31 Aralık 2012 Pazartesi

Nazım Hikmet__Kuvâyi Milliye'den Alıntılar

(...)

Namussuzun biriydi Mansur,
                               muhakkak.
Düşmana satılmıştı,
                           orası öyle.
Kaç kişinin başını yedi,
                              malum.
Ama ne de olsa
mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu.
Demek istediğim,
böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
                                                 üzüntü çekmemek için,
                     ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
                         ya da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
Nâzım'ınki taştan değildi çok şükür,
                                fakat namuslu.
Ne malûm? dersen:
Dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere
ve saire.
Ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
Kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı,
                 kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan...

(Altıncı Bap-Muharebeler ve Düşman Elinde Kalanlar ve Kartallı Kazım'ın Hikayesi. syf.67)

(...)

"Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
                               bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
                           bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
                          bu davet bizim...

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
                       bu hasret bizim..."

(Sekizinci Bap-26 Ağustos Gecesinde Saatlar İki Otuzdan Beş Otuza Kadar ve İzmir Rıhtımından Denize Bakan Nefer. syf.90)

Yedi kat yerin altından uğultular geliyor.
Çok alametler belirdi, vakit tamamdır.
Haram sevaboldu, sevap haramdır.
Ak kurt, kara tahtayı daha bir yol kemir,
çekin ki körükleri
                          ateşe girdi demir.

(Kıyamet Sureleri-Alametler Suresi. syf.134)

Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
                                                          bu kadar mavi
                                                          bu kadar geniş olduğuna şaşarak
                                                          kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben
Bahtiyarım...

(Bir Cezaevinde, Tecritteki Adamın Mektupları. syf.146)

(...)
Düşürdü kaadı muhterem peder
                            ve Şeytan'ın iğvasıyla hakikati bağırdı:
"-Karşı koymak günü geldi en büyük tehlikeye.
Harbediyoruz,
Fuhşun bekası için,
kerhane kapıları kapanmasın diye.
Ve sen orda, arkada
içinde beyaz entarisinin
bir erkek çocuğu gibi duran,
sen orospu olacaksın kızım.
Sana frengi ve belsoğukluğu verecekler
                            büyük şehirlerimizden birinde.
Baban dönmeyecek.
Yatıyor şimdi yüzükoyun
                              çok uzak bir toprağın üzerinde.
Şimdi kan içindedir
                       etli, kalın kulaklar
                       ve ince kollarının dolandığı boyun.
Yattığı yerde yalnız değil.
Hareketsiz duran tanklarla, terk edilmiş toplar sahada."

(...)

Ve muhterem peder
                     başladı tekrar konuşmaya:
"-Harbediyoruz:
Pazar ve mal nizamının bekası için.
Kömür, lastik ve kereste,
ve kendi değerinden fazla yaratan iş kuvveti
                                                         satılmalıdır.
Patiska, benzin
                buğday, patates, domuz eti
ve taze gümrah bir sesin içindeki cennet
                                                         satılmalıdır.
Güneşli bahçesi ve resimli kitapları çocukluğun
                                    ve ihtiyarlığın emniyeti
                                                         satılmalıdır.
Şan, şeref ve saadet,
ve
kuru kahve
topyekun pazar malı olup
                  tartılıp, ölçülüp, biçilip satılmalıdır.
Harbediyoruz:
harbi bitirdiğimiz zaman
aç, işsiz ve sakat
                 -harp madalyasıyla fakat-
                           köprü altlarında yatılmalıdır."

(...)

Harbediyoruz:
            kundak bezinin çeşidiyle belli olmalı herkesin yeri.
Harbediyoruz:
            parlasın ebediyen diye sabah güneşlerinde
                                                          hapisane demirleri.

(...)

(Fakir Bir Şimal Kilisesinde Şeytan ile Rahibin Macerası. syf.199-200-203)

(Tüm alıntılar Yapı Kredi Yayınlarından çıkan Nazım Hikmet'in Kuvayi Milliye kitabındandır. Kitapta Kuvayi Milliye şiirlerinin yanı sıra; Saat 21-22 Şiirleri, Dört Hapisaneden ve Rubailer bölümleri de vardır.) 
    


12 Aralık 2012 Çarşamba

Vajinadan Utanmak

Üç aşağı beş yukarı Dünya nüfusunun yarısında bulunan, bulunmayan diğer yarısının da hatırı sayılır bir çoğunluğunun dünyaya merhaba derken kullandığı, hemen hemen her insanın ölmeden önce bir şekilde haşır neşir olduğu döl yoluna vajina diyoruz. Aynı vajinayı büyük bir devlet sırrıymışçasına saklıyor, tü kakalaştırıyoruz. Kaka ettiğimiz yetmezmiş gibi, bir de üzerini toprakla örtüyoruz ki, kokutmasın etrafı, rahatsız etmesin bizi. Öyle bir şey yokmuş gibi davranırsak, sessizce kulaktan kulağa kulak doldurarak konuşursak, cinsellik ve cinsiyet üzerinden var olagelen sorunların da ortadan kaybolabileceği ümidini taşıyoruz. Belki de tüm bunları düşünmüyor, "dinimiz amin"in bir gerekliliği olarak emrin demiri kesmesini kabul ediyor, düşünmekten imtina ederek, vajinayı zinayla ilişkilendirip gördüğümüz halde görmüyormuş, dokunduğumuz halde dokunmuyormuş, bildiğimiz halde bilmiyormuş gibi yapıyoruz. Yaptığımız da yetmiyor, başkalarından da bu tavrı bekliyoruz.

Yaşayabilmek için dine ihtiyaç duyan garip toplumun gariban bireylerinin vajinaya bu minvalde bakması kabul edilebilir olmasa da, anlaşılabilir bir durumdur. Dinin rahatlatıcı, uyutucu ve uyuşturucu etkisiyle yaşayabilen insanların, bireysel aklı yok sayarak, vajinadan bahsetmezsek "vajinal problemler" de yaşamayız cinliğine teslim olmasından başka çıkar yolunun olmadığını da düşünebiliriz. Ancak bir ülkenin başbakan yardımcısı; bir kadının vajina demesinden dolayı(hem de evli ve çocuklu) yerin dibine battığını söylüyorsa, bunu ne kabul edebilir ne de anlayışla karşılayabiliriz.

Kamer Genç'in mesir macunu itirazına; mesir macununun viagra olmadığını, kuvvet iksiri olduğunu söyleyip Kamer'i aklı uçkurunda olmakla itham eden Bülent Arınç, Aylin Nazlı Aka'nın kendisine bakarak konuşmasından utanıp-sıkılabileceğini söyleyerek; esasında kimin aklının ne şekilde çalıştığını belli etmişti. Bülent yaptığı hatanın farkında olacak ki, hatayı daha büyük bir hatayla unutturmak istediğinden olsa gerek, Aylin'in kürtajın yasaklanması ile alakalı olarak söylediği "başbakan vajina bekçiliğini bıraksın" sözlerine atıfta bulunarak; evli ve çocuklu bir "kadının" kendi organından bahsetmesinden dolayı yerin dibine battığını, utandığını, kıpkırmızı kesildiğini söyledi. Aynı Bülent; başbakan eylemci kadın hakkında "kız mıdır kadın mıdır bilemem" derken ya da çiftçiye "ananı da al git" derken de bu denli yerin dibine batmış mıdır, utancından kıpkırmızı kesilmiş midir kendisine sormak gerekir. Cinselliğin ve cinsiyetin hakaret olarak kullanılmasından rahatsızlık duymayan, duysa dahi bu rahatsızlığını açıklamak gereği duymayan Bülent; evli ve çocuklu bir kadının, sözlüğün ilk anlamıyla vajinadan bahsetmesinden rahatsızlık duymuş, duymakla yetinmemiş, bunu açıklama gereği de hissetmiş.

Bülent'in rahatsız olmasının nedeni; "vajina"nın kendisi midir, yoksa ağzından vajina kelimesi çıkan insanın, bir kadın olması mıdır; bilmiyoruz. Peki bu kadının evli ve çocuklu olması, Bülent'in rahatsızlığını arttırmış mıdır; şüphesiz. Üniversitelerde, liselerde derslerde öğretilen "vajina"dan, Bülent nasıl rahatsız olmayı başarmıştır; muamma. Cinsiyetçiliğinin farkına varamayacak kadar mantıktan uzak olan Bülent; vajinadan sadece erkeklerin bahsedebileceği sonucuna nasıl varmıştır; sanırım resmi dini anlayışa teslim olarak. Kendi organından bir kadın bahsedemeyecek de, kim bahsedebilecektir; Bülent hangi cinsiyet grubuna dahilse o grup. Vajinadan bahsedilmeden, kürtajdan bahsedilebileceğini zannedecek kadar akılsız bir insan mıdır Bülent; şüpheli. Yoksa politik manevralarla, halkın dinci yanını okşayarak, Aylin'i hedef tahtasına oturtma peşinde midir Bülent; absolutely.

Bu soruların hepsine tek tek cevap verirsek, utanılması gerekenin, yerin dibine girilmesi gerekenin ne olduğunun da farkına varırız. Bülent illa ki bir şeylerden utanç duyacaksa; doktora gittiği zaman karımı kadın doktorlar muayene etsin diyen zihniyete göz gezdirebilir, bu kadar çok yerin dibine batmak istiyorsa, kadınlık ve kızlık arasında hiyerarşi kuran zihniyete bakabilir, kıpkırmızı kesilmekten mutluysa utancından, çocuk gelinlere, kendi evinde kendi yatağında kendi kocasından cinsel şiddet gören insanların durumuna bakabilir. Bu ve buna benzer onlarca, yüzlerce meseleye gözünü kapatıp; bir kadının vajinayı cümle içerisinde kullanmasından dolayı yerin dibine batanlar, battıkları yerden çıkmazlarsa, en azından sorunlarını konuşabilen bir Türkiye'ye kavuşabiliriz.

Vajina, kadın vücudunda bulunan, sıradan bir organdır. Toplum bu organa gereğinden fazla önem atfetmiş, tabulaştırmış olabilir. Bu sebepten vajinayı saklamak, toplumun baskısı altında şekillendirilen bireysel aklın sonucu olarak anlayışla karşılanabilir. Kanser hastasını kanser olduğu için suçlayamayacağımız gibi, vajinadan utanan insanları da, bu akıl tutulmalarından dolayı suçlayamayız. Ancak vajinadan bahsedenleri toplumun önüne atmak, vajinadan bahsedildiği için yerin dibine batacak kadar utanmak, ve bu utancı dillendirdiği için, iktidar partinin milletvekilleri tarafından çok mühim bir şey söylenmişçesine alkışlanmak, ancak ve ancak sakat bir zihniyetin yavşak sonucu olarak adlandırılabileceğini de söylememiz gerekir. Kendisine vajina sunulmasından değil, vajinadan bahsedilmesinden bile utanıp-sıkılanlar, olsa olsa sakat cinsel dürtülere ve akla sahip olanlardır. Tedaviye ihtiyaçları olduklarını kabul edip, en kısa sürede psikolojik destek almalı; ülkemizin kadınlarına artık bir rahat vermeleri gerekir. Bu zihniyettir ki, yıllar yılı kadını kendisiyle alakalı karar mekanizmalarının dışında tutmuş, tacize, tecavüze mahkum etmiş, erkeğin istetmesi haline getirmiştir. Bu zihniyetle mücadele etmeden, bu zihniyete karşı ses çıkarmadan, kadının kurtuluşu, kadının var oluşu mümkün değildir.

Vajina; vajinadır Bülent. Ve bizim orda göte de, göt derler.

4 Aralık 2012 Salı

Bir Sarhoşun Notları

Her kadın, başına gelen her vakanın, tüm dünyada bir insanın başına gelebilecek en vahim vaka olduğu düşüncesine sahip. Yavaştan başlayıp, hızlanarak ilerleyelim. En yavaşı nedir bu durumun; "Ay ben bir regl oluyorum Can, inanamazsın". Yani ne oluyormuş bu arkadaşa, ağrıdan dışarıya adımını atamıyormuş, duygusal olarak çöküntü yaşıyormuş, kendi durumu çok farklıymış. Yani zannedersin dünyanın tek adet olan kadını, öyle bir tavır. Bugüne kadar buna benzer lafları duymadığım tek bir kadın olmadı. Yok hatunum öyle bir durum, herkes gibi sendeki de birazcık sancı yaratıyor o kadar. Bu durumdan bir pay çıkarmaya, bu dönemi, ataerkillikten bunalıp, dört-beş günlük bir kadın cennetine çevirmeye gerek var mı? Gerek yok be güzelim, valla gerek yok. Bunun daha ileri ki aşamalarında; "ben sevgilimden dayak yiyorum" diyerek, müstakbel sevgililere dert yanma durumları ortaya çıkar. Kadınlar mevcut sevgililerini, sevgili adaylarına şikayet eder, dert yakınırlar. E madem dayak yiyorsun, neden hala sevgili olmaya devam ediyorsun ki sorusunun cevabı her zaman için; "ama ben onu çok seviyorum" olur. Eeee, yani? Sevme demedik ki zaten, neden sevgilisin dedik. Sevmeye devam et, ama sevgili olmaya devam etme. Sevme hali, bir insanla sevgili olma mecburiyetini doğurmaz ki, sevme hali, başlı başına zaten sevmek eylemiyle mutlu olma halidir. Sevgili olmasan da olur. Ama anlatamazsın. Beni dövüyor diye şikayet eder, ama seviyorum da der. Bir yandan müstakbel sevgiliye beni kurtar mesajı verilirken, bir yandan da "kaşar" etiketinin üstüne yapışmaması adına, "ama ben onu çok seviyorum" der. Dayak yiyen üniversite öğrencisinin tavrı net olmalıdır. Dayak yiyorsan siktir edersin gider. Sevmiyorsan zaten sıkıntı olmaz, seviyorsan da zaten sevme eylemiyle mutlusundur, siktir etmen sorun yaratmaz. Yoksa beni dövüyor, ben de sevdiğim için bırakamayıp dayak yemeye devam ediyorum demenin hiç bir mantıklı izahı yoktur. Bu durumda ya mazoşistsindir, ya da altında arabası, cebinde ev anahtarı olan birinden olmak istemiyorsundur, o kadar. Bu mevzunun en uç noktası da, tecavüz eden erkeklerdir. Tecavüz maalesef memleketimizin temel sorunlarından bir tanesi. Bu ülkede yaşayıp da ben hiç cinsel saldırıya maruz kalmadım diyecek kadının ve hatta erkeğin, dürüstlüğünden şüphe ederim. Cinselliğin sağlıklı bir şekilde var olmadığı güzel memleketimde, cinsel suçların fazlaca vuku bulmasından daha doğal tek şey, insanların nefes alıp vermesi olsa gerek. Cinsel suçların vuku bulması bu kadar normal, bu kadar doğal bir hale gelmişken, tüm bireylerin bunu sadece kendi başına gelen bir şeymiş gibi görmesi, insanlara bunu anlatırken, bundan bir pay çıkarmak istemesi anlamsız bir çabadır. Taciz ve tecavüz bu ülkenin gerçeğidir, hemen hemen her birey bu saldırılara maruz kalır, ancak sevgilim bana tecavüz etti diyen üniversiteli kadınların inandırıcılığı şüphelidir. Ağzı yüzü kırılmadan, bir şekilde bayıltılmadan tecavüze uğradığını söyleyip, ağlayan kadınlar, samimiyetten yoksun kadınlardır. Hem beni döverek tecavüz etti diyeceksin, hem de şikayetçi olmayacaksın, hem zorla yaptı diyeceksin, hem de hiçbir yerinde gözle görülür bir yara-bere olmayacak. Sen anca kendi toplumsal sıkışmışlığında kendi vicdanını rahatlatacak bu hikayeye kendini inandırabilirsin. Kimse bunlara inanmaz, kanmaz. Bir kadın, bayıltılmadan ya da ciddi fiziksel şiddet görmeden tecavüze uğramaz, bunlar olduysa da, gerekli mercilere şikayette bulunur. Tabi ki sözüm ücra köylerden, bucaklardan dışarı. Tecavüz edenin değil, tecavüz edilenin suçlu görüldüğü yerler var hala bu memlekette. Ancak büyük şehirlerin merkezinde büyüyüp, iyi üniversitelerde okuyan kadınların tecavüz karşısında susma, hakkını aramama gibi bir lüksü yoktur, olamaz. Bu sebepten dolayı, bu arkadaşları samimiyetsiz buluyorum. Hem tecavüze uğradıklarını söylüyorlar, hem de şikayetçi olmuyorlar. Hem şikayetçi olmuyorlar, hem de pompaya devam ediyorlar. Hem pompaya devam ediyorlar, hem de tecavüzcü olduğunu söyledikleri insanlarla görüşmeye devam ediyorlar. O kadar da değil, bu kadar da kolay değil. Gerçekten tecavüze uğrayan kadınları, gerçekten işkence gören, hayatı zehir olan, yaşarken ölen kadınları düşünün biraz, biraz onları düşünün de savunduklarınızdan haya edin diyesi geliyor insanın.

