18 Kasım 2012 Pazar

"Bozkırkurdu"ndan Alıntılar (Hermann Hesse)

"Bir yerde memurluk yapmak, günü ve yılı belli zamanlara bölerek yaşamak, başkalarının sözünü dinlemek düşüncesi kadar iğrenç ve korkunç bulduğu bir başka şey yoktu. Bir büro, bir kalem odası, bir dairede çalışmak ölüm kadar nefret ettiği bir şeydi, görebileceği en kötü düştü, bir kışlada yaşanan tutsaklıktı." (sf.44)

"Bir başka özellik de, onun kendi canına kıyanlar arasında yer almasıydı. Bu noktada şunu belirtelim ki, yalnızca kendilerini gerçekten öldürenleri intihar edenler arasında saymak yanlıştır. Hatta intihar edenlerin içinde pek çok kişi vardır ki, adeta kazara intihar etmiştir; intihar, onların doğasının vazgeçilmez bir özelliği değildir. Kişiliksiz, güçlü bir karakter ve güçlü bir yazgıdan yoksun düzinelerce sürü insanı vardır ki, intihar sonucu yaşamlarını yitirmelerine karşın, yaradılışları ve karakterleri bakımından intihar edecek tipte kişiler olmaktan uzaktır." (sf.46)

"Onun bana yap dediği her şeyi yapardım, dans dışında her şeyi. Bir kimsenin sözünü dinlemek, insanlara sorular yönelten, emirler veren, paylayıp çıkışan birinin yanında oturmak öylesine rahatlatıcıydı ki!" (sf.85)

"Şu anda senin o çok sevdiğin kişi geldi aklıma, zaman zaman bana kendisinden söz açıp bazı mektuplarını okuduğun dostun Mozart. Onun durumu nasıldı peki? Onun yaşadığı çağda kim yönetti dünyayı? Kim işin kaymağını yedi? Kimin sözü geçti? Kim adam yerine kondu? Mozart mı, yoksa işini bilenler mi? Mozart mı, yoksa sıradan, sığ insanlar mı? Nasıl öldü Mozart? Nasıl gömüldü? Sanırım hep böyle oldu, ileride de böyle olacak. Okullarda 'dünya tarihi' denen ve kültürün bir parçası diye ezberletilen şey, bütün o kahramanları, dahileri, büyük büyük işleri ve duygularıyla aldatmacadan başka şey değil, okulda geçirecekleri yıllar boyunca çocukların bir şeyle oyalanmaları için öğretmenler tarafından eğitim amacına yönelik olarak kotarılmış bir aldatmaca. Her zaman böyle oldu, her zaman da böyle olacak. Zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiçbir şey. Yalnızca ölüm." (sf.145-146)

"İzninizle bir şey daha soracağım. Siz savcısınız. Bir insanın nasıl savcı olabileceğine hiç akıl erdirememişimdir. Başka insanları, çokluk zavallı kimseleri suçlayıp çeşitli cezalara çarptırılmalarını sağlamakla hayatınızı kazanıyorsunuz, öyle değil mi?

Doğru. Görevimi yaptım hep. Bu benim işimdi. Nasıl ki ölüme mahkum ettiğim kişilerin canını almak celladın göreviyse. Siz kendiniz de aynı işi üstlenmişsiniz. Siz de öldürüyorsunuz çünkü.

Orası öyle. Ancak biz görevimiz olduğu için değil, keyfimizden ya da daha çok hoşnutsuzluğumuzdan yapıyoruz bunu, dünyadan umudumuzu kestiğimiz için öldürüyor, dolayısıyla öldürmekten zevk alıyoruz. Öldürmek şimdiye kadar size hiç zevk vermedi mi?" (sf.177-178)

"...artık görev kavramına değilse de, en azından suç kavramına aşinayım. Belki ikisi de aynı kapıya çıkıyordur bunların. Bir annenin beni dünyaya getirmesiyle suçlu biri olup yaşamaya mahkum ediliyor, şu ya da bu devletin vatandaşı olmak, askere gitmek, öldürmek, silahlanmak için vergi ödemekle yükümlü kılınıyorum. Ve şimdi, şu anda, yaşamak borcu beni bir vakit savaşta olduğu gibi yine başkalarını öldürme zorunluluğuyla karşı karşıya bıraktı. Bu kez istemeye istemeye öldürdüğüm yok, suçu tevekkül gösterip kabullendim, bu aptalca, bu aşırı kalabalık dünyanın darmadağın olmasına karşı değilim, onun tuz buz olmasına seve seve katkıda bulunacak, kendim de seve seve dünyayla yok olup gideceğim." (sf.178)

Bozkırkurdu, Hermann Hesse, Ocak 2012, YKY

15 Kasım 2012 Perşembe

Kürdistan Marşı ve Değişmeyen Zihniyet

Mahabad Cumhuriyeti'nin 1946'da milli marş olarak kabul ettiği, şimdilerde de Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin kabul ettiği Ey Reqib, Kürdistan Marşı olarak kabul edilegelmiştir. Daha sonra marş haline getirilmiş şiirin yazarı, o zamanlar yirmi yaşında tutsak bir genç olan Dildar(Yunus Rauf) tarafından 1938'de yazılmıştır. 1900'lü yılların ilk yarısında, ulus mücadelesini öne çıkaran, yurtseverliği öne çıkaran marşları yadırgamamak gerekir. Hatta feodal toplumların varlığını sürdürdüğü coğrafyalarda, yurtseverliği ilericilik olarak kabul edebilir, ulusal mücadeleye katkı sağlayacak her marşı da saygıyla kabul edebiliriz. Bu sebepten dolayı Ey Reqib'in Mahabad Cumhuriyeti tarafından kabulüne değil, Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından kabulüne bir kaç şey söylemek gerekir. 

