerdeyiz. Aram Tigran'ın dediği gibi; "Dünyaya bir daha gelirsem; ne kadar tank, tüfek ve silah varsa hepsini eritip; saz, cümbüş ve zurna yapacağım." diyebilecekler mi, yoksa popülist söylemler, konformist açıklamalar mı gelecek? Bekleyip, göreceğiz.

18 Ekim 2011 Salı

Bir Sarhoşun Notları-7

Semazenlere kimse; "ne o hacı, mal mal dönüyon" diye sormaz. Bir anlamı, bir derinliği vardır. Peki bir sarhoşun dönüşünde de bir anlam, bir derinlik olamaz mı? Allah aşkından döneni bu kadar saygıyla karşılıyoruz da, Allah'a olan aşkını şarapla gösterene niye saygı gösteremiyoruz? Bir şarapçıyla dalga geçmek, şarapçıyı mı küçültür, şarapçıyla dalga geçeni mi? Ahmet Kaya sağolsun, siz kimin, neden içtiğini nerden bileceksiniz?

Geçenlerde yine düşünmüyorken aklıma geldi, sahiden aldatmak nedir? Ortada aldanan kimse olmadan da birileri aldatılabilir mi? Bence mümkün değil, aldanan birileri olmalı ki, aldatma işlemi var olabilsin. O halde sevenini, sevdiğini, bir başkasıyla beraber olmak suretiyle aldattığın kaidesi, aslında bir kaide değildir. Olabilirde, olmayabilirde bir durumdan ibarettir. Yanındaki insanı bildiği bir şeyden dolayı aldatamazsın, aldatman için kandırman gerekir. Bir çoğumuz, sevgilimizin başkasıyla beraber olmuş olabileceğini ya da birileriyle beraber olacakmışçasına konuşmuş olabileceğini biliyoruz. O halde aldatılmış oluyor muyuz?

Eski sevgililerimizin durumu biraz karışıktır. Helede eski sevgiliye karşı hala bir şeyler hissediyorsak. Uzun yılar boyunca birisiyle beraber oluyorsunuz. Sonra gün geliyor, artık ilişki yürümüyor, ayrılıyorsunuz. Ama içinizde hala bir şeyler var. İçin için sizi kemiriyor. Sonra sevgilinizin yeni bir sevgilisi olduğunu öğreniyorsunuz. Kötü bir durum. Eski sevgilinizin her gün sikiştiğini bilmek, siz sikişmiyorken, size o kadar çok dokunur ki, haddi hesabı yok. Şahsen ben eski sevgililerimin bir kişiyle on defa sikişmesinden ziyade, on kişiyle birer defa sikişmesini tercih ederim. O zaman hala kendimi özel hissedebilirim çünkü. Ancak hiçbir eski sevgiliminde gelip benden bu konu hakkında fikir alacağını sanmıyorum.

Kadınlar garip yaratıklar. Sen beraber olmak istersin, kadın beraber olmak ister. Senin için bu kadarı yeterlidir. Ama kadın için asla yeterli olmaz. Bir çok istek çıkar ortaya, ay işte evde kimse olmasın, en yakındaki apartman 50 metre uzakta olsun, odanın rengi kırmızı olsun, yatak istikbalden olsun, prezervatif çilekli olsun. Altı üstü sevişecez yahu. Bir sakin ol, bir kendine gel. Abartmaya gerek yok durumu. Dünyada her gün milyonlarca insan yapıyor yani bunu. Ne gerek var bunu törensel bir hale büründürmeye?

Sık sık söylerim. Evlilik saçma bir kurumdur. Güvensizlik üzerine kurulmuş, mantıklı ancak duygudan tamamiyle arındırılmış, sevgiyle aşkla uzaktan yakından alakası olmayan, sevgililik ilişkilerini bitiren bir kurumdur. Peki ya sevgililik? Günümüzdeki sevgililik anlayışının da bundan çok bir farkı yok. Sevgililerin büyük bir kısmının, birbirini sevmediğinden eminim. Ya seven sevilmiyor, ya sevilen sevmiyor, ya da sevilmeyen sevmiyor da. Yahu o halde ne bok yemeye sevgili gibi takılıyorsunuz lan? Derdiniz ne? Sevişmek için sevgili olmaya gerek yok ki, sevgili olmadan sevişerekte buna gerek olmadığını çok rahat görebilirsiniz. Sırf sevişecez diye, sırf toplum bunu bu şekilde kabul ediyor diye, sevgililiği alçaltmayın, lütfen.