Bir başka sorun da kadının toplumsal normlara riayet etmekten hoşlanan düşün yapısı. Hem cinsel tacizden muzdarip olacaksın, hem erkeklerin abazanlığından rahatsızlık duyacaksın; hem de evlilik kurumuna, sevgililik anlayışına, dini mevzulara bir itiraz yöneltmeyeceksin. Önce dallamanın biri sana tecavüz edecek, sonra da sen bir başka erkeğe aşık olup, onunla evlilik hayalleri kuracaksın. Neden ya hu, neden? Bu ülkede her gün binlerce evli kadın tecavüze uğrarken kocaları tarafından, onlarca çocuk, ebeveynlerinin cinsel tacizlerine maruz kalırken, zaten cinsel bir suçun mağduru olan bir insanın hala bu kurumlardan medet umması neden? Evlilik erkek için dölünün devamı, el altında tutulan vajina, ev işlerine koşulacak bedava iş gücüyken; kadın için de, statü sahibi olmak, toplumsal baskıdan bir nebze de olsa kurtuluş, maddi ve manevi açıdan yasal bir dayanaktır. Mevcut düzende yetişmiş insanların davranışlarından dolayı mağdur olmuş insanların mevcut düzenin ana dinamiklerine sahip çıkarak bunları kutsaması, ancak ve ancak kendi çocuklarının da aynı mağduriyetleri yaşamasına sebebiyet verecektir. Bireylerin yaşadığı cinsel saldırılar münferit olaylar değil, düzenin yarattıklarıdır. Hemen hemen her bireyin sorunudur, toplumsal travmadır. Bu durumu değiştirmek mevcut düzen içerisinde iyi bireyler yetiştirmekle değil, mevcut düzenin tasfiyesiyle ancak mümkün olabilecektir.

İnsanlığın varlığından beri bunca yıl geçmesine rağmen hala seven insanın kıskanması gerektiğini zannedenler var. Öyle bir dünya yok güzel kardeşim. Bir şeyi, bir varlığı, bir insanı kıskanmak, ancak sahip olduğunun daha üstünde bir sahipliğin varlığı halinde ortaya çıkar. Yani, senin olduğunu düşündüğün bir şeyden daha üstün olan bir şeye sahip birisi varsa, onu kıskanırsın. Kıskanmanın temel gerekliliği, bir şeye sahip olmaktır. Peki seven kıskanır derken, neye sahibiz ve neyi kıskanıyoruz? Kadını mal edip, ona sahip olacak ya da erkeği mal edip, ona sahip olacak değiliz. Sahip olduğumuz sadece sevgimiz olabilir. Peki bu durumda neyi kıskanabiliriz; muhtemelen, bizim sevgimizden daha yüce bir sevgiyi. O halde temel mesele, sevdiğimizi ksıkanmak değil de, sevgiyi kıskanmak değil midir? Bu durumda sevdiğimizin hayatını zehir etmek neden? Nasıl oluyor da sevdiğimizin hayatını kıskançlık üzerinden zehir edebiliyoruz, nasıl oluyor da, sanki sevdiğimiz bize aitmiş gibi, bizim malımızmış gibi ona bir başkasının dokunmasını istemiyoruz. Biz kim oluyoruz da, bir insanı, bir canlıyı kıskanma yetisini kendimizde görebiliyoruz? Sahi, biz nasıl kıskanabiliyoruz?

Seks muhakkak ki güzel bir eylem, illa ki haz alınan bir olay. Aynı durum uyuşturucular ve alkol için de geçerli. Alkol de, seks de, uyuşturucu da insanlara haz vermekle kalmaz, barışın, sevginin var olduğu bir dünyanın parçası haline de gelirler. Kızılderililer dahi, barış ortamında haz veren otlar içerler, böyle bir ortamda konuşurlardı. Dünyanın gördüğü en güzel hareketlerden biri olan "flower power" hareketi, uyuşturucu, alkol ve seks ile var olmuştur. Bunların kötü olarak kodlandığı toplumların, huzurla, barışla, sevgiyle var olabilmesi mümkün değildir. Chomsky esrarın yasaklanmasını, alkol yasağının son bulmasından sonra ortaya çıkan bir şeylerin yasak olması boşluğuna bağlar. Esrarın Amerika'ya Meksikalılar tarafından sokuluyor olmasının Meksikalılara darbe vurmak için kullanıldığını ve Kızıl Çin ve Sovyetlerin esrar ticaretinden pay aldığı yalanını yayarak, komünizme karşı mücadelede kullanılmasının da bu yasakta etkili olduğunu söyler. Sahiden esrar ve hatta kokain-eroin, sigaradan da alkolden de daha az insanın ölümüne yol açmasına rağmen, alkolün ve sigaranın legal olduğu dünyada illegal olmayı sürdürür. Bizim ülkemizde bu yasadışılıklara seks de eklenir. Çoğu kadın bekaretin kaybedilecek bir şey olduğuna inandığı için sürtünmeyi, oral seksi ve hatta anal seksi tercih eder. Vajinal seks yapanların çoğu, ilk seks deneyimlerinin zorla olduğunu öne sürer. Sevgili olmak isterler en azından, kandırıldıklarını söylerler. Seks için kandırıldığını söyleyen anadolu kızı Fatma ile, kızılların tehtidinde olduğu söylenerek esrardan men edilen John'un bu bağlamda farkı yoktur. İkisi de en temel haz alma mekanizmalarından olmaması gereken dogmalarla uzak tutulurlar, ikisinin de bir şeylerden nefret etmesi sağlanır. Sonrası malum. Seviştiği halde, sevişenlere orospu diyen kadınlar; esrar çektiği halde komünistlere söven siyahiler. Mevcut düzen hem seviştirir, hem tüttürtür; hem de pişmanlık duydurur.

Sevişmekte de, tüttürmekte de sıkıntı yoktur. Sorun, bu eylemlerin amaca dönüşmesinde ortaya çıkar. Bir insan seksi, uyuşturucuyu, otu yaşamın amacı haline çevirdiyse, artık orda bir sıkıntı var demektir. Zira seks gibi, uyuşturucu gibi insanın doyumunu sağlayan eylem ve materyaller su içmek gibidir. Her insan su içer, ancak su içmek için yaşamaz. Haz verici eylemler de böyledir. Uygulanması gerekir, ancak onlar için yaşamak, insanın öldüğünün göstergesidir. Seks için, alkol için, uyuşturucu için yaşamak, insanın ölümünü kabullenmesidir, Dünya'yı yok sayma halidir, bir nevi dükkanı kapatma, iflası açıklama durumudur.

Bugün evde mutlu mesut otururken bir kadının, "ya çocuk çok yakışıklıydı, öyle bir gözümün içine bakıyordu ki, eriyip gittim" demesine şahit oldum. Hani belki kelimeler tam olarak böyle değildi ama, buna yakındı. Bu kelimelerden cümle yaratan kadınların; "ne bakıyon öküz gibi" deme lüksü ortadan kalkıyor. Hem yakışıklı bir erkek baktığı zaman hoşuna gidecek, hem de sonrasında öküz gibi bakanlar var diyeceksin. Gözüyle taciz etti, yedi bitirdi gibi kavramlar uyduracaksın. Pozitif ayrımcılık dediysek, bu kadar da torpil geçecez demedik. Yakışıklı insanın bakmasından hoşnut olacaksın, yakışıklı olmayan baktığı zaman tacizci diyeceksin, yok öyle bir anlayış, yok öyle bir dünya. Kusura bakma ama, senin katalogdan seçtiğin erkeklerin bulunduğu bir dünyada yaşamıyoruz, doğal olarak senin seçtiğin erkeklerle karşılaşacağın dünya'da da yaşamıyoruz. Senin beğendiğin de olacak, beğenmediğin de. Birinin bakışına, dokunuşuna hayvanlık diyip; diğerinin, bakışından hoşlanarak, dokunuşundan orgazm olarak yaşayıp gideceksen, kusura bakma arkadaşım, öyle tutarlılığa da söverim, öyle anlayışa da küfrederim, yemezler.

18 Kasım 2012 Pazar

"Bozkırkurdu"ndan Alıntılar (Hermann Hesse)

"Bir yerde memurluk yapmak, günü ve yılı belli zamanlara bölerek yaşamak, başkalarının sözünü dinlemek düşüncesi kadar iğrenç ve korkunç bulduğu bir başka şey yoktu. Bir büro, bir kalem odası, bir dairede çalışmak ölüm kadar nefret ettiği bir şeydi, görebileceği en kötü düştü, bir kışlada yaşanan tutsaklıktı." (sf.44)

"Bir başka özellik de, onun kendi canına kıyanlar arasında yer almasıydı. Bu noktada şunu belirtelim ki, yalnızca kendilerini gerçekten öldürenleri intihar edenler arasında saymak yanlıştır. Hatta intihar edenlerin içinde pek çok kişi vardır ki, adeta kazara intihar etmiştir; intihar, onların doğasının vazgeçilmez bir özelliği değildir. Kişiliksiz, güçlü bir karakter ve güçlü bir yazgıdan yoksun düzinelerce sürü insanı vardır ki, intihar sonucu yaşamlarını yitirmelerine karşın, yaradılışları ve karakterleri bakımından intihar edecek tipte kişiler olmaktan uzaktır." (sf.46)

"Onun bana yap dediği her şeyi yapardım, dans dışında her şeyi. Bir kimsenin sözünü dinlemek, insanlara sorular yönelten, emirler veren, paylayıp çıkışan birinin yanında oturmak öylesine rahatlatıcıydı ki!" (sf.85)

"Şu anda senin o çok sevdiğin kişi geldi aklıma, zaman zaman bana kendisinden söz açıp bazı mektuplarını okuduğun dostun Mozart. Onun durumu nasıldı peki? Onun yaşadığı çağda kim yönetti dünyayı? Kim işin kaymağını yedi? Kimin sözü geçti? Kim adam yerine kondu? Mozart mı, yoksa işini bilenler mi? Mozart mı, yoksa sıradan, sığ insanlar mı? Nasıl öldü Mozart? Nasıl gömüldü? Sanırım hep böyle oldu, ileride de böyle olacak. Okullarda 'dünya tarihi' denen ve kültürün bir parçası diye ezberletilen şey, bütün o kahramanları, dahileri, büyük büyük işleri ve duygularıyla aldatmacadan başka şey değil, okulda geçirecekleri yıllar boyunca çocukların bir şeyle oyalanmaları için öğretmenler tarafından eğitim amacına yönelik olarak kotarılmış bir aldatmaca. Her zaman böyle oldu, her zaman da böyle olacak. Zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiçbir şey. Yalnızca ölüm." (sf.145-146)

"İzninizle bir şey daha soracağım. Siz savcısınız. Bir insanın nasıl savcı olabileceğine hiç akıl erdirememişimdir. Başka insanları, çokluk zavallı kimseleri suçlayıp çeşitli cezalara çarptırılmalarını sağlamakla hayatınızı kazanıyorsunuz, öyle değil mi?

Doğru. Görevimi yaptım hep. Bu benim işimdi. Nasıl ki ölüme mahkum ettiğim kişilerin canını almak celladın göreviyse. Siz kendiniz de aynı işi üstlenmişsiniz. Siz de öldürüyorsunuz çünkü.

Orası öyle. Ancak biz görevimiz olduğu için değil, keyfimizden ya da daha çok hoşnutsuzluğumuzdan yapıyoruz bunu, dünyadan umudumuzu kestiğimiz için öldürüyor, dolayısıyla öldürmekten zevk alıyoruz. Öldürmek şimdiye kadar size hiç zevk vermedi mi?" (sf.177-178)

"...artık görev kavramına değilse de, en azından suç kavramına aşinayım. Belki ikisi de aynı kapıya çıkıyordur bunların. Bir annenin beni dünyaya getirmesiyle suçlu biri olup yaşamaya mahkum ediliyor, şu ya da bu devletin vatandaşı olmak, askere gitmek, öldürmek, silahlanmak için vergi ödemekle yükümlü kılınıyorum. Ve şimdi, şu anda, yaşamak borcu beni bir vakit savaşta olduğu gibi yine başkalarını öldürme zorunluluğuyla karşı karşıya bıraktı. Bu kez istemeye istemeye öldürdüğüm yok, suçu tevekkül gösterip kabullendim, bu aptalca, bu aşırı kalabalık dünyanın darmadağın olmasına karşı değilim, onun tuz buz olmasına seve seve katkıda bulunacak, kendim de seve seve dünyayla yok olup gideceğim." (sf.178)

Bozkırkurdu, Hermann Hesse, Ocak 2012, YKY

15 Kasım 2012 Perşembe

Kürdistan Marşı ve Değişmeyen Zihniyet

Mahabad Cumhuriyeti'nin 1946'da milli marş olarak kabul ettiği, şimdilerde de Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin kabul ettiği Ey Reqib, Kürdistan Marşı olarak kabul edilegelmiştir. Daha sonra marş haline getirilmiş şiirin yazarı, o zamanlar yirmi yaşında tutsak bir genç olan Dildar(Yunus Rauf) tarafından 1938'de yazılmıştır. 1900'lü yılların ilk yarısında, ulus mücadelesini öne çıkaran, yurtseverliği öne çıkaran marşları yadırgamamak gerekir. Hatta feodal toplumların varlığını sürdürdüğü coğrafyalarda, yurtseverliği ilericilik olarak kabul edebilir, ulusal mücadeleye katkı sağlayacak her marşı da saygıyla kabul edebiliriz. Bu sebepten dolayı Ey Reqib'in Mahabad Cumhuriyeti tarafından kabulüne değil, Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından kabulüne bir kaç şey söylemek gerekir. 