Ey Reqib'in sözlerine bakalım;

Ey düşman, hep vardır Kürt milleti
Yıkamaz (onu) bu zamanın top güllesi

Kimse demesin Kürt milleti ölüdür
Kürtler capcanlıdır, asla boyun eğmez bayrağımız

Biz ki Kürdüz, devrimin rengiyiz
Kanla yazılmış tarihimize bir bak

Biz ki Medya ve Keyhüsrev'in çocuklarıyız
İnancımız, yolumuz hep vatanımızdır

Binlerce aslan yürekli Kürt çocuğu
Bu uğurda can verdiler, hepsi toprağın bağrında saklı

O çocuklar şimdi de hazırdırlar
Can fedadırlar, can fedadırlar, can feda

Kürt çocuklar yiğitler gibi başkaldırıyor
Bak nasılda süslüyorlar yaşam tacını kanlarıyla. 

Çeviren: Dilazad Art

1938'de milliyetçi akımın devam ettiğini düşünecek olursak, yirmi yaşındaki bir gencin buram buram milliyetçilik kokan, vatan uğrunda kanını dökmeyi kutsallaştıran şiir yazmasını garipsemek mümkün değil. 1946'de devlet kuran Mahabad Cumhuriyeti'nin de böyle bir şiiri marş olarak kabul edip bestelemesi şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, merkez solda yer alan partilerin iktidarlığındaki Kürdistan Bölgesel Yönetiminin de bu besteyi, bu şiiri marş olarak kabul etmesi. 

Halkların birliği yerine Kürt milletini öne çıkaran, barışla, dostlukla var olan tarih yerine kanla yazılmış tarihi öven, vatan için yaşa(t)mak yerine ölmeyi kutsallaştıran marşın günümüzde Kürdistan Marşı olarak kabul edilmesi, Kürt halkının, Kürt devletinin gerici reflekslerinden başka bir şey değildir. Kürt halkı yıllar süren mücadelesinden sonra elde ettiklerini, gerici bir anlayışla yönetme lüksüne sahip değildir. Kürt önderleri, milliyetçiliğin önüne beynelmilelliği, kanla yazılmış tarihin yerine barışla geçecek geleceği, vatan uğruna ölmek yerine insanlık uğruna yaşamayı koymak zorundadırlar. Bunlar yapılmadığı sürece, Kürdistan'ın varlığı da, görece bağımsızlığı da bir şey ifade etmeyecektir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Dünya üzerinde farklı bir ülkenin, savaştan, kandan, ırktan, dinden beslenmeyen bir iktidarın var olabileceğini göstermek zorundadırlar. Eğer göster(e)meyeceklerse, bağımsızlıklarının da, mücadelelerinin de biz sosyalistler için hiçbir anlamı yoktur. Bugün Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nde kaybetmiş olabiliriz. Ancak ne Suriye'de, ne İran'da ne de Türkiye'de kaybetmiş değiliz. Olası Kürdistan devletinde gerici milliyetçilik ve dincilik akımlarını iktidardan uzak tutmak, bizim görevimiz ve uğraşımız olmak zorundadır. Bağımsız Kürdistan devleti, ilerici kimliği büründüğü vakit savunulabilir, desteklenebilir. Bu yüzden bugün sosyalistlere düşen, Kürt siyasi hareketinde yer almak, ön saflarda mücadeleye girişmek olmalıdır. Aksi durum, gericilerin ve gericiliğin zaferine destek vermek demektir. 

14 Kasım 2012 Çarşamba

Ölmek İçin Değil Yaşatmak İçin Açlık Grevi

65 gün. 65.gün.

Yazması kolay, söylemesi daha da kolay. Muhtemelen belli bir günden sonra aç kalması da kolay. Vücudun açlığı kabullenmesi, kendisini tüketmesi, bilincin azalması, duyuların körelmesi belki de kolaylaştırıyor aç kalmayı. Belki aç kalmak, belli bir süre sonra zorlamıyor da insanı, yaşamaya çalışmak, işte yaşamaya çalışmak zorluyor insanı.

