19 Kasım 2015 Perşembe

Bir Sarhoşun Notları

Merhaba Can'lar. Öperim o mâlum zihniyetlerinizden ve tabii ki her daim öfkeli penislerinizden.

"Bir Sarhoşun Notları" ile alakalı bazı şeylere açıklık getirmem gerektiğine inanıyorum. Zira bu başlık altındaki metinlere pek bir anlam yüklenmiş gibi hissediyorum. Öncelikle başlık, metnin amacını ve hatta saçmalığını gösterir nitelikte bir ifadeye sahip. Başlık, mütemadiyen sarhoş bir insanın pek önem atfettiği notlara değil, sıradan bir insanın sarhoşken yazdığı pek önemsiz notlara atıfta bulunuyor. Bu notlar, sarhoş bir insanın, sarhoşken, hiç bir ön çalışmaya dayanmadan, kendi tıkanmışlıklarına alan açma çabasının bir sonucundan ibaret. Ne bir bildiri, ne derinlikli bir analiz, ne de öğretici bir tavır.

Açıkça söylemem gereken bir kaç şey daha var. Bir entelektüel olmadığımı bildiğinizi biliyorum. Her ne kadar entelektüel olmak gibi bir kaygım olsa da(entelektüel birikimimin zayıflığının açık bir kanıtı) bir entelektüel olmadığımı bilecek kadar da kendimi biliyorum. Aymış birisi değilim, öğrenmiş, bilmiş ya da farketmiş değilim. Hemen hemen her birey gibi sıkıştığım anlarda nefes almak için bir alan açmaya çalışan bir "yaşayan"dan ibaretim. Bu alan açma işini, sadece sarhoşken, sadece bu metinlerle yapabilecek kadar da yeteneksizim. Dolayısıyla beğeninizi değil, tahammülünüzü bekliyorum.

Hepimizin malumu bir Paris katliamı gerçekleşti. Yüzden fazla ölü iki yüzden fazla yaralı tüm dünya insanlarını derinden sarstı. Peki neden? Hemen hemen her gün adına terör saldırısı denilen saldırılar nedeniyle yüzün üzerinde insan hayatını kaybediyor, pek çok insan sakat kalıyor, yaralanıyor. Paris mevzusunu bunlardan ayıran ne? Klasik bir Doğulu tavrıyla Batı aktörlerinin komplolarına ya da "oryantalist bunlar; bunlardan başka ne analiz beklenirdi" söylemine angaje olmadan bir konum almak gerekiyor gibi görünüyor. Tabii ki Afganistan'da öldürülen bir insanla Fransa'da öldürülen bir insanın değeri aynı değil. Kimsenin kendini kandırmasına gerek yok. Fransa'da bir bireyin birey oluşuna harcanan değer(belki de Marx'ın ifadesiyle toplam emek gücü ikamesi ya da kahvedeki Hasan Amca'nın ifadesiyle "bir doktor kolay yetişmiyor") ile Afganistan'da bir bireyin birey'liğine harcanan değer arasında dağlar kadar fark var ve doğal olarak daha fazla değer edindirilen Fransa bireyinin ölümü de, daha değerli olan toplumlarca daha dikkate değer olarak algılanır ve bu beklenen bir durumdur. Aksi olsaydı şüpheye düşmemiz gerekirdi. Bir çiftlik tavuğunun market tezgahlarında yer edinmesi cebinde parayla markete giren müşteriye ne kadar doğal geliyorsa, bir Arap'ın da bombalı saldırıda hayatını kaybetme hali dünyanın egemenlerine o kadar doğal görünür. Bu durum, o coğrafyanın gerçeğidir, haliyle, üzülmek ya da öfkelenmek için geçerli bir neden yoktur.