Ey Reqib'in sözlerine bakalım;

Ey düşman, hep vardır Kürt milleti
Yıkamaz (onu) bu zamanın top güllesi

Kimse demesin Kürt milleti ölüdür
Kürtler capcanlıdır, asla boyun eğmez bayrağımız

Biz ki Kürdüz, devrimin rengiyiz
Kanla yazılmış tarihimize bir bak

Biz ki Medya ve Keyhüsrev'in çocuklarıyız
İnancımız, yolumuz hep vatanımızdır

Binlerce aslan yürekli Kürt çocuğu
Bu uğurda can verdiler, hepsi toprağın bağrında saklı

O çocuklar şimdi de hazırdırlar
Can fedadırlar, can fedadırlar, can feda

Kürt çocuklar yiğitler gibi başkaldırıyor
Bak nasılda süslüyorlar yaşam tacını kanlarıyla. 

Çeviren: Dilazad Art

1938'de milliyetçi akımın devam ettiğini düşünecek olursak, yirmi yaşındaki bir gencin buram buram milliyetçilik kokan, vatan uğrunda kanını dökmeyi kutsallaştıran şiir yazmasını garipsemek mümkün değil. 1946'de devlet kuran Mahabad Cumhuriyeti'nin de böyle bir şiiri marş olarak kabul edip bestelemesi şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, merkez solda yer alan partilerin iktidarlığındaki Kürdistan Bölgesel Yönetiminin de bu besteyi, bu şiiri marş olarak kabul etmesi. 

Halkların birliği yerine Kürt milletini öne çıkaran, barışla, dostlukla var olan tarih yerine kanla yazılmış tarihi öven, vatan için yaşa(t)mak yerine ölmeyi kutsallaştıran marşın günümüzde Kürdistan Marşı olarak kabul edilmesi, Kürt halkının, Kürt devletinin gerici reflekslerinden başka bir şey değildir. Kürt halkı yıllar süren mücadelesinden sonra elde ettiklerini, gerici bir anlayışla yönetme lüksüne sahip değildir. Kürt önderleri, milliyetçiliğin önüne beynelmilelliği, kanla yazılmış tarihin yerine barışla geçecek geleceği, vatan uğruna ölmek yerine insanlık uğruna yaşamayı koymak zorundadırlar. Bunlar yapılmadığı sürece, Kürdistan'ın varlığı da, görece bağımsızlığı da bir şey ifade etmeyecektir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Dünya üzerinde farklı bir ülkenin, savaştan, kandan, ırktan, dinden beslenmeyen bir iktidarın var olabileceğini göstermek zorundadırlar. Eğer göster(e)meyeceklerse, bağımsızlıklarının da, mücadelelerinin de biz sosyalistler için hiçbir anlamı yoktur. Bugün Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nde kaybetmiş olabiliriz. Ancak ne Suriye'de, ne İran'da ne de Türkiye'de kaybetmiş değiliz. Olası Kürdistan devletinde gerici milliyetçilik ve dincilik akımlarını iktidardan uzak tutmak, bizim görevimiz ve uğraşımız olmak zorundadır. Bağımsız Kürdistan devleti, ilerici kimliği büründüğü vakit savunulabilir, desteklenebilir. Bu yüzden bugün sosyalistlere düşen, Kürt siyasi hareketinde yer almak, ön saflarda mücadeleye girişmek olmalıdır. Aksi durum, gericilerin ve gericiliğin zaferine destek vermek demektir. 

14 Kasım 2012 Çarşamba

Ölmek İçin Değil Yaşatmak İçin Açlık Grevi

65 gün. 65.gün.

Yazması kolay, söylemesi daha da kolay. Muhtemelen belli bir günden sonra aç kalması da kolay. Vücudun açlığı kabullenmesi, kendisini tüketmesi, bilincin azalması, duyuların körelmesi belki de kolaylaştırıyor aç kalmayı. Belki aç kalmak, belli bir süre sonra zorlamıyor da insanı, yaşamaya çalışmak, işte yaşamaya çalışmak zorluyor insanı.

Açlık grevine ölmek için değil, yaşamak için başlanır. Elinde kalan son direniş aygıtın, vücudunun kendisi, canının kendisidir. Çoğumuz hiçbir şey yapamadığımız günleri yaşamışızdır, saatlerce başımızı eğmiş, ellerimizin arasına almış, ne yapabiliriz diye düşünmüşüzdür de elimizden bir şey gelmeyince, korkarak, çekinerek, sinerek vazgeçmişizdir ideallerimizden, fikirlerimizden. Bir de vazgeçmeyenler var, yıllarca tutsaklığın baskısı altında kalmış, yıllarca başı elleri arasında dolaşmış olduğu halde, elimden bir şey gelmez, ben vereceğimi verdim, yapacağımı yaptım gerisi dışarıdakilere kalmış demeyenler var. İşte bu yürekli, bu yenilmek bilmez insanlar; yaşayabilmek ve yaşatabilmek için, ellerindeki son aracı yani bedenlerini yatırdılar direnişe. Bedenlerini yatırdılar gelebilecek güzel günlere. Ölmek için değil, yaşamak için; öldürmek için değil, yaşatmak için.

Açlık grevlerinin meşruluğunu tartışmak, ömrü hayatı boyunca ramazan ayı dışında 8-10 saatten fazla aç kalmamış insanların, hayatında bir kez bile bir tek şeye itiraz etmemiş insanların, polis barikatıyla karşılaşmamış, sesini özgürce yükseltememiş insanların yapacağı iş değildir. Açlık grevi kararını almamış insanların da yapacakları iş değildir. Açlık grevi insanın kendi bedeni üzerinden yaptığı pasif ama bir o kadar da etkili direniş yöntemidir. En önemlisi de ölmek için değil, daha iyi şartlarda yaşayabilmek için yapılan direniştir. Meşruluğu da burdan gelir. Yapılan açlık grevlerini; "biz de lüks araba, lüks ev istiyoruz diye açlık grevi yapalım, o zaman ne olacak" gibilerinden polemik yaratan üslupla, bol keseden atarak konuşmak ancak akli eksiklikle açıklanabilir. Üç öğünden fazla aç kalmamış insanların, açlık grevinden kilo vermek isteyen popüler kültür mağduru Nişantaşı kadınlarının rejimi gibi bahsetmesinden daha vahim çok az söylem bulunur. Açlık grevleri insanı yavaş yavaş kemiren, her gün, her saat, her dakika, her saniye kendisiyle mücadelesini gerektiren, her saniye kendisiyle mücadelesini kazanmak zorunda bırakan eylemlilik halidir. İnsanın kendisini yakarak, vurarak, boşluğa bırakarak öldürmesi bir anlık eylemin sonucuyken, açlık grevi her anın eylemidir. Bu sebepten dolayı bir davayı benimsememiş, bir ülküyü benimsememiş insanların açlık grevine başlaması, başladıysa bile sürdürmesi pek mümkün değildir. Yine aynı sebepten dolayı, binlerce insanın açlık grevine talimatla başladıklarını söylemek mümkün değildir. Cezaevlerinde yıllarını okuyarak, tartışarak, düşünerek geçirmiş binlerce insanın, çocukmuşçasına, kendi akılları, iradeleri yokmuşçasına talimatla hareket ettiklerini söylemek, en başta açlık grevinde olanlara büyük bir hakaret, eylemlilik süreçlerinde bulunan insanlara karşı yürütülen psikolojik bir saldırıdır. Bu saldırıyı yürütenlerin de insanlığından, vicdanından daha da önemlisi aklından şüphe etmek gerekir. İnsanların ölme ihtimaline sarılarak göbek atanların, on yıllarca daha sürecek bir savaş için kapıyı aramaları, kendi çocuklarının dahi ölümüne gidebilecek bir yolu açmalarını anlamak, anlayabilmek mümkün değildir.


Türkiye açlık grevleriyle imtihanında her zaman sınıfta kalmayı başarmış, bir türlü gerekli deneyimi öğrenememiştir. Nazım Hikmet'le başlayan süreç darbe sonrası ölümle sonuçlanan açlık grevleriyle devam etmiş, Mehmet Ağar'ın genelgesi ile 1996, F tipi cezaevleriyle de 2000 de can almaya devam etmiştir. Türkiye'de cezaevlerine yapılan operasyonlarda dahil olmak üzere 120'den fazla insan hayatını kaybetmiş, onlarcası da sakat kalmıştır. Türkiye ölüm oruçlarına da, açlık grevlerine maalesef alışık, alışık olduğu kadar da yabancıdır. Her dönemde açlık grevinin yapıldığı önce inkar edilmiş, sonrasında gerekli önlemler alınmamış, talepler dikkate değer görülmemiş ancak ölümlerden sonra adım atılması gündeme gelmiştir. Bugün de izlenen politika budur. Başbakan önce herkes her şeyi yiyor diye açıklama yaparken, bakanları açlık grevindekilerin sayısını vererek başbakanı yalancı çıkartıyor, bunun üzerine başbakan başka bir saldırı yöntemi geliştirirek, BDP'li vekillerin üç ay önce yaptıkları kuzu çevirmeye göndermede bulunarak, "bunlar dılarda koyun çeviriyor, içeride insanları aç bırakıyorlar" diyerek, açlık grevi eylemcilerini kandırılmışlıkla, BDP'lileri de vurdum duymazlık, sahtekarlıkla suçluyordu. Bu da yetmezmiş gibi gittiği her yerde idamın geri getirilebileceğinden bahsediyor, bir nevi açlık grevindekilere gözdağı veriyordu. Sanırım başbakan kendisini cezaevindekilerin başbakanı olarak görmüyor, sanırım başbakan, kendi düşüncelerini paylaşmayan herkesi, yenilmesi gerekenler olarak görüyor. Açlık grevindekiler ne istiyor, neden açlık grevindeler, açlık grevinin gerektirdiği gibi hizmet alabiliyorlar mı gibi konularda kafa yoracağına, açlık grevindekilerle savaşıyor, açlık grevindeki eylemcilerle gönül bağı olan bir partinin vekillerine şuursuzca saldırıyor. Böyle bir başbakanın olduğu memlekette, ölümün olmayacağı açlık grevi beklemek, maalesef pek kolay olmuyor, can kaybının olmayacağı umudu her geçen dakika azalıyor.

Yazıyı bitirmeden açlık grevindekilerin taleplerine değinmekte de fayda var. Her ne kadar bu taleplerden bihaber insanların var olmasını mümkün görmesem de, en azından bunu umuyor olsam da, tekrar etmekten zarar gelmez diyerek talepleri insanların yüzlerine haykırmaya devam edelim. Tabi hala bir yüzleri varsa. Nitekim oldukça basit, insan haklarını benimsemiş, demokrasiyi benimsemiş, cumhuriyeti benimsemiş her ülkede rahatlıkla var olması gereken taleplerin, ancak böyle bir direnişle hayata geçirilmeye çalışılması bile, bir ülkenin vatandaşları için yeterli utanç kaynağı olması gerekir. Neymiş bu talepler;
1-Apo'ya uygulanan tecridin kaldırılması. Yasaların herkese olduğu gibi Apo'ya da uygulanması, yasalar önünde herkesin eşitliğinin göz önünde bulundurulması.
2-Anadilde savunma ve eğitim. Görece demokrasinin var olduğu tüm toplumlarda çoktan hayata geçirilmiş, artık Avrupa için çoktan sıradanlaşmış, insanlara anasının ak sütü gibi helal insani bir hak.
Bu makul taleplerin bir an önce kabul edilmesi, gerekli düzenlemelere gidilmesi çok zor olmasa gerek. Koster bozuk demeyeceksiniz, Kürtçe savunma yapan tutukluların kullandığı dil için "bilinmeyen bir dil" demeyeceksiniz o kadar. Gerekli yasal düzenlemeler de zamanla yapılır. Ama haklar bir an önce iade edilmeli, gaspta ısrar edilmemelidir. Hükümetin atacağı her adım, hükümeti küçültmeyecek, aksine büyütecektir. İnsanlık onuru da bu makul taleplerin karşılanmasını gerektirir.

Açlık Grevi ve Ölüm Orucu Farkını Açıklamak İçin Dipnot: Açlık grevi ile ölüm orucu arasındaki temel fark, tüketilen besinler değil, eylemin gerektirdikleridir. Açlık grevinde uzlaşma yolu her zaman açıktır, ölüm orucu ise daha nettir. Ölüm orucu ya taleplerim karşılanır ya da ben ölürüm demektir. Ölüm orucundan bilinçli bir şekilde dönüş mümkün değildir, talepler karşılanana kadar ya da bilinçsiz hale düşüldükten sonra zorla beslenmeye kadar devam eder. Açlık grevi ise talepler karşılanmamış olsa ya da bir kısmı karşılanmış olsa dahi bitirilebilir, vazgeçilebilir. Yoksa her ikisinde de kullanılan temel maddeler, su-şeker-tuz ve b1 vitaminidir.