Her zaman yapılan bir geyik vardır. Kadın olan der ki, erkekler şöyle, böyle, erkek olan da der ki kadınlar şöyle, böyle. Tek tek dinlesen herkes birilerinden şikayetçidir. Peki ulan sen ne yaptın bugüne kadar? Sen kaç kişinin ağzına sıçtın, sen kimlerin kalbini kırdın? Çünkü bu kadar insanın ağzına sıçan sen değilsen, ben değilsem, kim ulan o zaman? Kendi ağzımıza sıçıp, kendimiz ağlıyoruz. İsmail YK'ya yaptığı şarkı için gülüyoruz belki ama, bizi beğendiğimiz bizi, bizi beğeneni de biz beğenmiyoruz. Doğruya doğru.

Bugün Radikal gazetesini okurken, bir kitabın tanıtımına denk geldim. Tarihteki, kadınları aşağılayan önemli insanların sözlerinden yola çıkarak bir sözlük oluşturmuşlar. Balzac vakti zamanında demiş ki; "Tüm kadınların serveti iki bacağının arasındadır" Gerçekten merak ediyorum, kadınlar bacak aralarını kapatırlarsa eğer, mevcut ilişkilerden kaçı devam eder. Bence her kadının bunu denemesi lazım.

HABERLER-1

-Kitap yasaklamalarından sonra, kitap okumayı düşünmekte delil olarak sayılmaya başlandı. Bir evde bulunan okunacak kitaplar listesi, örgüte üye olma delili sayıldı. Çok yakında doğmuş olmak, örgüte üye olma delili olarak kabul edilebilir. Malum, bir insan doğmadan örgüte üye olamaz.

-Uzun zamandır İstanbul'un tarihi silüetini bozan gökdelenlerin akıbetiyle ilgili olarak tartışmalar devam ediyor. Kültür ve Turizm bakanı Ertuğrul Günay sonunda gökdelenlerin traşlanmasının istenildiği bir yazıyı ilgili kuruma yollamış. Ancak zaten 2006 yılında bölgeye bu uzunlukta gökdelenlerin yapılması için izni veren de aynı bakanlıkmış. Devletin yeni uyguladığı bir strateji değil tabiki bu. Biz kaz gelecek yerden tavuğu esirgemeyelim, olur da büyük bir tepki oluşmazsa, oldu bittiye getiririz düşüncesi hakim. Yazıktır, günahtır, ayıptır.

-Bodrum'da kilise yokmuş efendim. Yaz kış kalan 5bin gayri müslim var, yazın gelen binlerce hıristiyan var. Ama gel gör ki bir tane kilise yok. 2003 yılında küçük bir yer kiralanarak oluşturulmuş bir nevi kilise açılmış. O kadar. Bunu niye mi anlatıyorum? 1969 yılında yıkılıp yerine abuk sabuk bir şeyler inşa edilen bir Aya Nikola Ortodoks kilisesi vardı efendim. Bodrum halkı, belediye başkanıyla beraber yıllardır bu binanın eski haline getirilmesi için bürokratik engelleri aşmaya çalışıyor. Nitekim bu sene, binanın eski görüntüsüne kavuşturularak müze haline dönüştürülmesine onay çıkmış. Bir çok kişi bu yüzden sevinçli. Ancak neden kilise değil de müze diye soranlar da var. Eskiden kilise olan bir yeri kiliseden çıkarıp müze yapmaya gerek var mı gerçekten? Aya Nikola 1969'da nasılsa, şimdi de öyle kalsın. Küçük ayak oyunlarını bir kenara bırakın. Ayasofya'ya yapılanı Aya Nikola'ya yapmayın.