Malum saldırı için şu ya da bu dini suçlu kabul etmek veya mahkum etmek gibi bir eğilim de söz konusu. Neymiş efendim; Avrupa dinleri kendileriyle hesaplaşma dönemlerini Aydınlanma(yoksa "sanayi devrimi" ya da ilk cumhuriyetçi devrimler ile mi demeli?) ile geçirmişler, ne hikmetse bir İslam o işi halledememiş, mal gibi kalmış. Bunu söyleyenler de koca koca Marksistler, ahan da barikatlarda dövüşe dövüşe devlet memuru olmuş sosyalistler. Hadi Marx'ı okumadınız; hadi Althusser'i de okumadınız; hadi "Eleştirel Kuram" filan da hak getire; ulan Lyotard, Deleuze, Foucault da mı okumadınız bey-namazlar. Lan siz ne ara, nasıl, ne şekilde sosyalist/komünist oldunuz? Burjuvazinin olmadığı yerde dini kurumlar egemen ideolojik aygıtlardır ve egemenliklerini tüm fiziki şiddetiyle göstermekten çekinmezler ve hatta başka bir yol da bilmezler; burjuvazinin hakim olduğu yerde ise din kurumlarının yerini daha gizil bir baskıyı ve şiddeti yöntem edinmiş okul/üniversite kurumları alır. Ne beriki din kurumu olduğu için "gerici"dir, ne öteki okul/üniversite kurumu olduğu için "ilerici"dir. İslam coğrafyasında net bir burjuvazi egemenliği vuku bulmamıştır; İslam'ın bu sert görünümünün, İslam coğrafyasında, İslam dışında kalanlarca bu mahkum edilişi de, İslam dışında kalmışların, okul/üniversite egemenliğine yaslanan burjuva konumlanışından kaynaklanır. Mesele şu ya da bu dinin muhtevası ile değil; nerede hangi sınıfın egemen olduğuyla ilintilidir.

Unutmadan ekleyelim; Fransa IŞİD'e karşı zaten savaştaydı ve IŞİD onlarca defa Fransa'yı uyardı. Bu uyarılar bir örgütün bir diğer örgütü düşmanı ilan ettiğinin göstergesidir. Eğer siz bu ilana rağmen bir başka adım atmıyorsanız savaşı kabul etmişsiniz demektir. Kendi hükümetinin bu kabûlüne ses etmeyen, kendi hükümetinin bombaladığı ülkelerdeki insanların seslerine kulak vermeyen bir halk da bu savaşın doğrudan tarafı olmayı kabul etmiş demektir. Haliyle mevzu bahis saldırılar terör saldırısı değil, bir savaşın taraflarından birinin stratejik hamlelerinden birisinden ibarettir. Terör eylemleri, birilerinin, birilerini yıldırarak, yine o birilerini, kendi sözüne, kendi arzusuna, kendi doğrusuna kanalize etmek için ortaya konulur. IŞİD, Fransa halklarını kendi doğrularına gark etmeye değil, yıldırmaya ya da korkutmaya değil; aksine, mevcut savaşların doğrudan birer kişisi/aktörü olması adına provoke etmek için eyleme geçmiş ve hatta eyleme geçmek zorunda kalmıştır. Tekrar hatırlatalım; her gün yüzlerce insan sizin hükümetlerinizin karar verdiği savaşlarda hayatını kaybetmeye devam ediyorken; siz umursamıyorsanız, umursayacağınız alanlara bu savaşların yayılması anlaşılmayacak bir şey değildir. Ortada, "bu kirli savaşın tarafı olmayı reddediyorum" diyerek göbek kaşıyabileceğiniz bir durum yok maalesef. Savaşın tarafı olmayı reddetmek; üçüncü ya da dördüncü bir "mücadele" tarafı kurmayı da zorunlu kılar.