Açlık Grevinde Kimse Ölmüyor Diyenler İçin Dipnot: Cengiz Soydaş, Adil Kaplan, Bülent Çoban, Gülsuman Duman Dönmez, Tuncay Günel, Nergiz Gülmez, Fatma Ersoy, Celal Alpay, Abdullah Bozdağ, Erol Evci, Murat Çoban, Canan Kulaksız, Sedat Gürsel Akmaz, Ender Can Yıldız, Sibel Sürücü, Hatice Yürekli, Şenay Hanoğlu, Sedat Karakurt, Erdoğan Güler, Fatma Hülya Tümgan, Hüseyin Kayacı, Cafer Tayyar Bektaş, Uğur Türkmen, Veli Güneş, Aysun Bozdoğan, Zehra Kulaksız, Mahmut Gökhan Özocak, Ali Koç, Sevgi Erdoğan, Muharrem Horoz, Osman Osmanağaoğlu, Hülya Şimşek, Gülay Kavak, Ümüş Şahingöz, İbrahim Erler, Abdulbari Yusufoğlu, Zeynep Arıkan, Ali Rıza Demir, Ayşe Baştimur, Özlem Durakcan, Ali Ekber Barış, Tülay Korkmaz, Ali Çamyar, Zeynel Karataş, Lale Çolak, Yusuf Kutlu, Yeter Güzel, Doğan Tokmak, Tuncay Yıldırım, Aygün Uğur, Altan Berdan Kerimgiller, İlginç Özkeskin, Hüseyin Demircioğlu, Ali Ayata, Müjdat Yanat, Ayçe İdil Erkmen, Yemliha Kaya, Hayati Can, Orhan Keskin, Cemal Arat...

12 Kasım 2012 Pazartesi

Kemalistlere Her Gün Bayram


23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim, 10 Kasım…

Resmi ideoloji kendi devamlılığına katkı sağlayacağını düşündüğü  her “önemli” anı devlet kurumları eliyle resmi “bayramlara” dönüştürüp, günün anlam ve önemini bireylere hatırlattığı gibi, bir yandan da, cumhuriyet rejimine geçişi kimlerin sağladığını, bu ülkeyi kimlerin “kurtardığını”, dolayısıyla da kimlere şükran duymamız gerektiğini bireylere öğretir. 23 Nisan’da meclisin açılışını, 19 Mayıs’da kurtuluşa giden yolu, 29 Ekim’de cumhuriyeti kutlatıp, 10 Kasım’da da yüce kurtarıcıyı, Ata’yı andırır. Bu günleri kutlayarak ya da duruma göre anarak geçirmeyenleri lanetler, fişler ve çoğu zaman da gerici-yobaz olarak kodlar(dı).

Resmi ideolojinin “önemli” kabul ettiği kavram ve olayların sembolik olarak bir güne tekabül ettirilerek önümüze çıkartılmasının ne gibi zararları olduğunu şimdilik bir kenara bırakalım. “Elit” bireylerin gerici olarak kodladığı Ak Parti iktidarına karşı agresif bir reaksiyonla sokaklara dökülerek malum günler de “cumhuriyet bekçiliği” yapmalarını da göz ardı edelim. Kendimize neyi kutladığımızı sorup, cevaplarını arayalım.

23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ismiyle 1980’den beri kutlanıyor. Daha önceleri 1927’de kutlanmaya başlanan 23 Nisan Çocuk Bayramı, 1933’te saltanatın kaldırılmasıyla kutlanmaya başlanan 1 Kasım Hakimiyet-i Milliye bayramıyla birleştiriliyor. Yani 23 Nisan’da seksen yıldır neyi kutluyoruz? Hem milli egemenliği hem de çocukluğumuzu, çocuklarımızı, geleceğimizi. Öncelikle milli egemenlik kısmına bakmakta fayda var. Ülkemizde gerçekten de milli egemenlik sağlanmış mıdır? Meclisin varlığı tabi ki anlamlıdır, temsili demokrasinin de krallık rejiminden daha ilerici olduğu hemen hemen aşikardır. Ancak temsili demokrasinin en önemli ayaklarından biri de, temsil edenin temsil edilen tarafından denetlenebilmesi, hesap sorulabilmesidir. Memleketi yanlış yollara sokanları ya da halkın isteğinin dışında yönetenleri, halk bir daha ki seçimde cezalandırır demek olsa olsa politik kurnazlıktır. Önemli olan bir daha ki seçimlerde yanlış yaptığını düşündüklerimizi meclisin dışında bırakmak değil, yaptıkları yanlışların hesabını sorabilmektir. Bugüne kadar hangi siyasetçi halk tarafından sorgulanabilmiş, halk tarafından cezalandırılabilmiştir? Cumhuriyetin ilk yıllarında “Tek Adam” Mustafa Kemal’in kişisel infazları ile sonraki dönemlerde periyodik olarak yapılagelmiş darbelerle ordunun keyfi infazları vardır. Ancak halkın hesap sorduğu bir siyasetçi, ceza alan bir siyasetçi yoktur. Bu da yetmezmiş gibi cumhuriyetimizin tarihi, resmi ideolojinin dışında kalan, dışında hareket eden ve bu ideolojiye başkaldıran sosyalistlerin, sosyal demokratların, İslamcıların, ayrılıkçıların zindanlara atılmasıyla, katledilmesiyle yazılmıştır. Böyle bir ortamda milli egemenliğin var olduğunu zannetmek saflıktır.

23 Nisan’ın diğer ucunu da Çocuk Bayramı oluşturur. Ülkemizin bireylerinin çocuk gelinlerin olduğu, açlıktan bebeklerin öldüğü, sokak çocuklarının cirit attığı bir zamanda, hiç utanmadan, hiç düşünmeden neyi kutluyor olduklarına anlam veremiyorum. Gelecekleri pamuk ipliğine bağlanmış, insanlık onurunu kaybetmeden yaşayabilmek için diğer çocukların omuzlarına basarak yükselmek zorunda bırakılmış, ezberci eğitimin içerisinde öğütülmüş, kafaları, ruhları, vicdanları sakat bırakılmış, farklı olmaları yadırganmış, mekanikleştirilmiş yarış atlarının yaratıldığı düzende neyi kutluyoruz, neyi kutlatıyoruz? Anlayabilen beri gelsin.

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı da 1980’de bu ismi alıyor. Daha önceleri 1938’de Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanmaya başlanıyor. Mustafa Kemal’i anma kısmına 10 Kasım’da geliriz. Şimdilik gençlik ve spor kısmından bahsedelim. Genç nüfusunun fazlalığından bir övünç kaynağı yaratmayı başaran güzide ülkemiz, aynı gençlerin %25’inin işsiz kalmasını ise engelleyememiş durumda. İşsiz genç nüfusu azaltmanın yeni yolu, üniversite olmayan şehre üniversite, halihazırda üniversite olan şehirlere de ikinci, üçüncü üniversiteleri açmak olsa gerek.İş güvensizliği ile bunalıma itilen gençler, mecburi askerlik, mecburi evlilik gibi toplumsal, ailevi görevlerle iyiden iyiye kendine yabancılaştırılıyor, bireyin kişilik kaybına, karakter kaybına yol açıyor. Tüm bunların yanı sıra gençler, yönetim mercilerinden uzaklaştırılıyor, genç nüfusun fazla olmasıyla övünenler, gençleri yetersiz görüyor, ülke yönetimine katılmalarını engelliyor. Egemenler tarafından çocuk yaşlarında torna tezgahından geçirilen çocuklar, gençlik yaşlarında yetersiz olarak adlandırılıyor, küçümseniyor, birikimsiz-kültürsüz, apolitik oldukları gerekçesiyle, karar alma mercilerinin dışında tutuluyor. E demezler mi, önce öküz bireyler var etmek için uğraşıyorsun, sonra da gençler öküz olmuş ya hû diyip yönetim kadrolarının dışında tutuyorsun, bu ne perhiz bu ne turşu. Üstüne bir de bayram edip, kutlatacaksın. Hadi sen kutlattın, bu akılsızlar niye kutluyor, anlaması güç de değil.

Günden çalmak için olsa gerek, bugün aynı zamanda Spor Bayramı olarak da kutlanıyor. Sporda başarı elde ettiğimiz birkaç devşirme atletimiz varken, Avrupa’da şubatı göremiyorken, dopingsiz sporcumuz kalmamışken, köylerde hatta kasabalarda spor tesisinden eser yokken, genç nüfusun kalabalıklığı ile övünüp lisanslı sporcu oranı Avrupa’ya kıyasla yokları oynarken, hangi Spor Bayramı’nı kutluyoruz, neyin Spor Bayramı’nı kutluyoruz? Toplumsal şizofreni böyle bir şey olsa gerek.

Gelelim 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na. Malum, “cumhuriyet bekçileri”nin en sevdiği bayramların başında gelir Cumhuriyet Bayramı. Gerçekten cumhuriyetin kurulduğuna, var olduğuna, yaşandığına inananların, cumhuriyetten başka rejimin var olabileceğini düşünemeyenlerin, kutsallaştırdıkları, aşk ve şevk ile kutladıkları bayramdır Cumhuriyet Bayramı. Lakin Türkiye’de cumhuriyet rejimi toplumsal bir değişiklik yaratmadığı gibi, Türkiye’ye pek uğradığı da söylenemez. Cumhuriyeti kabaca ülkenin bir kişi ya da bir grup tarafından değil de, herkesin katkısıyla yönetildiği rejim olarak tanımlayabiliriz. Halk devlet başkanını seçer, devlet başkanı mevcut hukuka, yasalara göre devletin idaresinde sembolik bir rol üstlenir. Ancak adına cumhuriyet dediğimiz rejimimizin ilk on beş yılı “Tek Adam” monarşisi, sonraki on iki yılı da “tek parti” oligarşisi ile geçildi. Çok partili hayata geçişle birlikte de maalesef cumhuriyet rejiminin yaşanması mümkün olmadı. Ülke yönetimi, iş adamlarının, sermaye sahiplerinin, sözde aydınların, akademiklerin ve hatta zamanla de facto olarak Sünni, Hanefi, Türk üçlemesinin sınırlarını çizdiği topluluğun gasp ettiği bir alana dönüştü. Türk’ün lidere sınırsız saygısından mı yoksa İslam’ın sözde otoriteye baş kaldırmama düsturundan dolayı mı veya da her ikisinin ortak bir ürünü olarak mı ortaya çıktığını bilmediğim tavırdan dolayı, cumhuriyet rejimi, tüm partilerin sadece liderlerinin diledikleri gibi at koşturdukları bir ortamda yaşanmaya devam etmektedir. Parti lideri ister, partinin diğer üyeleri onaylar. Birkaç kişi, birkaç dönemde itiraz edecek olursa, ya partiden uzaklaştırılır, ya parti yönetiminden el çektirilir, ya da parti içinde yalnızlaştırılır. Tekrar ülke yönetimine dönecek olursak, cumhuriyet rejiminden ne kadar uzak olduğumuzu gösterecek yepyeni iki örneğe bakmamız yeterli olacaktır. Recep Tayyip’in “tek adam”lığa özendiğini ve hatta alıştığını görmemiz için bu örnekler yeterli olacaktır. Bunlardan birincisi; başbakanın keyfince yasaklatıp sonra da keyfince barikatları kaldırttığı 29 Ekim kutlamalarıdır. Bir diğeri de keyfince ortaya attığı, Apo avukatıyla filan görüşemez  söylemidir. Cumhuriyetin ayaklarından bir tanesi hukuktur. Cumhuriyet rejimi aynı zamanda hukukun üstünlüğü rejimidir. Bir başbakan hukuku, yasaları hiçe sayıp, kendi keyfine, ideolojisine, iktidarına göre davranabiliyorsa, cumhuriyetten söz etmek mümkün değildir. Bugün mecliste, Recep Tayyip kırmızı pantolon giymeyi yasaklayalım dese, kırmızı pantolonun yasaklanacağı aşikardır. Monarşiye yakın bir oligarşiyle yönetildiğimizin farkına varmamız gerekir. Hiçbir zaman cumhuriyet rejimi gelmedi, gelmesi de mevcut dünya düzeninde mümkün değil. Bu yüzden cumhuriyet elden gidecek diye sızlanmanın manası yoktur, cumhuriyet zaten bu topraklara uğramamıştır.

Bunları söylediğim zaman Ak Parti’ye salladığımı zannederek, ama daha önceleri böyle değildi yiee diyen 20 yaşında insanlar peyda oluyor. Bu ülkenin tarihi, katliamların, işkencelerin, zindanların, fukaralığın tarihidir. Periyodik olarak askeri darbenin yaşandığı, insanların sadece fikirlerinden dolayı işkenceden geçirildiği, öldürüldüğü, sürgün edildiği, basın özgürlüğünün hiçe sayıldığı, kitapların toplatıldığı, yakıldığı bir ülkeye bir ara cumhuriyetin geldiğini zannetmek saflıktır. Padişah dilediği zaman kelle alırdı, şimdi de başbakanlar dilediği zaman dilediği kişiyi zindana atıyorlar. Bir hücrede yavaş yavaş ölmektense, kellemin alınmasını tercih edebilirim.  Vakti zamanında padişah keyfince vezir atardı, şimdi de parti liderleri keyfince milletvekili seçiyor, keyfince bakan seçiyor. Hakimlerin “bakanlık eşeği aday gösterse eşeğe oy veririm” dediği bir ülkede cumhuriyetin varlığından kim, hangi şekilde söz edebilir? Anadolu monarşi ile yönetilirken çok cahil bırakılmıştı da, şimdi aydınlığa mı kavuştu? Pazarcı Mehmet Dayı, temizlikçi Fatma Abla cumhuriyetin ne faydasını gördün? Daha fazla bürokrasiden başka ne verdi cumhuriyet bu halka? Hangi cumhuriyet, hangi bayram, hangi ilericilik?

Tüm bunların yanı sıra cumhuriyetin kutsanması da bir başka akıl-fikir fukaralığıdır. Cumhuriyet konjonktür cumhuriyeti gerektiriyorsa cumhuriyet, başka bir rejimi gerektiriyorsa başka bir rejim uygulanır. Cumhuriyet ezeli olmadığı gibi ebedi de olmayacaktır. Dönem için daha iyi olanı ortaya çıkarıldığında, cumhuriyet ile yer değiştirmesi, ilerici bir tavır olacaktır.Cumhuriyet de insanın elinden çıkmış, dokunulabilir, üzerinde tartışılabilir, döneme göre ilerici rejimden ibarettir. Değişmemesi, değiştirilmemesi gereken bir şeymişçesine var olan haline sarılmak, olsa olsa yobazlıkla açıklanabilir. Cumhuriyet insana, topluma bir şey vermez. Ancak ve ancak bireyler bir araya gelerek cumhuriyete bir anlam katabilir. Bu durumda da şükran duyulması gereken rejim değil, toplumun kendisidir.