-İspanya'da "Öfkeliler" hareketi, ABD'de Wall Street işgali derken, batı iyiden iyiye ayaklandı. Özellikle gençleri etkileyen işsizlik sorunu, geçim sıkıntısı, halkın %99'unu oluşturan kesimin %1'in altında eziliyor olması, isyanın patlak vermesine neden oldu. İngiltere'den, İtalya'ya, Almanya'dan, Portekiz'e tüm Avrupa isyandaydı. Peki biz ne yaptık? Yan gelip yattık efendim. OECD'nin 40 ülke arasında yapmış olduğu araştırma, durumumuzu oldukça net bir şekilde ortaya koyuyor. Yaşam standartlarından memnun olup olmamaya göre yapılan sıralamada Türkiye 32. olmuş. Şükürcü bir millet olduğumuzu da hesaba katarsak, sıralamamız biraz daha gerilerde olabilir diye düşünüyorum. Yani hiçbir boktan mutlu olduğumuz filan yok. Eee peki memnun değiliz de, bu durumu değiştirmeye çalışıyor muyuz? Bunun da araştırmasını yapmışlar efendim. Bir bildiriye imza vermek, protesto yürüyüşüne katılmak, sendika, dernek, parti gibi örgütlere üye olmak gibi kriterler ele alındığında Türkiye 40 ülke arasından tam 40. olmayı başarmış. Helal olsun Türkiye, durmak yok, yola devam.

-Sırrı Süreyya'yı desteklediğimi her zaman söylüyorum. Mecliste kendime en yakın bulduğum isimdir kendisi. Önce mecliste baş örtüsü takılmasının ve kravat takılmamasının serbest olmasını öneren bir önerge verdi, sonra da TBMM'nin sitesinde kravatsız fotoğrafı olan tek vekil oldu. Takip ediyoruz Sırrı, takip ediyoruz.

-Önce Ergenekon adı altında, suçlu suçsuz her Kemalist, ordusever, AKPyebaştandüşmancı içeriye atıldı. Aralarında bir çok suçlu var elbette, Ergenekon bir hayal ürünü mü, değil tabi ki. Ancak zamanla, yazdıklarından, çizdiklerinden, düşündüklerinden hoşlanılmayan herkesin bir şekilde ilişkilendirilip içeriye atıldığı bir mekanizmaya dönüştü. Bu da bir gerçek. Şimdilerde aynısı KCK operasyonlarında yaşanıyor. Binlerce insan ya gözaltında ya da tutuklandı. Bu insanlar bombalı eyleme katılan, silahlı mücadeleye girişmiş insanlar değil. Bu insanlar, bir derdi olan, düşünen, konuşan, okuyan insanlar. KCK adı altında Kürt legal siyasetini işlemez hale getirmek, barıştan kaçıp savaşa sarılmanın, silahı yüceltmenin bayraktarlığını yapmaktır. Olan da bu halkın gariban gençlerine olur.

-Cemal Uşşak; Kürt sorunuyla alakalı olarak, bir nevi itiraf sayılabilecek günah çıkarma tadında bir söyleşi verdi Radikal gazetesine. Özellikle muhafazakar kesimin okumasında fayda var. Cemaatin, milli görüşçülerin, tarikatların Kürt sorunu karşısında neden pasif kaldıklarını, hatalı olup olmadıklarını açıklayan, geç gelmiş bir söyleşi. Ahanda link; TIKLA, GÖR, OKU, DÜŞÜN

-Bugünlerde ota boka, uçan kuşa zam yapıldı. Elektrik, doğalgaz, alkol, sigara, lüks otomobil, cep telefonu vs. Bunlardan bir çoğuna yapılan zamlara katılıyorum. Katılmadığım bir kaç tanesi var. Alkol ve sigara bunlardan ikisi. Alkol ve sigara lüks değildir efendim, sıradan bir ihtiyaçtır. Alkol ve sigaraya yapılan her zam, kaçakçılığı arttırır. 26 milyon kişinin alkol kullandığı bir ülkede, alkol lüks derseniz, uçan kuşlar bile size götüyle güler. RTE'nin zamlarla alakalı olarak yorumu komik; "sigara içmeyin, alkolü azaltın" Recep usta, hani insanların yaşam tarzına müdahele edilmeyecekti. Sanırım zenginin yaşam tarzına karışmayız, ama fakiri keyfimize göre yontarız demek istemişsin. Saygı duymadım.