Açlık grevine ölmek için değil, yaşamak için başlanır. Elinde kalan son direniş aygıtın, vücudunun kendisi, canının kendisidir. Çoğumuz hiçbir şey yapamadığımız günleri yaşamışızdır, saatlerce başımızı eğmiş, ellerimizin arasına almış, ne yapabiliriz diye düşünmüşüzdür de elimizden bir şey gelmeyince, korkarak, çekinerek, sinerek vazgeçmişizdir ideallerimizden, fikirlerimizden. Bir de vazgeçmeyenler var, yıllarca tutsaklığın baskısı altında kalmış, yıllarca başı elleri arasında dolaşmış olduğu halde, elimden bir şey gelmez, ben vereceğimi verdim, yapacağımı yaptım gerisi dışarıdakilere kalmış demeyenler var. İşte bu yürekli, bu yenilmek bilmez insanlar; yaşayabilmek ve yaşatabilmek için, ellerindeki son aracı yani bedenlerini yatırdılar direnişe. Bedenlerini yatırdılar gelebilecek güzel günlere. Ölmek için değil, yaşamak için; öldürmek için değil, yaşatmak için.

Açlık grevlerinin meşruluğunu tartışmak, ömrü hayatı boyunca ramazan ayı dışında 8-10 saatten fazla aç kalmamış insanların, hayatında bir kez bile bir tek şeye itiraz etmemiş insanların, polis barikatıyla karşılaşmamış, sesini özgürce yükseltememiş insanların yapacağı iş değildir. Açlık grevi kararını almamış insanların da yapacakları iş değildir. Açlık grevi insanın kendi bedeni üzerinden yaptığı pasif ama bir o kadar da etkili direniş yöntemidir. En önemlisi de ölmek için değil, daha iyi şartlarda yaşayabilmek için yapılan direniştir. Meşruluğu da burdan gelir. Yapılan açlık grevlerini; "biz de lüks araba, lüks ev istiyoruz diye açlık grevi yapalım, o zaman ne olacak" gibilerinden polemik yaratan üslupla, bol keseden atarak konuşmak ancak akli eksiklikle açıklanabilir. Üç öğünden fazla aç kalmamış insanların, açlık grevinden kilo vermek isteyen popüler kültür mağduru Nişantaşı kadınlarının rejimi gibi bahsetmesinden daha vahim çok az söylem bulunur. Açlık grevleri insanı yavaş yavaş kemiren, her gün, her saat, her dakika, her saniye kendisiyle mücadelesini gerektiren, her saniye kendisiyle mücadelesini kazanmak zorunda bırakan eylemlilik halidir. İnsanın kendisini yakarak, vurarak, boşluğa bırakarak öldürmesi bir anlık eylemin sonucuyken, açlık grevi her anın eylemidir. Bu sebepten dolayı bir davayı benimsememiş, bir ülküyü benimsememiş insanların açlık grevine başlaması, başladıysa bile sürdürmesi pek mümkün değildir. Yine aynı sebepten dolayı, binlerce insanın açlık grevine talimatla başladıklarını söylemek mümkün değildir. Cezaevlerinde yıllarını okuyarak, tartışarak, düşünerek geçirmiş binlerce insanın, çocukmuşçasına, kendi akılları, iradeleri yokmuşçasına talimatla hareket ettiklerini söylemek, en başta açlık grevinde olanlara büyük bir hakaret, eylemlilik süreçlerinde bulunan insanlara karşı yürütülen psikolojik bir saldırıdır. Bu saldırıyı yürütenlerin de insanlığından, vicdanından daha da önemlisi aklından şüphe etmek gerekir. İnsanların ölme ihtimaline sarılarak göbek atanların, on yıllarca daha sürecek bir savaş için kapıyı aramaları, kendi çocuklarının dahi ölümüne gidebilecek bir yolu açmalarını anlamak, anlayabilmek mümkün değildir.


Türkiye açlık grevleriyle imtihanında her zaman sınıfta kalmayı başarmış, bir türlü gerekli deneyimi öğrenememiştir. Nazım Hikmet'le başlayan süreç darbe sonrası ölümle sonuçlanan açlık grevleriyle devam etmiş, Mehmet Ağar'ın genelgesi ile 1996, F tipi cezaevleriyle de 2000 de can almaya devam etmiştir. Türkiye'de cezaevlerine yapılan operasyonlarda dahil olmak üzere 120'den fazla insan hayatını kaybetmiş, onlarcası da sakat kalmıştır. Türkiye ölüm oruçlarına da, açlık grevlerine maalesef alışık, alışık olduğu kadar da yabancıdır. Her dönemde açlık grevinin yapıldığı önce inkar edilmiş, sonrasında gerekli önlemler alınmamış, talepler dikkate değer görülmemiş ancak ölümlerden sonra adım atılması gündeme gelmiştir. Bugün de izlenen politika budur. Başbakan önce herkes her şeyi yiyor diye açıklama yaparken, bakanları açlık grevindekilerin sayısını vererek başbakanı yalancı çıkartıyor, bunun üzerine başbakan başka bir saldırı yöntemi geliştirirek, BDP'li vekillerin üç ay önce yaptıkları kuzu çevirmeye göndermede bulunarak, "bunlar dılarda koyun çeviriyor, içeride insanları aç bırakıyorlar" diyerek, açlık grevi eylemcilerini kandırılmışlıkla, BDP'lileri de vurdum duymazlık, sahtekarlıkla suçluyordu. Bu da yetmezmiş gibi gittiği her yerde idamın geri getirilebileceğinden bahsediyor, bir nevi açlık grevindekilere gözdağı veriyordu. Sanırım başbakan kendisini cezaevindekilerin başbakanı olarak görmüyor, sanırım başbakan, kendi düşüncelerini paylaşmayan herkesi, yenilmesi gerekenler olarak görüyor. Açlık grevindekiler ne istiyor, neden açlık grevindeler, açlık grevinin gerektirdiği gibi hizmet alabiliyorlar mı gibi konularda kafa yoracağına, açlık grevindekilerle savaşıyor, açlık grevindeki eylemcilerle gönül bağı olan bir partinin vekillerine şuursuzca saldırıyor. Böyle bir başbakanın olduğu memlekette, ölümün olmayacağı açlık grevi beklemek, maalesef pek kolay olmuyor, can kaybının olmayacağı umudu her geçen dakika azalıyor.