Azıcık ilerleyip, birazcık beri gelip 10 Kasım’dan bahsedelim. İnsanların ölmüş olanları öldükleri günde yad etmelerini doğru bulan birisi değilim. Bir insanı seviyorsan, gittiği yolu benimsemişsen zaten onu gün aşırı yad ediyorsun demektir. Belli bir günde toplu bir şekilde bir insanı anma girişimi, ya toplumsal bir tehlike anında insanları birleştirmeye yönelik davranış biçimi aynı zamanda da tehlike yarattığı düşünülen odaklara karşı da gövde gösterisi olarak düşünülebilir, ya da devletin resmi ideolojisinin sürekliliğini sağlamak adına bir hatırlatma, sistemleştirerek mekanikleştirme politikası olarak uygulanagelebilir. İkisi de sağlıksız bir tutumdur. Birincisi, hala toplumu birleştiremediğimizin, yani bir toplumdan değil de, topluluklar yığınından bahsedebileceğimizin göstergesi olduğu gibi, bir yandan da ölümünün üzerinden onlarca yıl geçmiş bir insandan sonra, etrafında birleşilebilecek bir insan çıkartamadığımızın acı bir hatırlatıcısı olarak ortaya çıkar. İkincisi ise daha vahimdir; devletin bireyleri resmi ideoloji içerisinde eritme isteğinin, yani tek tipleştirerek, muhalifliğini engelleyerek, farklılıklarını törpüleyerek ilerlemesini, gelişmesini engelleme yöntemi olarak zuhur eder. Devletin eğitim-öğretim hayatında bireyin aklını nasıl sakat bıraktığını, kendi ideolojisini nasıl yavaş yavaş bireyin aklına zerk ettiğini hemen hemen hepimiz okul sıralarından geçerken öğrendik, biliyoruz. Dolayısıyla devlet eliyle yapılacak anmalara, kutlamalara karşı olmam bir mecburiyet halini alıyor. Toplumun birlik içerisinde anma hareketini de söylediğim sebeplerden dolayı doğru bulmamakla birlikte, yine de daha kabul edilebilir buluyorum. Genç cumhuriyetin(!) hala bir toplum yaratamamış olmasını anlayabiliyor, Kemalistlerin günümüzde kendilerini tehlikede hissetmelerini de mantıklı buluyorum. Ancak bu noktadan sonra da devreye bireyin bunu değiştirmek için ne yaptığı sorusu akla geliyor. Kemalist bireyler, devletle, resmi ideolojiyle o kadar uzun süre kucak kucağa yaşamışlar ki, devlet egemenlerine karşı eyleme geçme pratiğini bir kenara bırakalım, böyle bir ihtimali bile akıllarına getirememektedirler. Depolitize olmuş Kemalist bireyler, savundukları ideolojileri, Tayyip’e söverek, yılda 4-5 defa Mustafa Kemal fotoğraflarını farklı sosyal ağlarda profil fotoğrafı yaparak, senede bir defa Anıtkabir, bir defa Dolmabahçe’ye giderek yaşadıklarını zannetmektedirler. Bir kez olsun polis barikatıyla karşılaşmamış, bir kez olsun elini taşın altına koymamış Kemalist bireyler ülke elden gidiyor yaygarasını koparmakta ise hiçbir beis görmemektedirler. Mustafa Kemal’i 10 Kasım’da anmak isteyenler tabi ki ansınlar, Anıtkabir’e gitmek isteyenler yine kalkıp gitsinler. Ancak bunu yaptıktan sonra vicdanları rahatlamış, görevleri yapmış insan sürüleri olarak dönmesinler evlerine. Madem Mustafa Kemal’in bir yol açtığına dair inanç var ortada, madem bu yol bugün kapatılma riskiyle karşı karşıya, o halde elini taşın altına koyacaksın, o halde mücadele edeceksin, o halde sokağa çıkacaksın, politize olacaksın. Hayatının bir gününde Mustafa Kemal’i anmaya ilericilik dersen, Mustafa Kemal’i anmayana da yobaz-gerici dersen, bunların üzerine bir de gidip evinde rahat rahat uyuyorsan, kusura bakma arkadaşım, yobaz da sensin, gerici de sen. Gericiliğe karşı hiçbir şey yapmayıp, çok şey yaptığını zannetmenin, gericilikten çok bir farkı yoktur.

Deliye her gün bayram derler ya hani, Türkiyeliye de her gün bayram. Hani cumhuriyet olmuş, demokrasi olmuş, meclis olmuş, spor olmuş, çocuk olmuş, genç olmuş, yerli malı olmuş, öğretmeni olmuş, annesi olmuş, babası olmuş da, hepsini kutluyoruz. Her şeyi tastamam yapmışız ya hani, ilerlemenin, gelişmenin son noktasına ulaşmışız ya, kutluyoruz da kutluyoruz. 29 Ekim diyor, cumhuriyet var zannediyoruz, 19 Mayıs diyor, sporun çok iyi olduğunu, sporda çok iyi olduğumuzu zannediyoruz, hele o gençlik yok mu o gençlik, alnından öperiz biz bu gençliği diyoruz, Atatürk’ü sadece 10 Kasım’da anmak yetmez bir de 19 Mayıs’ta analım yüzü suyu hürmetine diyoruz. 23 Nisan diyor, ulusal egemenlik var zannediyoruz, çocuklarımızın geleceğinin bok içinde olmadığına inanmış gibi yapıyoruz. Tüm bu bayramları kutlamak, ahmaklığımızı gösteriyor bize, hem derme çatma bir kulübe yapıyoruz, hem de ona bir sanat eseriymişçesine hayranlık duyuyor, çok sağlam temelleri olan bir yapıymışçasına kutluyoruz. Sonra da ilk fırtınada, ilk depremde, ilk selde yıkılıp gitmesine şaşırıyoruz. Bu günleri kutlayarak vicdanımızı rahatlatıyor, görevimizi yaptığımızı farzediyor, öfkemizi bu günlerde coşkuya kanalize ederek gerçekten bir şeyler yapmaktan vazgeçiyoruz. Bayramlar masum değildir, farketmiyoruz. 

Daha fazla uzatmadan güzel dostum, bu günlerin hepsini kutluyorsun kutlamasına da, hani anıyorsun da Mustafa Kemal’i, peki gerçekten neyi kutluyorsun be dostum ve gerçekten de “sen” ne yapıyorsun be dostum? 

27 Ekim 2012 Cumartesi

Bir Sarhoşun Notları

Kadınları çoğunun geri zekalı olduğunu sıklıkla söylerim. Sadece ben söylemedim tabi bunu, tarih boyunca bir çok düşünür, aydın kadınların aptallığından dem vurup, erkekliği övdüler. Ben de pek çok düşünür gibi kadınların aptallığını dile getiriyorum ancak erkekliği övme hatasına düşmüyorum. Erkek de en az kadın kadar aptaldır. İnsan aptaldır, insanlık aptallığın ürünü ölü doğmuş bebektir. İnsanlık öldü mü, nerede insanlık, sizin hiç insanlığınız yok mu söylemleri; ölü doğmuş kavramdan medet uman bireylerin "acaba verir mi" ümidiyle götünden salladığı söylemlerdir. Esasında sadece bu kadar masum da değildir bu kavram, insanlık ancak ve ancak "insan gibi" yaşayamayanların "insan gibi" yaşayanlara karşı  öfkesini kanalize etmesiyle ortaya çıkar ve tüm "insan gibi" yaşayanların "insan gibi" yaşamayanlara karşı öfkesini kusmasını engelleyen bir silah olarak kullanılır. Açlıktan ölen insanların yaşadığı dünyada Ferrari alma hakkının var olmasını düşünen insanları suçlamayız da, rahatlıkla aç kalan insanın, Ferrari'ye binen insana kurşun atmasına insanlık dışı bir olay olarak bakabiliriz. Ve bu nasıl bir insanlıktır ki; tarih boyunca birbirine öldüregelmiştir diye sorgulamayız. Tarihi savaşlardan ibaret olan insanların; günümüz faşist hümanistliğini ezilenlere "insanlık" diye yutturmasını kabul eden milyonlarca erkek ve kadının birbirinden ne kadar farkı olabilir? Biri, bir diğerinden ne kadar daha az aptal olabilir? Evet, kadın şüphesiz ki aptaldır. Peki ya erkek? 

Erkekçi dünyanın erkekçi zihniyetinin erkekçi uygulamalarından biri de her daim kadına küfredilmesinin her bireye yayılmış olmasıdır. Erkek erkeği döver, dayak yiyen erkek de anaya, bacıya söver dayak atan erkek de anaya bacıya söver. Seni sikerim demek küfürdür, hakarettir. Dünyanın en zevkli eylemlerinden biri belki de birincisi, hakaret etmenin yöntemi haline gelmiştir. Çünkü erkekler siker, kadınlar sikilir. Sikilme hali bir erkeğin yani güçlü olanın kadınsılaşması yani güçsüzleşmesi olarak kabul edilir. Sikme ve sikilme hali; ancak aklı başında birinin aklı başında olmayan biriyle yaptığı seks için kullanılabilecek bir kavramdır. Aklı başında olan iki insanın yaptığı seks; her iki bireyin duruma göre ikiden fazla bireyin birbirlerini siktikleri eylemdir. Yani güzel kardeşim; erkek de siker,kadın da siker. Ortadan sikilen yoktur. İlla ortada bir sikilen olsun istiyorsan, git kendine kedi, köpek, eşek filan ayarla. O zaman bir sikilenden bahsedebiliriz. 

Sevgililik günümüzde tek kişiye bağlanıp kalma olarak kabul edilmiş durumda. E madem sevgililik tek kişiye bağlanıp kalma hali, peki neden evlilik var? Zaten sevgili olunca tek kişiyle takılacaksak, evlenmek neden? Evliliğin nedeni, kendini tek bir kişiye zincirlime olayı filan değildir, evlilik temel iki nedenden ötürü vardır. Bir tanesi elalem ne der kaygısı, bir diğeri de beni kolayca terkedip gidemesin, sürünsün orospu çocuğu düşüncesidir. İnsanlar bu iki nedenden başka bir nedenden dolayı "gerçek" evlilik yapmazlar. Tamam biliyorum din diye bir şey var, ama o da elalem ne der kısmına giriyor be gözüm. 

Kadınların mağaza mağaza dolaşması, evden çıkarken saatlerce süslenip, üstüne başına dikkat etmesi boş yere değildir. Kadının bunlardan başka sunabileceği bir şey yoktur. Ne muhabbet edebilir doğru düzgün, ne de fikir üretebilir. Aklı zaten eksiktir, ne kadar entelektüel olabilir? Bu sebeplerden dolayı bir yere gitmeden önce bir kadını saatlerce beklediniz diye kızmayın, elinde olan bir şey değil, eli buna mahkum. Bir de bunun tersini savunanlar vardır; kadın erkek bunlara önem verdiği için bunları yapıyor, dolayısıyla erkeklerin aşırı aptallığı kadınları saatlerce dış görünüşüyle ilgilenmeye itiyor derler. E madem erkekler bu kadar aptal, siz niye daha aptal olup, erkeklerin istekleri için şekilden şekle giren maymunlar oldunuz ki? Mal mısınız, zekasız mısınız?

Eşcinselleri seviyorum, nesli tükenmekte olan beyaz kaplanları sevdiğim gibi seviyorum. Nesli tükenmekte olan insanlar gibi gelmişlerdir bana her zaman. Genelde de "insanlık" kavramının onlardan türediğini düşüneceğim kadar insandırlar. Bu eşcinsellerin sevmediğim bir tarafları var; çevrelerindeki hemen hemen herkesi eşcinsel olarak görme huyları. Küçükken bir erkekle mi öpüşmüşüm, tamam, kesin eşcinselim. Küçükken bir erkeğe pipimi mi göstermişim, tamam, kesin eşcinselim. Tüm bunları önemsemiyorum, bir eşcinsel çıksın, istediği kadar her türlü eşcinsel temastan bir eşcinsellik çıkarmayı becersin. Umrumda bile değil. Ama bir eşcinselin tüm duyguları bir kenara bırakıp tamamiyle fiziksel dürtülerle bir erkeğin götüne boşalmayı eşcinsellik olarak adlandırmasını da doğru bulmuyorum. Eşcinseller genelde heteroseksüeller için iğreniyor olsan benimleyken sikin kalkmazdı, amın sulanmazdı derler. E iğrenmediğine göre de kesin eşcinselsin derler. Hani bir şeyi ya arzuluyorsundur, ya da iğreniyorsundur sanki. Ortası olamazmış gibi konuşurlar. Eliyle tatmin olabilen herkes, kendi hemcinsiyle de tatmin olabilir. Bu tatmin olma yöntemini engelleyen tek şey toplumsal normlardır. Bir kadın beni yalamaya başladı ama ben hiç zevk almadım diyen kadın ya yalan söylüyordur, ya da gerçek mana da hastadır. kendimizi kandırmayalım, toplumsal baskıdan sıyrılan herkes biseksüeldir. Aksi akılsal tutsaklıklarla açıklanabilir. 

İnsan evladı hayvandan beterdir. Bunu bugüne kadar anlamamış olan insanların sayısı, neden hayvandan daha beter olduğumuzun göstergelerinden bir tanesidir. Bugüne kadar tek bir canli yoktur ki, dünyanın varlığını tehdit etsin. Bugüne kadar tek bir canlı yoktur ki, sadece daha üst bir seviyede görünmek için başkasının canına son versin. Bugüne kadar tek bir canlı yoktur ki, sevişmeyi küfür olarak kullanabilsin. Bunların hepsini yapabilmiş tek canlı türü biziz. E hala neyin övünmesinde neyin gururlanmasındayız? Hayvanlar gibi yaşamayı kötüleriz, hayvanlığı kötüleriz, hayvanca seksi bile kötüleriz; ama kimimiz günlüğü on bin liralık evlerde kalırken kimimizi sokakta bırakmayı da iyi biliriz, kimimiz insanca olduğunu söyleyip birbirimizi sadece kendi kıçımızdan uydurduğumuz sınırları korumak için ölecek olanları cepheye göndermekle meşgulken kimimizi de cepheye sürecek argümanlara sahip oluruz, kimimiz insanlara tecavüz ederken tecavüz edilenlere hala insanca seksi öğretmeye çalışırız. Bu kadar da "ukala" varlıklarız. 


Ülkemizde açlık grevini ölüm orucuna evriltmek üzere olan insanlar var. Ülkemizde kendini müslüman olarak tanımlayan insanlar da var. Ve yine ülkemizde Kurban Bayramı diye bir bayram var. Kurban kim, kurbanın olduğu yerde bayram olabilir mi gibi soruları bir kenara bırakıp sadece müslümanların çoğunlukta olduğu bir bölgede bireyin aç insanları hatırlamayıp mangal yakabiliyor olması nasıl mümkün olabilir sorusunu sormak olacak benim derdim. Gerçekten bu mümkün müdür? Açlık grevleri, ölüm oruçları tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de can aldı, sakat bıraktı. Göz göre göre bir insanın yitip gitmesine eyvallah demek, olsa olsa canilerin, zalimlerin işidir. İnsanlar her geçen gün yitip gidiyorlar, her geçen gün daha da ölüyorlar. Yavaş ve sancılı bir ölüm bu ve bir o kadar da çabuk. Ölüm orucuna giren insanların ölmesi çok uzak bir ihtimal değil, ancak ölüm orucuna seyirci kalanların, seyredip de harekete geçmeyenlerin yaşayabilmesi oldukça uzak bir ihtimal. Apo avukatlarıyla görüşebilsin, Apo  yakınlarıyla görüşebilsin diyerek bir çok insan açlık grevine girdi. Bu açlık grevleri için kimileri PKK'nın isteği dedi. Hiç mi aklınız yok; hiç mi suyun altında kalmayı denemediniz? Bir insan hangi sebepten olursa olsun, suyun altında kendini bırakarak intihar edemiyorsa, bir başkasının isteğiyle de ölüm orucuna girerek intihar edemez. Ne uğruna olursa olsun, hangi sebepten olursa olsun. Bir insan ölüm orucuna girebiliyorsa, o insan bir ideale, bir düşünceye, bir eyleme kendine inandığından daha fazla inanmış demektir. En azından ölüm oruçlarını emre, zorlamaya, tehdide bağlamayalım. 