-ETA'nın silah bırakacağı söyleniyor. Tabi ETA'nın silah bırakmasına karşı olan gruplar, yeni ETA'cıklar oluşturacaklardır. IRA örneğinde olduğu gibi. Ancak yine de ETA'nın silah bırakmasından çıkartılması gereken dersler var. ETA silah bırakınca ne olacak, ETA üyelerine ne yapılacak, hapisteki ETA üyelerinin bundan sonraki pozisyonu nasıl olacak, legal alandaki siyasi örgütlenmeleri nasıl bir şekil alacak? Bunların hepsi yakın gelecekte cevaplarının dikkatlice irdelenmesi gereken sorular.

-Bu sefer de BDP milletvekillerinden Altan Tan, seçim öncesi yapmış olduğu konuşmalar nedeniyle, 23 yıl 6 ay hapis istemiyle karşı karşıya. Polis zoruyla mahkemeye getirilmesine karar verilmiş. Eline silah alma, gel derdini anlat diyeceksin, sonra da derdini anlatana 23 yıl 6 ay hapis cezası istemiyle dava açacaksın. Eeee hacı, nerde bunun hakkaniyeti?

-İşten çıkarılan bir ablamız, işe iade davası açmak isteyince, yeni yasalar gereği 616 lira ödemesi gerektiğini öğrenerek dava açamamış. Bir kez daha gördüğümüz üzere, yasalar her zaman zenginin yanındadır.

-Beyoğlu Belediyesi; sokak müzisyenlerini "çok gürültü oluyor" diyerek engellemek istemişti. Ancak gece boyu devam eden Park Otel inşaatından rahatsız oluyormuş gibi gözükmüyor. Sanatçının sesi, gürültüden sayılıyor da, zenginin para kazanma iştahı, musiki gibi mi geliyor acaba, sormak lazım.

-Türkiye'de bir tane öğrenci sendikası vardı. İsmi Genç-Sen. Yakın bir tarihte, öğrencilerin sendikası olmaz denilerek kapatıldı. Hani batıyı her fırsatta örnek alıyoruz ya, örnek almakta fayda var. Öğrencinin sendikası olur mu, olmaz mı; olmalı mı, olmamalı mı, net bir şekilde öğreniriz. Genç-Sen mahkeme kararıyla kağıt üstünde kapatılmış olabilir, ama mücadelesine sokakta devam eder. Halkın örgütleri gücünü sokaklardan alır, devlet kurumlarından değil.

Bugünlük haberlerimizin sonuna geldik. Başka bir gün görüşmek üzere. Duyarlı kalın, iyi kalın.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Bir Sarhoşun Notları-6

Kadınların büyük bir kısmı kırıcıdır. İster istemez, yetişirken beraber bu özellik onlara zorla verilir. Erkeklerin kütüklüğünden, öküzlüğünden bolca bahsedilir ama esasında öküzlük, odunluk kadınlarda daha çok bulunan özelliklerdir. Erkek olduğun için duygusuz olduğunu zanneder, buna göre hareket ederler. Zaten tam da bu yüzden aşk sebepli ölümle sonuçlanan intihar vakaları, erkeklerde kadınlardan 3 kat daha fazladır. Sonrada hala erkekler şöyle erkekler böyle, gerek yok hacım işte. Kadın-erkek ilişkilerini belirleyen temel mevzu her zaman sekstir. Türkiye erkeği abazan olduğu sürece, cinsellik gizli kapaklı yaşanması gereken bir haz aracı olmaya devam ettikten sonra, Türkiye kadını Türkiye erkeğine göre her zaman daha öküz, daha duygusuz olmaya mahkumdur.

Mahkum dedim de aklıma geldi. Anayasal hak olan parasız eğitimi istedikleri için iki arkadaşımız 19 ay içerde kaldılar. Tam 19 ay. Peki 12 yaşındaki bir kadın çocuğuna, N.Ç'ye tecavüz ettiği karara bağlanan 28 kişi ne kadar ceza aldı biliyor musunuz? 1 yıl 8 ay ile 5 yıl arasında değişen cezalar. Yani parasız eğitim istemenin cezasıyla, 12 yaşındaki bir kadına tecavüz etmenin cezası aynı. Hukuk sistemimizin mükemmelliğine diyecek sözü olan varsa beri gelsin. Zira ben sözümün bittiği, yumruklarımınsa fütursuzca konuşmaya başlayacağı raddeye gelmiş bulunmaktayım.