Yazıyı bitirmeden açlık grevindekilerin taleplerine değinmekte de fayda var. Her ne kadar bu taleplerden bihaber insanların var olmasını mümkün görmesem de, en azından bunu umuyor olsam da, tekrar etmekten zarar gelmez diyerek talepleri insanların yüzlerine haykırmaya devam edelim. Tabi hala bir yüzleri varsa. Nitekim oldukça basit, insan haklarını benimsemiş, demokrasiyi benimsemiş, cumhuriyeti benimsemiş her ülkede rahatlıkla var olması gereken taleplerin, ancak böyle bir direnişle hayata geçirilmeye çalışılması bile, bir ülkenin vatandaşları için yeterli utanç kaynağı olması gerekir. Neymiş bu talepler;
1-Apo'ya uygulanan tecridin kaldırılması. Yasaların herkese olduğu gibi Apo'ya da uygulanması, yasalar önünde herkesin eşitliğinin göz önünde bulundurulması.
2-Anadilde savunma ve eğitim. Görece demokrasinin var olduğu tüm toplumlarda çoktan hayata geçirilmiş, artık Avrupa için çoktan sıradanlaşmış, insanlara anasının ak sütü gibi helal insani bir hak.
Bu makul taleplerin bir an önce kabul edilmesi, gerekli düzenlemelere gidilmesi çok zor olmasa gerek. Koster bozuk demeyeceksiniz, Kürtçe savunma yapan tutukluların kullandığı dil için "bilinmeyen bir dil" demeyeceksiniz o kadar. Gerekli yasal düzenlemeler de zamanla yapılır. Ama haklar bir an önce iade edilmeli, gaspta ısrar edilmemelidir. Hükümetin atacağı her adım, hükümeti küçültmeyecek, aksine büyütecektir. İnsanlık onuru da bu makul taleplerin karşılanmasını gerektirir.

Açlık Grevi ve Ölüm Orucu Farkını Açıklamak İçin Dipnot: Açlık grevi ile ölüm orucu arasındaki temel fark, tüketilen besinler değil, eylemin gerektirdikleridir. Açlık grevinde uzlaşma yolu her zaman açıktır, ölüm orucu ise daha nettir. Ölüm orucu ya taleplerim karşılanır ya da ben ölürüm demektir. Ölüm orucundan bilinçli bir şekilde dönüş mümkün değildir, talepler karşılanana kadar ya da bilinçsiz hale düşüldükten sonra zorla beslenmeye kadar devam eder. Açlık grevi ise talepler karşılanmamış olsa ya da bir kısmı karşılanmış olsa dahi bitirilebilir, vazgeçilebilir. Yoksa her ikisinde de kullanılan temel maddeler, su-şeker-tuz ve b1 vitaminidir.

Açlık Grevinde Kimse Ölmüyor Diyenler İçin Dipnot: Cengiz Soydaş, Adil Kaplan, Bülent Çoban, Gülsuman Duman Dönmez, Tuncay Günel, Nergiz Gülmez, Fatma Ersoy, Celal Alpay, Abdullah Bozdağ, Erol Evci, Murat Çoban, Canan Kulaksız, Sedat Gürsel Akmaz, Ender Can Yıldız, Sibel Sürücü, Hatice Yürekli, Şenay Hanoğlu, Sedat Karakurt, Erdoğan Güler, Fatma Hülya Tümgan, Hüseyin Kayacı, Cafer Tayyar Bektaş, Uğur Türkmen, Veli Güneş, Aysun Bozdoğan, Zehra Kulaksız, Mahmut Gökhan Özocak, Ali Koç, Sevgi Erdoğan, Muharrem Horoz, Osman Osmanağaoğlu, Hülya Şimşek, Gülay Kavak, Ümüş Şahingöz, İbrahim Erler, Abdulbari Yusufoğlu, Zeynep Arıkan, Ali Rıza Demir, Ayşe Baştimur, Özlem Durakcan, Ali Ekber Barış, Tülay Korkmaz, Ali Çamyar, Zeynel Karataş, Lale Çolak, Yusuf Kutlu, Yeter Güzel, Doğan Tokmak, Tuncay Yıldırım, Aygün Uğur, Altan Berdan Kerimgiller, İlginç Özkeskin, Hüseyin Demircioğlu, Ali Ayata, Müjdat Yanat, Ayçe İdil Erkmen, Yemliha Kaya, Hayati Can, Orhan Keskin, Cemal Arat...