10 Ekim 2012 Çarşamba

Dinsel Zırvalıklara Zırvasal Cevaplar

İddia: Tanrı insanları sınamak için Dünya'ya göndermiştir.

El-cevab: Hemen hemen her inanan kabul eder ki; Tanrı figürü insanla, insanın Tanrı karşısındaki konumu da karıncayla özdeşleştirilemez. Tanrı ile insan arasındaki fark, insan ile karınca arasındaki farktan çok daha fazla olarak kabul edilebilir. Biz yine de bu farkı küçülterek insan ile karınca arasındaki muhabbetle bu iddiaya cevap verelim. Siz için bir insanın bir karıncayı sınamak zorunda hissettiğine şahit oldunuz mu? Ya da bir insanın bir karıncayı, sırf daha iyi toprak kazamıyor ya da daha iyi yiyecek bulamıyor diye cezalandırdığına şahit oldunuz mu? Hatta ve hatta bu konularla ilgilenip, bunu önemseyen birilerine şahit oldunuz mu? Bizim karıncayla olan konumumuzu baz alarak düşündüğümüzde bizden çok daha üstün olduğuna inandığımız bir Tanrı'nın bizi sınamak için Dünya'ya gönderdiğine nasıl inanabiliriz? İnsan evladı gibi hoşgörü sınırı olan, ikili ilişkileri bilinçli olmadığı zamanlarda da kişisel çıkarlarına hizmet eden bir varlık bile üç yaşındaki çocuğu tabak kırdı diye sinirlenip dövmüyorken; üç yaşındaki çocuğun yetişkin bir insanla olan birikimsel, mantıksal, duygusal her türlü karşılaştırmadan çok daha üstün bir farka sahip olan insan-Tanrı karşılaştırmasında Tanrı'nın insanları sınamak için Dünya'ya göndermiş olmasından bahsetmek saçmalıktır.

İddia: Tanrı insanların Dünya'da ki amellerine bakıp, ya cennetle ödüllendirecek ya da cehennemle cezalandıracaktır.

El-cevab: Tanrı gibi süper güç olduğuna inandığımız bir figürün, kendi yarattığı bireyleri, olmamış bunlar diyerek cezalandırması trajikomik bir durumdur. Bu sav sıklıkla insanların iradeli varlıklar olduğu, bu sebepten dolayı da kötü olanı seçip seçmemek gibi bir özgürlüğe sahip olmalarından dolayı cezalandırılmalarının da normal olacağı görüşüyle desteklenir. Bu görüşü doğru kabul ettiğimizi varsayarak konuşmaya devam edelim. Diyelim ki insanlar iradeli varlıklar ve diyelim ki gerçekten de bir şeyleri seçmek gibi bir özgürlüğe sahipler. Ya hu akıl var mantık var, çocuğunu ateşten kurtaran anadan daha hoşgörülü olduğuna inanılan bir yaratıcının;   hatalarından dolayı bir insanı cayır cayır cehennemde yanacağına inanmak, nasıl bir zalim yaratana inanmaktır? Tanrı, cani midir, gaddar mıdır, zalim midir? Diyelim ki öyledir, o halde Dünya'da uygulanması gereken de; suç işleyeni cayır cayır yakmak mıdır? Üç saatlik ÖSYM sınavlarıyla bireyin hayatının geri kalanının şekillendirilmesinin haksızlık olduğuna inananlar, nasıl olur da sonsuz hayata kıyasla varlığından bile bahsedilemeyecek olan maksimum bir asırlık ömürden dolayı işkencelerden işkence beğen bir öbür dünyaya inanabilirler? Nasıl bir kafa bu söylenenleri yadırgamaz, nasıl bir insan böyle bir Tanrı'ya inanacağıma o Tanrı'ya karşı ayaklanırım demez hayret ediyorum doğrusu.

İddia: Hayır da Şer de Tanrı'dan gelir. Bu sebepten dolayı başımıza gelen her şeyden sonra şükretmemiz gerekir, itiraz bizim kültürümüze terstir.

El-cevab: Yaratan akıl fikir versin diyerek işe başlayabiliriz. Hayır da şer de Yaratan'dan geliyor olsaydı ve itiraz kültürü İslam'a ters olsaydı; Muhammed nasıl oldu da var olana itiraz edebildi? Nasıl oldu da var olanı değiştirmek için ortaya çıkabildi? E şer de hayır da Tanrı'dan geldiğine göre ve bu durumda sadece şükretmek gerektiğine göre, nasıl oldu da bunca peygamber çıkabildi? Aklınızı ne ara kaybettiniz diye sormayacağım, zira bu ülkede akıl bireylerden uzaklaşalı çok oluyor.

İddia: Sünniler Müslümandır; diğerleri sapmıştır.

El-cevab: Mezheplerin bir çoğu politik nedenlerden dolayı ortaya çıkmış, sonradan bir çok değişikliğe uğramışlardır. Sünnilik İslam'ın en tutucu, en muhafazakar mezhebidir. Kuran'ın her döneme hitap etme iddiasını, gönderildiği gün ne yazıyorsa, onu ilk anlamıyla anlayıp direkt olarak hayatımıza geçirmeliyiz şeklinde algılayanların mezhebidir sünnilik. Kendi mezhebi dışında kalan tüm mezheplere karşı gözlerini kapatır, kulaklarını kapatır başını kuma sokar. Evrilerek ilerlemesi zordur. Gericiliğin simgesidir. Özünde bu olmasa bile, günümüzde tamamiyle bu anlamı karşılar hale gelmiştir. Sünnilik Türkiye Sosyalizminin TKP'sidir.  Yazıktır, acınasıdır.

İddia: Kuran'ın hiçbir noktası, hiçbir harfi değişmemiştir, değiştirmeye çalışanı Tanrı çarpar.

El-cevab: Kuran'ın kitaplaştırılma sürecinden azıcık haberi olan hiçbir insanın böyle bir iddiası olamaz. Malum  Kuran, bir heyet tarafından toplanmış, bireylerin elinde olan bir çok metin toplanmış, üzerinde ortaklaşılan ayetler direkt olarak kitaba girmiş, ortaklaşılamayanlarda da heyet hakemleri devreye girmiş, ayetin nasıl olması gerektiğini belirlemişlerdir. Bu şekilde oluşan bir kitaptan tek bir harfi bile değişmemiştir diye bahsetmek, Tanrı'nın insanlar üzerine ki doğrudan etkisini kabul etmektir ki; bu da bir diğer inanışa, sınanma inanışına ters düşer. Hem sınanıyoruz, hem de Tanrı tarafından doğrudan etkiye maruz kalıyoruz. Bu nasıl sınanmak, bu nasıl sınav?

İddia: Muhammed'den bahsederken, isminin başına "Hazreti" ibaresi koymak gerekir, aksi bir durum saygısızlıktır.

El-cevab: Hazreti, sayın anlamına gelen sıradan bir Arapça kelimedir. İnsanların arasına resmiyet sokan kelimelerden bir tanesidir. Muhammed'i bir sevgili bir dost bellemiş insanın, Muhammed'den bahsederken başına hazreti ifadesini koyması, olsa olsa samimiyetsizliktir. Hiçbir insan sevdiğiyle dostuyla, isminin başına sayın koyarak konuşmaz. Bununla birlikte, Muhammed'in peygamberliğine inanmayanlardan da bu ön sıfatı beklemek mantıksızlıktır. Ben şeytana tapıyorum, şeytandan bahsederken başına hazreti koyacaksın diyen bir insan ne kadar mantıklı konuşuyorsa, Muhammed'in peygamberliğine inanmayan bir insana da bir müslümanın ön sıfat olarak hazreti ifadesini kullanacaksın diyen insan da o kadar mantıklı konuşuyordur.

Dipnot: Bu zırvalamaların devamı gelecektir. İyi okumalar.


17 Ağustos 2012 Cuma

Hüseyin Aygün, HPG ve Şakşakçılık

Hüseyin Aygün'ü severim. Milletvekili olmadan önce de katıldığı programları takip eder, özellikle "Dersim Soykırımı" ile ilgili derin bilgilerinden çokça faydalanırdım. Sosyalist tandanslı olduğunu bildiğim Hüseyin Aygün CHP'den aday olduğu zaman çokça şaşırmıştım. Nasıl yani, neden ki, hayr'ola, acep gibi kimi anlamlı kimi anlamsız nidalar çıkarmıştım. Ancak bir müddet sonra şaşırmışlığım yerini takdire bıraktı. Hüseyin Aygün o CHP'nin içerisinde Dersim realitesinden, Alevi realitesinden hiç ödün vermeyen açıklamalar yaptı, düşüncelerini ortaya koydu.

Hüseyin Aygün'ün CHP'den aday olması beni ne kadar şaşırttıysa, HPG tarafından gözaltına alınması da en az o kadar şaşırttı. Milletvekili kaçırmayı, milletvekilini gözaltına almayı doğru bulmuyorum. Bir seçilmişin, milletin temsilcisinin alıkoyulmasının hangi sebepten olursa olsun bana göre mantıklı bir izahı yoktur. Vali kaçırırsın, kaymakam kaçırırsın, askerliği meslek olarak tercih etmiş olanı kaçırırsın, polis kaçırırsın ayrı; ancak vekil kaçırmak apayrı. Bunların neden farklı olduğunun açıklamalarını uzun uzadıya yapmayacağım. Sadece bu konudaki fikrimi net bir şekilde ortaya koymak istedim, o kadar. Şimdi dönelim esas mevzuya. HPG illa birini kaçıracaksa, neden AKP'li birini değil de, MHP'li birini değil de, CHP'li herhangi başka birini değil de Hüseyin Aygün'ü kaçırmıştır diye kendime sordum. Mantıklı olarak kabul edebileceğim bir cevaba ulaşmakta zorlandım.

Sağolsun Fırat Haber Ajansı'nın haberleri beni bu mantıklı cevap arayışı uğraşından kurtardı. Zira kaçırma olayının, hatta Fırat Haber Ajansı'nın deyimiyle "gözaltının" mantıklı hiçbir nedeni olmadığını Fırat Haber Ajansı sayesinde öğrenmiş oldum. HPG, Hüseyin Aygün'ü, artan "halk şikayetleri" sebebiyle gözaltına aldıklarını ve gerekli "hukuki işlemlerin" ardından tekrar serbest bırakılacağını, bu süreç içerisinde kendisine "devletin kirli politikalarının" hizmetine girmemesi gerektiğinin hatırlatılacağını söylüyor. Hüseyin Aygün'ün hangi söylemlerde, açıklamalarda bulunarak bu kirli politikalara hizmet ettiğini ise 17 Ağustos tarihinde Fırat Haber Ajansı tarafından okurlara sunulan Hüseyin Ali imzalı metinde görüyoruz. Hüseyin Aygün kabaca, Dersim halkını, Kürt olarak görmeyerek, Zazaca'yı Kürtçe görmeyerek, PKK'li çözümü değil de, siyasi çözümü savunarak, Dersim'i Kürdistan coğrafyasından koparmaya çalışarak, kısacası PKK ve BDP'nin aleyhinde diyebileceğimiz bir kaç fikre sahip olduğundan mütevellit HPG tarafından basitleşilerek, faşizanlaşılarak, diktatörleşilerek "devletin kirli oyunlarına" hizmet eden insan olarak algılanmıştır. Bu da üzülerek söylüyorum; PKK'yi, HPG'yi bir kez daha bölgede kendisinden başka aktör istemeyen, kendisinin düşündüğünden başkasını düşünen bir aydın, bir düşünür, bir halk çocuğu istemeyen, bunu yapanları bölücü olarak tanımlayan(içinde bulunduğu ironik durumu hiç gör(e)meden) bir akla sahip hale gelmiş.

Bununla birlikte Hüseyin Aygün'ün serbest bırakıldıktan sonra ki ilk açıklamaları oldukça önemli. Gerilla için "genç arkadaşlar" tabirini kullanıyor ki; BDP'li ve HDK'li vekiller dışında bu tabiri kullanabilecek bir elin parmağını geçmeyecek sayıdaki insandan biridir Hüseyin Aygün. Açıklamalarına devam ederken, "genç arkadaşların" kendisine "bu savaşı anlamsız bulduklarını", "istedikleri demokratik özerkliğin hiçbir şekilde silahlı mücadele gerektirmediğini" söylüyor. Yani HPG, kendi yaptığı eylemle kendi mücadelesinin anlamsız olduğunu Hüseyin Aygün aracılığıyla bize iletiyor diye düşünmemiz içten bile değil. Ancak kazın ayağının böyle olmadığı sonraki söylemlerden ortaya çıkıyor. Hüseyin Aygün önce kendisiyle muhattap olanların 18-25 yaş arasındaki 6-7 genç olduğunu söylüyor, arkasından da Bahoz Erdal'ın bu gençleri arayarak kaçırma olayının doğru olup olmadığını sorduğunu bizlere iletiyor. Yani PKK'nin üst düzeyde Hüseyin Aygün'ü kaçırın, sorgulayın, gözaltına alın gibi bir direktifi olmadığı gibi bu durumdan haberlerinin de olmadığını anlıyoruz. Üç-beş gerilla bu eylemi kendi insiyatiflerini kullanarak ve tahminimce bir anda bu kararı vererek gerçekleştiriyorlar. Hüseyin Aygün'ün açıklamalarına bakacak olursak, yol kesen gerillanın ordan Hüseyin Aygün'ün geçeceğinden haberi bile yok. Fırat Haber Ajansı haberleriyle Hüseyin Aygün söylemleri arasında var olan çelişkilerden biri de bu durum. Fırat Haber Ajansı'na göre Hüseyin Aygün artan halk şikayetleri nedeniyle HPG tarafından gözaltına alındı, Hüseyin Aygün'ün açıklamalarına göre ise PKK'nin üst düzey kadrolarının bu gözaltına alınma olayından haberi yok, kendisini kaçıran gerillaların o yoldan kendisinin geçeceğinden haberi yok ve yine Hüseyin Aygün'ün ifadesiyle gerilla Hüseyin Aygün'e; "sizi dost bir milletvekili olarak görüyoruz" diyor. Yani ya Hüseyin Aygün, gerillaların kendisine söylediklerini çarpıtıyor, ya da HPG yönetimi halihazırda yapılmış olan eylemden bir pay çıkarma derdine giriyor. İkinci akla da mantığa da daha yakın.