Paris'e dair son bir şey daha söyleyelim; polis güzellemeleri. Şu polis bu mağdura pek iyi davranmış; şu iki renkli gözlü beyaz tenli uzun boylu polis nasıl da benim kadınımı güzelce hastahaneye taşımış vs. Ne meraklıymışsınız dostlar polis sevmeye, polise sevdalanmaya?  Bir de bizim Ankara patlamasındaki polislerin tavrı ile karşılaştırmak yok mu; evlerden ırak. Ülkemizde düşman olarak görülen birileri; mesela bir PKK'li, konser salonu basıp onlarca kişiyi öldürseydi, Paris'te gördüğümüz polis yardımlarını ülkemizde de görürdük. Zira bizim olana saldırılmış olurdu ve haliyle bizim olana duyulan bir hüzün bizim olanın koruyucusunda da vuku bulurdu. Polisler düzenin, egemen sınıfın, egemen ideolojinin muhafızlarıdır. Bunlara saldırı olduğuna dair bir yargı oluştuğunda bu yargıya göre hareket ederler. Ankara'daki saldırı egemen olana değil, egemen olanı tehdit edene yapılmış bir saldırıydı ve haliyle polislerin de ortaya koyacağı bir hüzün, bir öz-veri mümkün değildi. Yoksa aynı Fransa polisinin bir zaman önce ayaklanan Afrika kökenli gençlere nasıl davrandığı hepimizin hatrında olmasa da internetin pek ücra olmayan köşelerinde duruyor, açınız, bakınız. Akla Jean Genet'nin; "polisler hiçbir zaman insan olmadı ve artık insan olduklarında da polis olmayacaklar" deyişi geliyor. Polisten bir insan güzellemesi devşiremezsiniz; polisliğin fıtratına aykırı olurdu bu.

Bak aklıma düşüverdi; koskoca demokrat akil "adam"larla dolu Fransa'nın mevzuya dair tek reaksiyonu daha fazla bomba, daha fazla kurşun, daha fazla kan. E, zaten IŞİD'in eylemleri için dayanak noktası kendilerinin Fransa tarafından bombalanıyor oluşu değil miydi? Sanırım daha fazla bombası olan daha bir şeker, daha bir tatlı. Şurada da birden bire kafayı yemiş eli kanlı suratı sakallı bir grup "terörist"  varmış; bombalayalım gitsin. Ama o kadar çok bombalayalım o kadar çok bombalayalım ki; bizi bombalayacak takatleri de kalmasın. Evet, sahi, meselenin çözümü buradaymış.

Yeter mi bu kadar Fransa?

Geçenlerde Yunanistan milli futbol takımı ile Türkiye milli futbol takımı adı lazım olmayan bir İstanbul stadında hazırlık maçı yaptı. Tabii ki her milli maç gibi eski-yeni "kepazelik"lere yol açan bir maç oldu. Paris'te hayatını kaybedenler için(bak yetmemiş Fransa) yapılan saygı duruşu ıslıklarla, tekbirlerle karşılandı. Aynısı olmasa da benzer bir durum Ankara saldırısı sonrasında da Konya'da yaşanmıştı. O zaman mevzuyu Konya'nın "yobaz" insanıyla geçiştirmeye çalışan elit'ler şimdi de benzer bir durumu Başakşehir insanının "yobaz"lığı ile geçiştirmeye çalışıyor. Af'edersiniz Bay Elit; yaşananların bir grup yobazla ilgisi yok, uyanabilirsiniz. Yıllarca Batı'ya ve doğal olarak Batı insanına yamanmaya çalışmış bir toplumun Batıca hâlâ "yabancı"lığının doğal "biz"ci kapanmasının ürünü bir reaksiyon bu.  Ve şu ya da burada yaşayan şu ya da bu görüşe, kimliğe ait bir tavır değil. Arada kalmışlığını iliklerine kadar yaşayan Türkiye halklarının ortak tavrı. Sadece, kiminiz, bu tavrın "yanlış"lığını görüp kendinizi durduracak kadar maske edinebilme yeteneğine sahipsiniz, bu kadar. Kendimizi abartmayalım. Ve güzel bir insanın söylediği gibi; "ne zaman bir milli maça denk gelsem; ikisinin de kaybetmesini ümit ediyorum.". Ortada bir milli maç var; biraz da bu durumun kendisinin çarpıklığıyla ilgilenelim.