12 Kasım 2012 Pazartesi

Kemalistlere Her Gün Bayram


23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim, 10 Kasım…

Resmi ideoloji kendi devamlılığına katkı sağlayacağını düşündüğü  her “önemli” anı devlet kurumları eliyle resmi “bayramlara” dönüştürüp, günün anlam ve önemini bireylere hatırlattığı gibi, bir yandan da, cumhuriyet rejimine geçişi kimlerin sağladığını, bu ülkeyi kimlerin “kurtardığını”, dolayısıyla da kimlere şükran duymamız gerektiğini bireylere öğretir. 23 Nisan’da meclisin açılışını, 19 Mayıs’da kurtuluşa giden yolu, 29 Ekim’de cumhuriyeti kutlatıp, 10 Kasım’da da yüce kurtarıcıyı, Ata’yı andırır. Bu günleri kutlayarak ya da duruma göre anarak geçirmeyenleri lanetler, fişler ve çoğu zaman da gerici-yobaz olarak kodlar(dı).

Resmi ideolojinin “önemli” kabul ettiği kavram ve olayların sembolik olarak bir güne tekabül ettirilerek önümüze çıkartılmasının ne gibi zararları olduğunu şimdilik bir kenara bırakalım. “Elit” bireylerin gerici olarak kodladığı Ak Parti iktidarına karşı agresif bir reaksiyonla sokaklara dökülerek malum günler de “cumhuriyet bekçiliği” yapmalarını da göz ardı edelim. Kendimize neyi kutladığımızı sorup, cevaplarını arayalım.

23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ismiyle 1980’den beri kutlanıyor. Daha önceleri 1927’de kutlanmaya başlanan 23 Nisan Çocuk Bayramı, 1933’te saltanatın kaldırılmasıyla kutlanmaya başlanan 1 Kasım Hakimiyet-i Milliye bayramıyla birleştiriliyor. Yani 23 Nisan’da seksen yıldır neyi kutluyoruz? Hem milli egemenliği hem de çocukluğumuzu, çocuklarımızı, geleceğimizi. Öncelikle milli egemenlik kısmına bakmakta fayda var. Ülkemizde gerçekten de milli egemenlik sağlanmış mıdır? Meclisin varlığı tabi ki anlamlıdır, temsili demokrasinin de krallık rejiminden daha ilerici olduğu hemen hemen aşikardır. Ancak temsili demokrasinin en önemli ayaklarından biri de, temsil edenin temsil edilen tarafından denetlenebilmesi, hesap sorulabilmesidir. Memleketi yanlış yollara sokanları ya da halkın isteğinin dışında yönetenleri, halk bir daha ki seçimde cezalandırır demek olsa olsa politik kurnazlıktır. Önemli olan bir daha ki seçimlerde yanlış yaptığını düşündüklerimizi meclisin dışında bırakmak değil, yaptıkları yanlışların hesabını sorabilmektir. Bugüne kadar hangi siyasetçi halk tarafından sorgulanabilmiş, halk tarafından cezalandırılabilmiştir? Cumhuriyetin ilk yıllarında “Tek Adam” Mustafa Kemal’in kişisel infazları ile sonraki dönemlerde periyodik olarak yapılagelmiş darbelerle ordunun keyfi infazları vardır. Ancak halkın hesap sorduğu bir siyasetçi, ceza alan bir siyasetçi yoktur. Bu da yetmezmiş gibi cumhuriyetimizin tarihi, resmi ideolojinin dışında kalan, dışında hareket eden ve bu ideolojiye başkaldıran sosyalistlerin, sosyal demokratların, İslamcıların, ayrılıkçıların zindanlara atılmasıyla, katledilmesiyle yazılmıştır. Böyle bir ortamda milli egemenliğin var olduğunu zannetmek saflıktır.

23 Nisan’ın diğer ucunu da Çocuk Bayramı oluşturur. Ülkemizin bireylerinin çocuk gelinlerin olduğu, açlıktan bebeklerin öldüğü, sokak çocuklarının cirit attığı bir zamanda, hiç utanmadan, hiç düşünmeden neyi kutluyor olduklarına anlam veremiyorum. Gelecekleri pamuk ipliğine bağlanmış, insanlık onurunu kaybetmeden yaşayabilmek için diğer çocukların omuzlarına basarak yükselmek zorunda bırakılmış, ezberci eğitimin içerisinde öğütülmüş, kafaları, ruhları, vicdanları sakat bırakılmış, farklı olmaları yadırganmış, mekanikleştirilmiş yarış atlarının yaratıldığı düzende neyi kutluyoruz, neyi kutlatıyoruz? Anlayabilen beri gelsin.