Gerçi tecavüz edenlere de çok yüklenmemek lazım. Tecavüz edene; "ee amına koyayim, madem tecavüz edecektin bari güzel birine tecavüz etseydin" diyerek geyikle karışık serzenişte bulunan insanlar tanıyorum ben. Tecavüz etmeyen bunu söylüyorsa, tecavüz edene ne denilebilir ki?

İnsanları çoğu zaman anlamak kolaydır, sorun hiçbir zaman bir insanı anlayamamak değil, anlamak istememekten kaynaklanır. Ya da daha doğru ifade edersek, anlamak istediğimiz gibi anladığımızdan ötürü sorun yaşarız. Ya işte Ahmet geçenlerde yanımızdan geçerken ayakkabısını bağladı kesin beni seviyor, Caner gözümün önünde sikini karıştırdı demek ki beni sikmek istiyor gibilerinden saçma sapan eylemlerden saçma sapan sonuçlar çıkaran bir yapımız var. Bu saçma sapan durum tamamiyle yersiz değil esasında. İnsanların davranışlarının, söylediklerinin sahte olduğunu, kendi sahteliğimizden ötürü o kadar iyi biliyoruz ki, her söylenmeyenden, kendi istediğimiz bir söylemişlik çıkarıyoruz. Adına da medeni ilişkiler diyip, kabile üyelerine gülüyoruz. Halbuki onlar bize kıçlarıyla gülüyor, kendi düzülmüşlüğümüzün farkında değiliz. Şemsiye göte girmiş, biz hala açmaya çalışıyoruz.


Hippi olmak isterdim, '68 kuşağını kaçırdığıma her zaman üzülürüm. O zamanın müzikleri, çıplaklığı, arkadaşlığı, sevgililiği, sevişmesi, insanlığı, hepsi farklıydı. Bir umudun kıvılcımıydı sanki her şey. Yok olup gitti o da. Yerine sadece savaş geldi, ölene kadar çalış geldi, çocuk yapmaktan başka bir şey için sikişmeyin geldi, alkolün, otun kötü olduğu söylendi. Nerden nereye. 40 yılda ne çok şey değişti.

Kadınlarda sürekli bir sahte önem atfetme hali vardır. Mesela sevişeceği adama bir önem atfeder, şurası iyi burası iyi, şöyle iyi böyle iyi... Ne gereği var yahu, sevişeceksin sadece. İyi filan olmasına gerek yok yani, çalışan bir aletinin olması yeterli. Abartmaya, övmeye, kendini sevişmek için haklı çıkarmaya ihtiyacın yok ki.

Önem atfetmekle kalmazlar, önem atfettiğini de göstermek isterler. Can sen yattığım ikinci erkeksin. Can arkama ilk kez sen giriyorsun, daha önce kimseninkini ağzıma almamıştım Can. Oaaahhh Can ne kadar da iyisin. Eeee de, bana ne tüm bunlardan. Yatakta söylenen hiçbir şeye inanmam. Yalancılığın, taklitin kitabı yazılırsa eğer, seks esnasında yazılır muhtemelen. Hadi yalan söylüyorsun da, bana niye söylüyorsun yani. Ne gereği var. Kendi kendini kandır yatakta, beni niye bulaştırıyorsun ki bu oyununa. İyisiyle kötüsüyle sevişiyoruz işte, neden bana bunu yaparken senin için bir önem teşkil ettiğimi göstermek istiyorsun ki? Bırak işte sevişelim, sonra siktirip gidelim, sonra yine sevişelim, sonra yine siktirip gidelim. Budur yani, bu kadar.

Yeni neslin eski nesillerden daha zeki olduğu söylenir, bana göre yeni nesi embesillerin önde gidenidir. Hayatını tv başında, elinde telefon, aklında internetle geçiren bir nesilden ne bekliyoruz ki? İnsanlıktan bir yüzyıl daha bahsedilir en fazla, sonrasında insan kalır ama insanlık biter. İnsanlıktan bahsetmek için, bir grup insanın var olması gerekir nitekim. Ancak bireylerin bir araya gelebileceği bir platform bırakmazsak, bunu sağlamakta mümkün olmayacaktır. Bilgisayardan bir tuşla sevişip, telefondan bir tuşla içki içeceğimiz günlere gelecez sanırım. Vay be diyecez, teknolojiye gel. Teknolojiye gelelim gelmesine de, kıçımızı koltuğumuzdan kaldırtma be usta diyecez.