Bugünlerde sıkça konuşulan mevzulardan biri de Kadıköy'e yapılması planlanan cami malumunuz. Tabii ki hemen hemen her bina inşasına karşı olduğum gibi bu inşanın da karşısında bir konum alacağım. Otoriter(handiyse totaliter okuyun) rejim ve/veya siyasi iktidarların. en temel icraatlarından biri daima beton binaların inşası olur. Faşist İtalya'da, Nazi Almanyası'nda, Stalinist Sovyetler'de koca koca devlet binalarının inşasını görürüz. Bir benzer inşa süreci bizim ülkemizde de uzun zamandır sürüp gidiyor; ak-saray, adalet sarayı, bakanlıklar, üçüncü köprü-havalimanı, Çamlıca'daki cami gibi. Siyasi iktidarın, hükümetin "devlet" ile ayırt edilebilmesinin zorlaştığı parti-devlet zamanlarında, rejimin/hükümetin kendi gücünü, iktidarını, söylemini görünür kıldığı ve sürekli olarak bu güç ve iktidarını yeniden ürettiği araçlar olarak koca koca binalar kurgulanır, planlanır ve inşa edilir. Haliyle rejim ve/veya siyasi iktidar/hükümet için fazlasıyla faydalı bu araçların, bu otorite konumdan payını almamış olan ve alamayacak olanlarla mevcut devlet biçimlerine, hükümet eden ile edilenin ayrıldığı söyleme, hegemonik kurumsallaşmaya itiraz eden veya farklı bir yaşamı inşa etmek isteyenlerin üzerindeki baskıyı arttırıcı, kullanılabilir alanlara genişleyerek işgal eden mevcut otoritenin o alanları kullanma şansımızı da azaltıcı bir etkisi olacağı düşünülebilir. Tabii ki bu kadar çetrefilli bir mevzu üzerine kafa patlatmaya da ihtiyacımız yok. Oldukça yüzeysel bir burjuvazinin demokratik rollenmesiyle, Kadıköy halkının böyle bir talebi ve ihtiyacının olup olmadığı, cami yapılacak alanın olası bir İstanbul depreminde böyle bir bina için uygun olup olmadığıyla da mevcut girişime rahatlıkla itiraz edebilirdik. Bu cami işinden kolay kolay vazgeçilecek gibi değil. Haliyle uzun bir aradan sonra Kadıköy'ün beleş sahillerinde de zaman zaman şarabımı yudumlayan biri olarak bir direniş serüvenine atılacağız gibi görünüyor.

Ve unutmadan; egemenin ibadethanesinin inşası için diğer herhangi bir amaçla yapılan inşanın birkaç katı fazla düşünmekte, taşınmakta fayda var. Zira egemenin ibadethanesi bir kez ibadethane olarak inşa edildikten sonra doğal nedenlerle yıkılmadığı sürece yıkılamaz, başka bir amaçla kullanılamaz. Bir alan bir kez egemenin ibadethanesi olarak kurgulanıp inşa edildikten sonra ölümüne kadar sadece bu amaca hizmet eder. Bir bakanlık binasından yurt devşirebilirsiniz, yıkıp yerine otel de dikebilirsiniz. Sıkıyorsa bir de egemenin ibadethanesi için deneyin bir benzerini; CHP gibi on yıllardır aynı itirazı dinler durursunuz.