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı da 1980’de bu ismi alıyor. Daha önceleri 1938’de Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanmaya başlanıyor. Mustafa Kemal’i anma kısmına 10 Kasım’da geliriz. Şimdilik gençlik ve spor kısmından bahsedelim. Genç nüfusunun fazlalığından bir övünç kaynağı yaratmayı başaran güzide ülkemiz, aynı gençlerin %25’inin işsiz kalmasını ise engelleyememiş durumda. İşsiz genç nüfusu azaltmanın yeni yolu, üniversite olmayan şehre üniversite, halihazırda üniversite olan şehirlere de ikinci, üçüncü üniversiteleri açmak olsa gerek.İş güvensizliği ile bunalıma itilen gençler, mecburi askerlik, mecburi evlilik gibi toplumsal, ailevi görevlerle iyiden iyiye kendine yabancılaştırılıyor, bireyin kişilik kaybına, karakter kaybına yol açıyor. Tüm bunların yanı sıra gençler, yönetim mercilerinden uzaklaştırılıyor, genç nüfusun fazla olmasıyla övünenler, gençleri yetersiz görüyor, ülke yönetimine katılmalarını engelliyor. Egemenler tarafından çocuk yaşlarında torna tezgahından geçirilen çocuklar, gençlik yaşlarında yetersiz olarak adlandırılıyor, küçümseniyor, birikimsiz-kültürsüz, apolitik oldukları gerekçesiyle, karar alma mercilerinin dışında tutuluyor. E demezler mi, önce öküz bireyler var etmek için uğraşıyorsun, sonra da gençler öküz olmuş ya hû diyip yönetim kadrolarının dışında tutuyorsun, bu ne perhiz bu ne turşu. Üstüne bir de bayram edip, kutlatacaksın. Hadi sen kutlattın, bu akılsızlar niye kutluyor, anlaması güç de değil.

Günden çalmak için olsa gerek, bugün aynı zamanda Spor Bayramı olarak da kutlanıyor. Sporda başarı elde ettiğimiz birkaç devşirme atletimiz varken, Avrupa’da şubatı göremiyorken, dopingsiz sporcumuz kalmamışken, köylerde hatta kasabalarda spor tesisinden eser yokken, genç nüfusun kalabalıklığı ile övünüp lisanslı sporcu oranı Avrupa’ya kıyasla yokları oynarken, hangi Spor Bayramı’nı kutluyoruz, neyin Spor Bayramı’nı kutluyoruz? Toplumsal şizofreni böyle bir şey olsa gerek.

Gelelim 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na. Malum, “cumhuriyet bekçileri”nin en sevdiği bayramların başında gelir Cumhuriyet Bayramı. Gerçekten cumhuriyetin kurulduğuna, var olduğuna, yaşandığına inananların, cumhuriyetten başka rejimin var olabileceğini düşünemeyenlerin, kutsallaştırdıkları, aşk ve şevk ile kutladıkları bayramdır Cumhuriyet Bayramı. Lakin Türkiye’de cumhuriyet rejimi toplumsal bir değişiklik yaratmadığı gibi, Türkiye’ye pek uğradığı da söylenemez. Cumhuriyeti kabaca ülkenin bir kişi ya da bir grup tarafından değil de, herkesin katkısıyla yönetildiği rejim olarak tanımlayabiliriz. Halk devlet başkanını seçer, devlet başkanı mevcut hukuka, yasalara göre devletin idaresinde sembolik bir rol üstlenir. Ancak adına cumhuriyet dediğimiz rejimimizin ilk on beş yılı “Tek Adam” monarşisi, sonraki on iki yılı da “tek parti” oligarşisi ile geçildi. Çok partili hayata geçişle birlikte de maalesef cumhuriyet rejiminin yaşanması mümkün olmadı. Ülke yönetimi, iş adamlarının, sermaye sahiplerinin, sözde aydınların, akademiklerin ve hatta zamanla de facto olarak Sünni, Hanefi, Türk üçlemesinin sınırlarını çizdiği topluluğun gasp ettiği bir alana dönüştü. Türk’ün lidere sınırsız saygısından mı yoksa İslam’ın sözde otoriteye baş kaldırmama düsturundan dolayı mı veya da her ikisinin ortak bir ürünü olarak mı ortaya çıktığını bilmediğim tavırdan dolayı, cumhuriyet rejimi, tüm partilerin sadece liderlerinin diledikleri gibi at koşturdukları bir ortamda yaşanmaya devam etmektedir. Parti lideri ister, partinin diğer üyeleri onaylar. Birkaç kişi, birkaç dönemde itiraz edecek olursa, ya partiden uzaklaştırılır, ya parti yönetiminden el çektirilir, ya da parti içinde yalnızlaştırılır. Tekrar ülke yönetimine dönecek olursak, cumhuriyet rejiminden ne kadar uzak olduğumuzu gösterecek yepyeni iki örneğe bakmamız yeterli olacaktır. Recep Tayyip’in “tek adam”lığa özendiğini ve hatta alıştığını görmemiz için bu örnekler yeterli olacaktır. Bunlardan birincisi; başbakanın keyfince yasaklatıp sonra da keyfince barikatları kaldırttığı 29 Ekim kutlamalarıdır. Bir diğeri de keyfince ortaya attığı, Apo avukatıyla filan görüşemez  söylemidir. Cumhuriyetin ayaklarından bir tanesi hukuktur. Cumhuriyet rejimi aynı zamanda hukukun üstünlüğü rejimidir. Bir başbakan hukuku, yasaları hiçe sayıp, kendi keyfine, ideolojisine, iktidarına göre davranabiliyorsa, cumhuriyetten söz etmek mümkün değildir. Bugün mecliste, Recep Tayyip kırmızı pantolon giymeyi yasaklayalım dese, kırmızı pantolonun yasaklanacağı aşikardır. Monarşiye yakın bir oligarşiyle yönetildiğimizin farkına varmamız gerekir. Hiçbir zaman cumhuriyet rejimi gelmedi, gelmesi de mevcut dünya düzeninde mümkün değil. Bu yüzden cumhuriyet elden gidecek diye sızlanmanın manası yoktur, cumhuriyet zaten bu topraklara uğramamıştır.