Steve Jobs öldü. Öldükten sonra gördük ki, bir çok hayranı varmış bu abimizin. Martin Luther King'le karşılaştıranlar, yas ilan edenler, anma düzenleyenler. Peki neden? Dünyamız için ne yaptı Steve Jobs? Bilmediğimiz bir şey varsa söyleyin de, öğrenelim, saygı duyalım. Affet abi ayıp etmişiz diyelim. Kapitalizmin cilalı yüzüydü Steve. Sempatik, pazarlamayı bilen, estetik kaygısı olan, tatlı kapitalizmin yüzüydü. Ama neticede insanları sömüren, iliklerine kadar kurutan bir şirketin ceo'suydu. Bazı bilim insanlarına attığı kazıklar hala konuşuluyor. Çin fabrikalarındaki toplu intiharlar hala konuşuluyor. Bu mudur Steve Jobs, bu mudur sevgiyle anılan insan. Eline oyuncak verilmiş insanların, çocukça bir sevgiyle, yüzlerindeki kocaman Steve Jobs sırıtışlarına kolumla giresim geliyor.

Rutkay Aziz Altın Portakal'da bir konuşma yaptı. Sıradan, yüzeysel bir konuşmanın, bu kadar ayakta alkışlanması, sanatçılarımızın ne kadar suya sabuna dokunmayan insanlar olduklarını göstermeye yetecek bir görüntüydü. Rutkay Aziz CHP'ye de laf söylediği zaman, samimiyetine inanırım. Yoksa ne söylese boş, ne söylese anlamsız.

Sözlerimi bitirirkene, Özcan Alper'in Altın Koza'da söylediklerine bakmakta fayda var. Sanırım Özcan Alper yeterince medyatik olmadığından pek ses getirmedi. Şurdan ulaşılabilir;

Özcan Alper'in Altın Koza Konuşması

7 Ekim 2011 Cuma

GÜNLÜK-2

Uzun zamandır bloga yazmıyorum. Biraz alkolsüzlükten, biraz üşengeçlikten, biraz da zamanımın çoğunu yiyen senaryo çalışmam buna engel oluyor. Başrollerini travestilerin paylaştığı, polisiye-dram tarzında yavaş bir film çıkarmaya çalışıyorum. Ne çok sevdiğim Woody Allen'ın filmleri gibi entellektüel bir yapıda, ne Emir Kusturica gibi bir tarzı olan, ne de Ferzan Özpetek gibi tadı damağında kalan bir çalışma. Kuru, yavan bir hikaye. Ancak kendini izlettirebilir gibi geliyor. Bitirmekte fayda var.

Son zamanlarda eski filmlere takmış durumdayım. Efsanevi filmleri izliyorum. Çoğu bünyede hayal kırıklığı yaratıyor. Basit senaryolara, basit sahnelere zaman içerisinde binbir anlam yükelenerek kült filmler ortaya çıkarılmış. Alfred Hitchcock'u severim, saygı duyalacak adamdır. Ancak Psycho'nun bu kadar abartılmasını doğru bulmuyorum. İyi bir oyunculuk var, müzikler iyi kullanılmış. Peki sonra? Yok küvet sahnesi şöyleymiş, yok bilmemneymiş, insan abartmak istedikten sonra abartabilecek çok şey bulur. Peki Sergio Leone'nin Il buono, il brutto, il cattivo'suna ne demeli? Bir çok Sergio Leone filminden daha kötü olmasına rağmen, abartılmış abartılmış gökyüzünde bir yerlere konulmuş filmdir.

Eski filmler denilince aklıma ilk gelen isim Akira Kurosawa. Adam yazmış, adam yönetmiş, adam çekmiş. Yapmış yani, tüm imkansızlıklara rağmen. Abartacaksanız bu adamın filmlerini abartın.