Bir "direniş serüveni" dedim de aklıma geldi; bazen eylemlerdeki çok tatlı insanları, pek güzel hayvanları görüp, "ulan memlekette ne çok güzel-insan varmış" derken buluyorum kendimi. Sonra aynı ortamda kendimin de bulunduğunu ve pek doğal olarak eylemin muhtevası uyarınca çevremdekilere güzel-insanmış gibi göründüğümün ayırdına varıyorum. Ben boktan olduğuma göre? Siktiriniz efendim; yine yarınlara umutla bakamadım.

Bok deyince de aklıma şu geldi(her paragrafa da böyle mi başlanacak?); sikmekten, sokmaktan, binmekten, inmekten, çakmaktan, yatırmaktan, domaltmaktan bir seksistlik çıkarmak feminizmin ilk adımlarında dolaşıyor olduğunuzu gösterir. Bu ifadelerin şu ya da bu cinsel kimlikle(hâlâ kullanıyor muyuz bu kavramı?), yönelimle(bunu terk etmiştik sanırım), cinsiyetle(ayrımlarını İngilizce yazıp havalı olmaya mı çalışsam?) sert bir ilgisi yok. Yatıranın erkek olduğunu düşünüyor ve yatırmış olmayı erkekçe bir eylem olarak tanımlıyorsanız; zihniniz erkekliğe teslim olmuş olduğundan mütevellit böyle bir sonuca varmışsınız demektir. Bu ifadelerin sıkıntısız olduğunu söylemiyorum, söylediğim, bu ifadeleri sıkıntılı yapan şeyin seksizm olmadığı. İfadelerin sıkıntısı hiyerarşik bir referans üretmesinden, kişi'leri, kişi olmaktan çıkararak birer emtia konumuna itmesinden kaynaklanıyor. İlla cinsiyetçi bir şeyleri dert edecekseniz(ki edinmek iyidir), "taşaklı olmak"tan yola çıkabilirsiniz.

Peki bok deyince aklıma niye bu geldi? Sizi zeka küpleri sizi.

Nusaybin'de, Silvan'da yaşananlar solda duranların, durduğunu söyleyenlerin tamamının sorumluluğu. Halkıyla savaşan ceberrut bir devlet ve aynı devletin içerisinde sessizce bekleşen biz'ler. Hadi ben çoktan pes etmiş, zavallı bir insancığım; hepiniz mi zavallısınız? Leyla Zana (dost-insan) bunca genç katledilirken bir şeyler yapmadan duramam diyerek yemin etmiyorken, geri kalan onca vekil bir şeyler yapmadan nasıl yemin edebiliyor, neye yemin ediyor? Öz-yönetim ilanları nedir? PKK'ye akıl verecek kadar aklım yok; ne var ki anlayacak kadar da aklım yok. Öz-yönetimin ilan edilebilir bir şey olmadığını PKK bilmiyor mu da yıllardır çeşitli bölgelerde çeşitli zamanlarda öz-yönetim ilanlarıyla onlarca Kürt gencin öldürülmesine neden oluyor? Öz-yönetim ilanlarının amacını anlayan, bilen var mı? Öz-yönetim ortaya çıkan, var olan bir şeydir; ilan edilip inşa edilmez. İnşa edilirse öz-yönetim değil, yöneticinin yönetimi olur. Bunu ben biliyorum da PKK bilmiyor olabilir mi? Ya da bir yerlerde öz-yönetim ilan ediliyorsa bölge insanının temsilcileri sıfatıyla vekiller niye TBMM'de? Eğer farklılaşan örgütler olarak farklı yöntemler uygulanacaksa, HDP'nin PKK ile organik bağını kopararak tamamiyle bir Türkiye partisi gibi yoluna devam etmesi gerekir ki bu durumda da barajı geçecek oy oranını alması mümkün olmaz. Haliyle, madem meclistesiniz-meclisteyiz, bu dönem legal mücadelenin büyük bir kısmı seçim barajının düşürülmesine adanmak zorunda.

Metnin şarkısı; The Fugs-Nothing
Metnin film önerisi; Roberto Rossellini-Roma Citta Aperta