Bunları söylediğim zaman Ak Parti’ye salladığımı zannederek, ama daha önceleri böyle değildi yiee diyen 20 yaşında insanlar peyda oluyor. Bu ülkenin tarihi, katliamların, işkencelerin, zindanların, fukaralığın tarihidir. Periyodik olarak askeri darbenin yaşandığı, insanların sadece fikirlerinden dolayı işkenceden geçirildiği, öldürüldüğü, sürgün edildiği, basın özgürlüğünün hiçe sayıldığı, kitapların toplatıldığı, yakıldığı bir ülkeye bir ara cumhuriyetin geldiğini zannetmek saflıktır. Padişah dilediği zaman kelle alırdı, şimdi de başbakanlar dilediği zaman dilediği kişiyi zindana atıyorlar. Bir hücrede yavaş yavaş ölmektense, kellemin alınmasını tercih edebilirim.  Vakti zamanında padişah keyfince vezir atardı, şimdi de parti liderleri keyfince milletvekili seçiyor, keyfince bakan seçiyor. Hakimlerin “bakanlık eşeği aday gösterse eşeğe oy veririm” dediği bir ülkede cumhuriyetin varlığından kim, hangi şekilde söz edebilir? Anadolu monarşi ile yönetilirken çok cahil bırakılmıştı da, şimdi aydınlığa mı kavuştu? Pazarcı Mehmet Dayı, temizlikçi Fatma Abla cumhuriyetin ne faydasını gördün? Daha fazla bürokrasiden başka ne verdi cumhuriyet bu halka? Hangi cumhuriyet, hangi bayram, hangi ilericilik?

Tüm bunların yanı sıra cumhuriyetin kutsanması da bir başka akıl-fikir fukaralığıdır. Cumhuriyet konjonktür cumhuriyeti gerektiriyorsa cumhuriyet, başka bir rejimi gerektiriyorsa başka bir rejim uygulanır. Cumhuriyet ezeli olmadığı gibi ebedi de olmayacaktır. Dönem için daha iyi olanı ortaya çıkarıldığında, cumhuriyet ile yer değiştirmesi, ilerici bir tavır olacaktır.Cumhuriyet de insanın elinden çıkmış, dokunulabilir, üzerinde tartışılabilir, döneme göre ilerici rejimden ibarettir. Değişmemesi, değiştirilmemesi gereken bir şeymişçesine var olan haline sarılmak, olsa olsa yobazlıkla açıklanabilir. Cumhuriyet insana, topluma bir şey vermez. Ancak ve ancak bireyler bir araya gelerek cumhuriyete bir anlam katabilir. Bu durumda da şükran duyulması gereken rejim değil, toplumun kendisidir.