Arada sırada söylerim, entellektüel kesim, alabildiğine faşist bir zihniyete sahiptir. Okunması gereken kitapları, izlenmesi gereken filmleri, dinlenmesi gereken müzikleri, konuşulması gereken konuları, giyilmesi gereken kıyafetleri, içilmesi gereken içkileri, yenilmesi gereken yemekleri, gidilmesi gereken yerleri, sevilmesi gereken kadınları-erkekleri her şeyi ama her şeyi belirlemiştir. Bunların dışında hareket ederseniz entellektüel değilsinizdir. Bazı yönetmenleri, yazarları, sanatçıları beğenmeme gibi bir şansınız yoktur. Onlar beğenilmek için varlardır, tanrıların bir lütfudurlar. Entellektüellerin orta yerine sıçasım geliyor. Faşizmin kölesi olmuş dogmatik akıllarının taklitten öte yaptığı bir şey yok.

Günlüğü günlük tutar gibi değil de, düşünce tutar gibi tutuyorum. Hani düşünüyorum, boşa gitmesin der gibi. Bu son derece büyük bir egonun işareti aslında. Düşüncelerim kaybolup gidemeyecek kadar önemli der gibi, benim düşündüklerimi insanlar düşünemez, ben onlara göstermeliyim der gibi. Hepimiz kendimizi büyük gören, bencil varlıklarız. Bu yüzden yaşamaya katlanabiliyoruz, bu yüzden her gün kalkıp okula gidecek, işe gidecek gücü kendimizde bulabiliyoruz.


Çoğu insan önyargısız olduğunu, bencil olmadığını, yalancı olmadığını filan düşünür. Halbuki hepsi bizde mevcuttur. Çok basit bir olayda bile nasıl bir önyargı sahibi olduğumuzu görebiliriz. İki otobüs olduğunu hayal edin, birinde gayet işin gücünde insanların giyim tarzıyla oturmuş hareket etmeyi bekleyen insanlar olsun, diğerinde de saçma sapan olarak adlandırılan aslında derin bir anlamı olan punk tarzında giyinen insanların oturmuş beklediğini düşünün. Hangi otobüse binersiniz? Ön yargılarımızın esiri olarak yaşıyoruz, karar veren bizler değiliz aslında, bizi biz yapan çevremiz, toplum. Bu yüzden her ceza alan insandan sonra, topluma da bir ceza verilmeli. Birinin işlediği suç, aslında hepimizin işlediği suçtur.

Ailenin varlığını kabul etmeyen biriyim. Tüm kötülüklerin anası aile kurumu olabilir. Körpecik bedenleri, savunmasız akılları, ne olduğu belli olmayan ebeveynlere teslim ediyoruz ve tek dayanak noktamız anne-babanın çocuğu için en iyisini bilip ona göre hareket edeceğini düşünmek. Anne-babaların çarpık düşünce sistemine göre yetişen çocuklardan, kendisi gibi olmalarını kendisi gibi davranmalarını, birer birey olmalarını bekliyoruz. İyi de 20 yaşına gelene kadar, düşünceleri yumruklanmış, konuşmaları sansürlenmiş, davranışları cezalandırılmış bir köleden, süper bireyin çıkabileceğini nasıl ümit edebiliyoruz?

İkili ilişkilerin garip bir tarafı var. Ne kadar uğraşırsan uğraş, bitmeye mahkumlar. Sevgilinle olan ilişkin, karınla olan ilişkin, dostunla olan ilişkin. Hepsi gün geliyor bitiyor. Geriye yıllarca çektiğin sıkıntıların yanında, mutlu bir kaç gün kalıyor. İşin garip tarafı, genelde en çok ihtiyacın olduğu dönemlerede bu ilişkilerin bitmesi ve hala sevdiğin insanların seni artık bir yük olarak göremeye başlamaları. Sevgi, dostluk gibi manevi kavramların pek bir önemi yok artık, statünün, paranın önemi var. En azından bunun nasıl edinildiğinin bir önemi olmalıydı ancak onun da bir önemi kalmamış. Peynirden daha fazla yemeye çalışan sıçanlar gibiyiz. Körler dünyasında tek gözlü olduğu için sevinmeli mi insan?