Benim anladığım kadarıyla bu eylem bir grup gerillanın kendi insiyatifiyle gerçekleştirdiği bir eylem. Gerek BDP, gerek STK'lar, İHD vb. kurum ve kuruluşlar kaçırma olayının duyulmasından itibaren Hüseyin Aygün'ün derhal serbest bırakılması için çağrıda bulundular. Bu çağrılar muhtemelen Hüseyin Aygün'ün çabuk bırakılmasında etkili oldu. HPG yönetimi de madem bu işi yaptık, bari karşılığında bir fayda sağlayalım mantığıyla eylemi kabullenip, eylemin gerekçesini oluşturup, eylemi anlamlandırmaya çalışıyor. Bazı sosyalistler, sosyal demokratlar, anarşistler de bu anlamlandırma işinden pay çıkarıp, eylemin, ne denli önemli olduğundan, ne kadar da harika bir eylem olduğundan bahsedebiliyorlar. Ak Parti hükümetinin yaptığı her işi olumlayan muhafazakar islamcılardan sonra, PKK'nin yaptığı her işi olumlayan sosyalist bir çevre de oluşmuş gibi görünüyor. Zira bu eylem Kürt halkının özgürleşmesi için, haklarına kavuşması için Kürt illegal ve legal hareketlerine ne kazandırmıştır sorusunun cevabı kocaman bir hiçlik. PKK siyasi propagandasını yaptı diyebiliriz, Hüseyin Aygün'ün açıklamalarıyla birlikte PKK'nin "öcü" olarak algılanmasına bir darbe vuruldu diyebiliriz daha işkembemizden tonla "mükemmel" sonuç ortaya çıkarabiliriz. Ancak gerçek hayata dönüp baktığımızda bunların hiçbirinin gerçekleşmediğini görürüz. Hüseyin Aygün zaten sosyalist tandanslı bir insan olarak milliyetçilerin, ulusalcıların, muhafazakarların, konformistlerin gözünde CHP'ye yakışmayan(!), BDP'nin hemen yanı başında duran bir insan. Dolayısıyla söylediği her şey, bir BDP bir HDK vekilinin kaçırılmadan da söylediklerinin etkisi ne kadarsa ancak o kadar etkili olabilir. Çünkü Türkiye toplumunun bu gerici toplulukları için Hüseyin Aygün zaten onlardandır, ve onlardan olana ne kadar saygı gösterilirse, Hüseyin Aygün'ün söylediklerine de o kadar saygı gösterilecektir. Zaten Hüseyin Aygün'ün açıklamaları sonrası oluşan genel tablo da bunu kantılar niteliktedir. HPG'li bir grup gerillanın Hüseyin Aygün'ü alıkoyması, en fazla Hüseyin Aygün'ün CHP'den ihracına neden olacaktır. Bu da "Yeni CHP" kavramının sonu anlamına gelir. Başka bir kıymeti harbiyesi yoktur, olması da düşünülemez.

Dipnot: Cemil Çiçek, HPG'nin Hüseyin Aygün'ü alıkoyması ile alakalı olarak; "Milletin iradesine saygısızlık" demiş. Kendisini ağzından nadiren çıkan iyi söyleminden dolayı tebrik ederim. Ancak kendisine dokuz milletvekilinin tutuklu olduğunu, kendilerinin de seçilen vekilin yerine "Oya Eronat"ı meclise yolladıklarını hatırlatmak gerekiyor gibi. Ne dersin Cemil Çiçek, kendi söylediğine de karşı çıkacak değilsindir herhalde?

10 Ağustos 2012 Cuma

Hay Sizin Arkadaşlarınıza

Zaten benim kadın arkadaşlarım da var. "Adam" gibi durdukları sürece kadınlarla bir sorunum yok ki. Hem bir türkiye erkeğiyim ben, kadınları sevmek bizim geleneğimizde var. Mesela otobüste kadınlara yer veririz biz, ağır bir şey taşıtmayız, o kadar değer veririz ki kadına kadın bile demeyiz, bayan deriz. Restaurantta oturması için sandalyeyi çeker, ceketini asar, hesabı öderiz. Sırf çok düşünüp aklını yormasın diye siparişi onun yerine veririz. Onun yerine para kazanırız ki, garibimin bedeni yorulmasın, gece yatakta dinç olsun, zinde olsun. 

Benim Kürt arkadaşlarım da var örneğin. Türk oldukları sürece Kürtlerle bir sorunum yok ki. hem Kürtler'in Türkler'den neyi eksik söylesene bana. Türk'üm dedim diye faşist mi oluyorum şimdi. Ya aslında bu Kürtler güzel insanlar. Irk.ı değilimdir yani ben. Ama şu dış güçler yok mu, hep bu ABD-İsrail filan giriyor bunların kanına. Yoksa Kürtler Türk kökenlidir zaten. Nasıl kanları bozuk olsun ki değil mi ama?

Benim eşcinsel arkadaşlarım da var. Erkekler kadınımsı olmadıkları sürece çok umursamıyorum. Bana sulanmasınlar tabi bir de. Çok özgürlükçü bir insanım ben, sevgililerin otobüste  öpüşebilmesini savunuyorum. Ama şu eşcinseller öpüşmesinler. Ne o öyle, ıyk yani. Lezbiyenler öpüşebilirler tabi, o hoş oluyor. Böyle bir gıdıklanma oluyor bende. Bir sertleşme filan oluyor.

Alevi arkadaşlarım var bir de, onlar da çok şeker. Bu aleviler iyi olmasına iyi de, gerçek alevilerse iyiler. Yoksa politik kaygılarla filan müslümanlıktan çıkanları var. Yok efendim cemeviymiş, yok efendim Ömer ile Osman haksızlık yapmış, Ebu Bekir şöyleymiş. Hiç olacak şey mi bunlar? Ali'yi biz de seviyoruz. Ali bizim de canımız. O halde ne gerek var cemevine filan, gelsinler camilere. Sonuçta hepimiz müslümanız, din kardeşiyiz. Ha ayrıca ramazandayız, hiçbirinin oruç tuttuğu yok. Olacak şey mi şimdi bu? Hadi Ali cami de öldürüldü diye camilere küstünüz, namaza küstünüz. Oruca niye küsüyonuz? Gelin canlar bir olalım, bizim sünnilere uyun siz.

Başörtülü arkadaşlarım da var. Sıkmabaş filan yapanlar var ya, onlardan değil. Onlar siyasi simge olarak kullanıyorlar çünkü. Siyasal islam da hazır iktidar olmuşken, sıkmabaşa geçen geçene. Halbu ki tülbent bağlamaları lazım. Doğrusu odur çünkü. Tülbentin iki ters ucunu birleştirip üçgen yaparsın, büyük kısmıyla saçını örter, iki ucunu tekrar üst üste çapraz şekilde getirip birini alttan geçirerek bağlamış olursun. Böyle olması gerekir yani, doğrusu da budur, olması gereken de budur. Bir de başını örtüp kıçını açanlar var. Ayıp değil mi yani? Hatta geçende birini gördüm alkol alıyordu, hiç olacak iş mi? Başörtüsü taktıktan sonra über-müslüman olması gerekiyordu halbuki, neden olmamışlar anlamadım. Bir de okula filan girmesinler, kamusal alana da girmesinler. Yoksa geri kalan yerlerde taksınlar beni ilgilendirmez. Dedim ya, özgürlükçüyüm ben.

Geçenler de bir de Yahudi arkadaşım oldu benim. Ama görseniz şeker gibi çocuk. Ne o abuk subuk yobaz gibi saç lüleleri var, ne sakal uzatmış, ne o kapkara kıyafetleri giyiyor ne de kafasına o küçük takkeden takıyor. Çok modern bir görünümü var. Hani bizden daha Avrupalı. İsrail'i savunmuyor tam bir Türkiye aşığı. Gerçi sonuçta Yahudi insan, çok inanmadım Türkiye aşığı olduğuna ama, bir ihtimal demedim de değil. Bir Yahudi gibi değil de bir müslüman gibiydi valla, bir kelime-i şehadeti eksik.


Bir bitin amk.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Doğru Yaşama Kınama

Her insanın kendine ait doğru yaşam kavramı vardır. Birbirindne farklı iki insanın, hatta aynı anda var olmayan aynı insanın birbirinin aynı iki doğru yaşamı var olamaz. Ancak birbirinden farkı çok küçük olduğundan dolayı, bu farkı yok sayabileceğimiz durumlar vardır. Ve bu yoksayabilme ihtimalindne yola çıkarak toplumsal bir doğru yaşama ulaşırız.

Doğru yaşam bizim toplumumuzda oldukça basittir. En iyi okulları en iyi derecelerle en kısa zamanda bitirip, en kısa zamanda evlenerek en kısa zamanda çocuğu doğur(t)makla ilgilidir. Bu doğru yaşamI devam ettirme isteği oldukça basit maddi isteklerle süslenmiştir. Doğru yaşamı savunarak aile olmaya adım atmış erkek ve kadın; daha iyi bir ev için, daha iyi bir araba için, daha iyi bir elektrikli süpürge için, daha iyi bir çocuk gelişimi için, daha iyi tatiller için, daha iyi arkadaşlar için çalışmak zorundadır. Bu yüzden de çalışmayı kutsarlar. Yani doğru yaşam; en kısa zamanda en iyi statüye ulaşmak ve statü üstünlüğünü kullanarak olabilecek en üst statüdeki insanla evlenmek sonucunda oluşan birlikteliğin her zaman daha iyiye doğru gitmesidir. Bu da her zaman çalışmanın kutsanması anlamına gelir.

Bu başlıkta çalışmama hakkından, ya da çok çalışmanın dezavantajlarından bahsedecek değilim. İnsanlar yukarıda üstünkörü anlattığım yaşam biçimini doğru yaşam formu olarak kabul etmekte baskıcı kültür altındaki kıstlı düşünüş alanında özgürce seçme hakkına sahipler. Sorun bu haktan sonra başlıyor. Bu yaşam biçimini doğru olarak kabul eden insanlar kültürel bir faşizm duygusuyla bu yaşam biçimini doğru kabul etmeyenlere yüklenmeye başlıyorlar. Daha iyi bir iş istemeyene azimden yoksun, daha iyi bir ev istemeyene karaktersiz, daha iyi bir elektrikli süpürge için çalışmayana serseri diyorlar.

Evet, bu doğru yaşam biçimini kabul etmeyen benim gibiler serseri olabilir, karaktersiz, azimsiz, haysiyetsiz olabilir. Ancak bunların hepsi bireysel bir seçimin ürünüdür. Söylediklerinizi doğru kabul edecek dahi olsam, serserilik, karaktersizlik, haysiyetsizlik bilinçli bir seçim olduğu sürece, bir başka bireyin karışabileceği bir durum değildir diyebilirim. Yani kısacası dostlar; ömür bireyseldir, toplumsal bunalımlara, abukluklara, saçmalıklara peşkeş çekilemez. Kültürel faşizmden herkes mutlaka payını alır, önemli olan buna boyun eğmemektir.

9 Haziran 2012 Cumartesi

Seçim Hakkı Mı, Yaşam Hakkı Mı?

Kürtajın yasaklanmasından yana değilim, hiçbir şeyin yasaklanmasından yana olmadığım gibi. Yasaksız ve hatta yasasız bir toplum hayal ediyorum. Sadece, kürtajı kadının seçim hakkı olarak gören insanların(ki çoğunluğu çoğu zaman görüşlerimin ortaklaştığı sosyal demokratlar, sosyalistler, feministlerdir) sırf "RTE" kürtaj yasaklanmalı dediği için kürtajsever bir konuma kendilerini itilmiş bulduklarını düşünüyorum. Feministler de dahil hemen her kadın, kürtajı kadının seçim hakkı olarak savunurken yine de kürtajdan; istenmeyen durum, zoraki alınan karar, hiçbir kadının güle oynaya yaptırmaya gitmediği bir operasyon olarak bahsederler. Bu bahsin ardından benim aklıma gelen ilk şey "madem bu kadar kötü, o halde olabildiğince azaltmak lazım" oldu. Yasakların hiçbir zaman yasaklanmak isteneni ortadan kaldırdığına şahit olmadım. Olsa olsa var olanın kalitesini düşürür, var olanı gizli kapıların ardına atar. Bu da daha fazla insanın yasaklanmak istenen eylemden dolayı zarar görmesine neden olur.

Yine de sadece bu sebeple kadının seçim hakkını savunmak doğru değildir. Birisi çıkıp, devlet hırsızlığı da engelleyemiyor, serbest bıraksın ihtiyacı olan ihtiyacı olduğu şeyi çalsın, ne çalarken hırsız birilerini öldürsün ne de birileri hırsızı öldürsün diyebilir(ki bana göre esasında hırsızlık da serbest olmalı ancak bu başka bir başlığın konusu) ya da yazık hırsızlara, pencerelere duvarlara gece vakti tırmanıyorlar, düşüp oralarını buralarını kırıyorlar, serbest olsun da rahat rahat kapıdan girip çıksınlar diyebilir. Devlet sırf bir şeyi yasakladığı zaman engelleyemiyor diye yasaklamaktan vazgeçilmez. Zaten kürtajı yasaklayarak bitiremezsiniz diyenlerin de, yasaklanarak bitmesi gibi bir derdi yok. Yani yarın bir gün devlet ciddi bir kürtaj denetim timi oluştursa, kürtajı yasakladım ve tek bir kürtaj yaşanmasına dahi izin vermeyecem dese, kadının seçim hakkını savunanlar, "aa bak şimdi kürtaj yasaklanabilir" diyecekler mi? Tabi ki hayır. O halde masanın üzerindeki kalabalığı birazcık azaltalım. Yasaklansa dahi kürtajın engellenemeyeceğiinden dolayı kürtajın yasaklanmaması gerektiği söylemi içi de dışı da boş bir söylemdir. İçi de dışı da boş olmayan söylemlere eğilelim.