Azıcık ilerleyip, birazcık beri gelip 10 Kasım’dan bahsedelim. İnsanların ölmüş olanları öldükleri günde yad etmelerini doğru bulan birisi değilim. Bir insanı seviyorsan, gittiği yolu benimsemişsen zaten onu gün aşırı yad ediyorsun demektir. Belli bir günde toplu bir şekilde bir insanı anma girişimi, ya toplumsal bir tehlike anında insanları birleştirmeye yönelik davranış biçimi aynı zamanda da tehlike yarattığı düşünülen odaklara karşı da gövde gösterisi olarak düşünülebilir, ya da devletin resmi ideolojisinin sürekliliğini sağlamak adına bir hatırlatma, sistemleştirerek mekanikleştirme politikası olarak uygulanagelebilir. İkisi de sağlıksız bir tutumdur. Birincisi, hala toplumu birleştiremediğimizin, yani bir toplumdan değil de, topluluklar yığınından bahsedebileceğimizin göstergesi olduğu gibi, bir yandan da ölümünün üzerinden onlarca yıl geçmiş bir insandan sonra, etrafında birleşilebilecek bir insan çıkartamadığımızın acı bir hatırlatıcısı olarak ortaya çıkar. İkincisi ise daha vahimdir; devletin bireyleri resmi ideoloji içerisinde eritme isteğinin, yani tek tipleştirerek, muhalifliğini engelleyerek, farklılıklarını törpüleyerek ilerlemesini, gelişmesini engelleme yöntemi olarak zuhur eder. Devletin eğitim-öğretim hayatında bireyin aklını nasıl sakat bıraktığını, kendi ideolojisini nasıl yavaş yavaş bireyin aklına zerk ettiğini hemen hemen hepimiz okul sıralarından geçerken öğrendik, biliyoruz. Dolayısıyla devlet eliyle yapılacak anmalara, kutlamalara karşı olmam bir mecburiyet halini alıyor. Toplumun birlik içerisinde anma hareketini de söylediğim sebeplerden dolayı doğru bulmamakla birlikte, yine de daha kabul edilebilir buluyorum. Genç cumhuriyetin(!) hala bir toplum yaratamamış olmasını anlayabiliyor, Kemalistlerin günümüzde kendilerini tehlikede hissetmelerini de mantıklı buluyorum. Ancak bu noktadan sonra da devreye bireyin bunu değiştirmek için ne yaptığı sorusu akla geliyor. Kemalist bireyler, devletle, resmi ideolojiyle o kadar uzun süre kucak kucağa yaşamışlar ki, devlet egemenlerine karşı eyleme geçme pratiğini bir kenara bırakalım, böyle bir ihtimali bile akıllarına getirememektedirler. Depolitize olmuş Kemalist bireyler, savundukları ideolojileri, Tayyip’e söverek, yılda 4-5 defa Mustafa Kemal fotoğraflarını farklı sosyal ağlarda profil fotoğrafı yaparak, senede bir defa Anıtkabir, bir defa Dolmabahçe’ye giderek yaşadıklarını zannetmektedirler. Bir kez olsun polis barikatıyla karşılaşmamış, bir kez olsun elini taşın altına koymamış Kemalist bireyler ülke elden gidiyor yaygarasını koparmakta ise hiçbir beis görmemektedirler. Mustafa Kemal’i 10 Kasım’da anmak isteyenler tabi ki ansınlar, Anıtkabir’e gitmek isteyenler yine kalkıp gitsinler. Ancak bunu yaptıktan sonra vicdanları rahatlamış, görevleri yapmış insan sürüleri olarak dönmesinler evlerine. Madem Mustafa Kemal’in bir yol açtığına dair inanç var ortada, madem bu yol bugün kapatılma riskiyle karşı karşıya, o halde elini taşın altına koyacaksın, o halde mücadele edeceksin, o halde sokağa çıkacaksın, politize olacaksın. Hayatının bir gününde Mustafa Kemal’i anmaya ilericilik dersen, Mustafa Kemal’i anmayana da yobaz-gerici dersen, bunların üzerine bir de gidip evinde rahat rahat uyuyorsan, kusura bakma arkadaşım, yobaz da sensin, gerici de sen. Gericiliğe karşı hiçbir şey yapmayıp, çok şey yaptığını zannetmenin, gericilikten çok bir farkı yoktur.

Deliye her gün bayram derler ya hani, Türkiyeliye de her gün bayram. Hani cumhuriyet olmuş, demokrasi olmuş, meclis olmuş, spor olmuş, çocuk olmuş, genç olmuş, yerli malı olmuş, öğretmeni olmuş, annesi olmuş, babası olmuş da, hepsini kutluyoruz. Her şeyi tastamam yapmışız ya hani, ilerlemenin, gelişmenin son noktasına ulaşmışız ya, kutluyoruz da kutluyoruz. 29 Ekim diyor, cumhuriyet var zannediyoruz, 19 Mayıs diyor, sporun çok iyi olduğunu, sporda çok iyi olduğumuzu zannediyoruz, hele o gençlik yok mu o gençlik, alnından öperiz biz bu gençliği diyoruz, Atatürk’ü sadece 10 Kasım’da anmak yetmez bir de 19 Mayıs’ta analım yüzü suyu hürmetine diyoruz. 23 Nisan diyor, ulusal egemenlik var zannediyoruz, çocuklarımızın geleceğinin bok içinde olmadığına inanmış gibi yapıyoruz. Tüm bu bayramları kutlamak, ahmaklığımızı gösteriyor bize, hem derme çatma bir kulübe yapıyoruz, hem de ona bir sanat eseriymişçesine hayranlık duyuyor, çok sağlam temelleri olan bir yapıymışçasına kutluyoruz. Sonra da ilk fırtınada, ilk depremde, ilk selde yıkılıp gitmesine şaşırıyoruz. Bu günleri kutlayarak vicdanımızı rahatlatıyor, görevimizi yaptığımızı farzediyor, öfkemizi bu günlerde coşkuya kanalize ederek gerçekten bir şeyler yapmaktan vazgeçiyoruz. Bayramlar masum değildir, farketmiyoruz. 

Daha fazla uzatmadan güzel dostum, bu günlerin hepsini kutluyorsun kutlamasına da, hani anıyorsun da Mustafa Kemal’i, peki gerçekten neyi kutluyorsun be dostum ve gerçekten de “sen” ne yapıyorsun be dostum?