Yasakları savunmadığımı daha önce söylemiştim, bunun nedenine dair bir kaç şey söylemekte fayda var. En basitinden hiçbir yasak, insanların iç yapısını değştirmeye yönelik değil, onları dalkavuklaştırmaya, sahtekarlaştırmaya yöneliktir. Bir hükümet kolayca kendisi için yanlış olan bir eylemi yasaklayabilir, bu yasağa uymayanların ceza almasını sağlayacak yasaları da oluşturabilir. Peki bu yasak insana ne kazandırır? Bir insan sadece 30 yıl içerde yatacağını düşündüğü için katil olmuyorsa, bu insanın bir katilden ne kadar farkı vardır? İnsanların tecavüzcü olmasına neden olan sosyolojik, psikolojik, kültürel nedenleri ortadan kaldırmadan tecavüzü yanlış olarak belirleyip, buna bir yasak getirmenin çözüm olduğu söylenebilir mi? Evet, fiili olarak tecavüzler azalır. Ama akli-vicdani olarak tecavüzcüler azalmaz. Tecavüzcüleri azaltacak olan yasaklar değil, tecavüzcünün tecavüzcü olmasına neden olan ögelerin ortadan kaldırılmasıdır. Yasakları sadece çözüm olmadığı gerekçesiyle değil, aynı zamanda birbirinin aynısı, dogmatik kafalı bireyler üretmeye neden olduğu için de doğru bulmuyorum. Tesadüfen Türkiye'de doğan bir çocuğun uyması gereken kurallarla, tesadüfen Somali'de doğan çocuğun uyması gereken kuralların farklı oluşunu doğru bulmuyorum. Doğru bulmadığım uyulması gereken kuralların farklı olması değil, farklı kuralların uyulması gereken olarak belirlenmesi. İki insan da sadece birer insan olarak doğuyor, ancak daha sonra bir Somaliliyle bir Türkiyeli haline geliyor. Yasaklar hem dogmatikleştiriyor, hem de bölüyor.

Bu yüzden bir kürtaj yasağına kürtaj bahsinden değil, sadece yasak bahsinden bile karşı olmak durumunda oluyorum. Öncelikle bunun altını çizmemde fayda var. Zira daha sonra gelebilecek bir çok "saçma" soruyla uğraşmak istemiyorum. Tarafımı net bir şekilde çiziyorum.

Kürtajı kadının seçim hakkı üzerinden savunan insanların söylediklerine dikkat etmekte fayda var; iş kariyeri, eğitim kariyeri, evli olmama hali(toplum baskısı), töre baskısı, maddi yetersizlik, manevi yetersizlik, fiziki deformasyon endişesi, psikolojik deformasyon endişesi... Kadınların seçim hakkına tabi ki önem veriyorum. Ama kadınlar bu bizim seçim hakkımız, benim bedenim benim kararım derken, aslında bir yandan seçimlerini kapitalizme bir yandan da ataerkil sisteme göre belirliyorlar. Gemi batıyor, kadınlar dümeni kurtarmak derdinde.

Kürtaj bir seçim hakkı mıdır? Bana göre her şey bir seçim hakkıdır. Ancak kendimce bazılarını etik bulurum, bazılarını bulmam. Etik bulmadıklarımın da yasaklanmasını değil ancak minimum seviyeye nasıl indirilebileceğinin tartışılmasını isterim. Hiç kimsenin bir kürtaj olayım da kendime geleyim dediğini zannetmiyorum, hiç kimsenin kürtaj olmak için hamile kaldığını da düşünmüyorum. O halde kürtajseverlik yapıyormuş gibi konuşmayalım. Önce istemsiz hamileliğin önüne geçmek için her türlü önlemi alalım. Arkasından kürtaj olma nedenlerini ortadan kaldırmaya çalışalım. Maddi yetersizlik mi? Maddi yeterlilik sağlayalım. Evli değilim elalem ne der baskısı mı? Ataerkillikle mücadele edelim. Vücudum bozulur kaygısı mı? Pornografinin güzellik anlayışına direnelim. Anne olmak için kendini yetersiz görme hali mi? Evet, annelik görevini devletin alıp alamayacağını tartışalım. Kadının elinden seçim hakkını almayalım, sadece seçim hakkını neden kürtajdan yana kullandıklarını anlayıp, kavrayıp, ne gibi durumlarda kürtajdan yana kullanmayacaklarına dair bir yol çizip adımlar atalım. Ondan sonra isteyen, ben zevk için kürtaj yaptırıyorum arkadaş diyerek kürtaj yine olabilsin, buna karışmayalım.


18 Mayıs 2012 Cuma

İbrahim Kaypakkaya Anısına

İşte İbo'nun ayağını bastığı toprak: Dağ ve zindan...
İşte direncin karşısında zalimin çaresiz kalışı...
Ve işkenceye karşı direnişiyle efsaneleşen bir hayat...

Bu cümleler Nihat Behram'ın; "Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit" isimli İbrahim Kaypakka'yı anlatan kitabının arka kapağında yer alıyor. İbo'yu kitaplardan ve efsaneleşmeye başlamış menkıbelerden tanıyoruz artık. Ve bu şekilde gelen bir tanımanın ardından İbo kimdir, nasıl biridir diye sorsalar; "Direncin adıdır İbrahim Yoldaş, bin başı olsa binini de verir de, yoldaşını, davasını satmaz İbrahim Yoldaş, köylünün yanında, halkının içindedir İbrahim Yoldaş" der ve böylece İbo'yu ve İbo'nun izinden gidenleri, İbo'ya yoldaşım diyenleri İbo'dan uzaklaştırır; O'nu kutsal bir haleyle çevirir, kahramanlaştırırız. Bizim ülkemizin yeterince kahramanı var, bizim ülkemizin yeterince dokunulmazları, eleştirilmezleri var. Bize yeni kahramanlar, yeni tabular gerekmiyor. Bize kendimizle özdeşleştirebileceğimiz; düşüncesini eyleme dökmüş, aklı parlak, ruhu parlak, halkın içinden önderler gerekiyor. Yani bize İbrahim Kaypakkaya gibi önderler gerekiyor, efsaneleri değil.

Çorum'da doğuyor İbo, fakir bir ailenin çocuğu olarak. Çoğu Anadolulu gibi. İstanbul'da Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'na girdiği sırada, İstanbul Üniversitesi Fizik bölümüne de başlar. Çapa Fikir Kulubü'nün kurucuları arasında yer aldıktan sonra, bu kulubün başkanlığına seçilir.1968 yılında 6.filoya karşı bildiri yayınladığı gerekçesiyle okuldan atılır. mdd-sd ayrışmasında; ilk başlarda sd tezlerini benimsemiş olsa da, sonradan mdd kanadında yer alır. Daha sonra yaşanacak ayrışmada, Doğu Perinçek ile birlikte hareket etmeye başlar. İbo'nun fikirleri Doğu Perinçek ile de örtüşmez; İbo, Doğu Perinçek ve arkadaşlarını revizyonistlikle ve oportünistlikle suçlayarak; TKP/ml'yi kurar. Örgütün askeri kanadı olarak TİKKO, gençlik örgütü olarakta TMLGB ortaya çıkar. İbo örgütün güçlü olduğu Çemişgezek bölgesinde çalışmalarını sürdürürken kolluk güçleriyle karşı karşıya gelir. İbo ile beraber hareketin önderlerinden kabul edilen Ali Haydar Yıldız'da oradadır. Ali Haydar Yıldız çatışma sırasında hayatını kaybeder, İbo ise yaralı olarak kurtulmayı başarır. Ancak bu kurtuluş çok uzun sürmeyecek, sadece 5 gün sonra bir köy öğretmeninin ihbarı ile yakalanacaktır. İbo'nun efsaneleşme süreci, yakalanışından sonra başlar. İbo yaralıdır, yorgundur, bölge karla kaplıdır. Kolluk kuvvetleri yine de aman vermez; İbo'yu o yaralı haliyle yalın ayak yürütürler. Hastaneye varıldığında İbo'nun ayak parmakları hissizleşmiştir, kesilmesi uygun görülür. Yakalanışıyla birlikte başlayan işkenceler, 4 aya yakın sürecektir. İbo'dan isim vermesi, örgütün prensiplerini, işleyiş yapısını anlatması istenir. Ancak İbrahim Yoldaş; haftalar süren işkencesi boyunca; yalnızca davasından bahsetmiş; sosyalizmi, marksizmi, maoizmi anlatmıştır. Sorgusunda söyledikleri, davasını ne kadar benimsediğini gösterir niteliktedir;


4 aya yakın işkence görmesine rağmen kimsenin adını vermeyen bu yiğit insan için devlet görevlileri intihar etti derler. Henüz mahkemeye bile çıkarılmıştır. Bunun üzerine dönemin bağımsız milletvekili Mehmet Ali Aybar İbo'nun ölümüyle alakalı soru önergesi verir. Ancak sonuç değişmez, İbo'nun ölümü kayıtlara intihar olarak geçer. Bedenindeki deliklerin nedeni açıklanmaz.

İbo'dan bahsederken genelde bu son dört ayı göz önüne alınır. Halbuki İbo; sosyalist sol içerisinde Mustafa Kemal'in eylemlerinin faşist eylemler olduğunu söyleyen ilk insanlardandır. Kürt halkının ayrı bir halk olduğunu, ve kendi kaderlerini tayin etme hakkının Kürtler için de var olması gerektiğini savunduğu için Fikir Kulübünden kovulmuştur. Köyden kentlere doğru gelişecek bir devrimi savunmuş, bulduğu her fırsatta köylere gitmiş, köyülünün emeğine ortak olmuş, bir aydın gibi düşünüp bir sosyalist gibi de çalışmıştır. Ve 24 yaşındayken öldüğünde, arkasında yüzlerce sayfalık teorik yazı ve aydın bir sosyalistin, halkın içerisinde nasıl olacağına dair, halkın sevgisini nasıl kazanacağına dair bir yaşam öyküsü bırakmıştır. İbo'nun o efsanevi zindan direnişinden ziyade, İbo'yu İbo yapan, sosyolojik tahlilleri ve halkının yanında iş tutan elleridir.

Bugün Denizlerden, Erdallardan hatta Mahirlerden bahsetmek mümkün hale gelmişken; hala İbo'dan bahsetmek fecaatle yasaktır. İbo ölümünün 39. yılında bile zalimi korkutmakta, titretmekte. Bu çelik aldığı suyu unutmayacak İbrahim Yoldaş!

Şiirsel Alıntılar_Yusuf Hayaloğlu_Beni Tutma

Öyle çok şey var ki,
Şimdi burada anlatmak istemiyorum..
Sen de ince sorularınla
Beni incitmesen, iyi olur..

Yağmurlu ve uzun bir yolu
Düşe-kalka yürümeye çalıştık
Ve inanılmayacak kadar duygusal
Bir geçmişimiz oldu seninle..
Üstelik biz bunu, bir ömür boyu
Sürüp gider sanmıştık..

Beni tutma, böyle sahnelere gelemem.
Beni tutma, çok kötü yanılırsın.
Yıllardır öyle biriktim ve öyle gerildim ki
Şimdi topyekün boşalırım,
Toz olur dağılırsın..

Sen benim en ince telimden
Türkümü çaldın.
Sen benim en ücra duygularımı
Talan ederek beslendin.

Her şeyin merkezi sendin,
Her şey senin etrafında dönerdi.
Bar köşelerinde tükenip
Kaldırımlarda sınarken kendimi,
Gelip sana sığınırdım,
Umutlarım bir kez daha gümlerdi..

Beni tutma, şantajlara boyun eğmem.
Beni tutma, hırsımdan çatlarım.
Yıllardır öyle sabrettim ve öyle doldum ki
Şimdi yanardağlar gibi
Birdenbire patlarım..

Bir yavru serçe, hayata alışır gibi
Ağzım açık bağlandım sana.
Bir topal karınca, yuvasına yaklaşır gibi
Titredim, heyecanlandım sana.

Bu akşam, çekip gitmek adına
Bütün ömrümü ve seni sildim.
Bir tuhaf senaryoydu ve bu senaryoda,
Zavallı bir figürandım sadece.
Anlatamam..
Kumlara yazılmış sözcükler kadar
Kısacıktı ümidim.
Ve anladım ki birtakım şeyleri
Ben daha ilk dalgayla yitirdim..

Beni tutma, ben senin dizlerine çökemem
Beni tutma, elinde kalırım, kırılırım.
Yıllardır öyle daraldım ve öyle bunaldım ki 

 Şimdi bir saniye bile oyalarsan,
İnan ki çıldırırım...

Sen, kalbimi emanet edecek kadar
Güvendiğim, dost bildiğim..
Sen bir lokmayı bile,
Tek başıma hazmedemeyip
Birlikte yediğim..
Sen, yatalak olsan, altına yapsan bile
İğrenmeden alırım dediğim..
Bu nasıl insanlıkmış ulan,
Bu nasıl arkadaşlık, bu nasıl vefa?
Bu nasıl acıymış ulan,
Bu nasıl vicdansızlık, bu nasıl cefa?

Beni tutma, gazabım yakar ellerini.
Beni tutma, hurdahaş olursun.
Yıllardır öyle kırıldım ve öyle küstüm ki
Şimdi bir ah ederim,
Kaskatı kesilir, taş olursun..

Ben şimdi gözüne sokuyorum dünyayı
Ama sen körsün, ısrarla görmüyorsun.
Ben şimdi beynine çakıyorum hayatı
Ama bir türlü algılamak istemiyorsun.

Peki, benim gördüklerimi gördün
Ve yaşadıklarımı hiç yaşadın mı sen?
Peki, devrik heykellerin önünde,
Düşsüz yanılgıları ve yüce gururlarıyla, 

Yoksul fakat dürüst,
 Çıplak bir sütun gibi dimdik duranların
Acısını hiç taşıdın mı sen?

Beni tutma, gömleğim kan içinde.
Beni tutma, darmaduman olursun.
Yıllardır öyle çok yedim ve öyle çok doydum ki
Şimdi bir tükürürüm
Havan bozulur, rezil olursun..

Ey, kir içinde yüzenler, hayatı kirletenler
Her devirde borusu ötenler!
Ey, darbe kaçkınları, ortayolcular, dönekler,
Ey, sümüklü böcekler!
Ey, bölenler, bölüşenler,
Kardeşi kardeşe kırdırıp kanla sevişenler!
Ey, gençliğimizi harcayanlar,
Ey, kağıttan kaplanlar, ey zavallı sıçanlar!
Ey, ciğeri beş para etmezler,
Sıkıyı gördü mü fellik fellik kaçanlar!
Ey, fırsatçılar, cepçiler, hortumcular, tokatçılar,
Vurguncular, voliciler, üçkağıtçılar!
Ey, sürüngenler, sülükler, bağırsam parazitleri, bitler,
Ey kudurmuş itler!
Ey, yüzü yırtılmış köçekler, fırıldak varyeteler,
Ve ey, dinsiz-imansız çeteler!

Beni tutmayın ulan, burama geldi dayandı,
Beni tutmayın, çizerim o çirkin suratınızı!
Yıllardır öyle çok sömürdünüz
Ve öyle çok kan kusturdunuz ki;
Ulan, şimdi bir şarjöre diz çöktürürüm alayınızı!..


Yusuf Hayaloğlu'nun sesinden dinlemek için tıklayın