28 Ekim 2013 Pazartesi

Adnan Yücel_Dörtlerin Gecesi

" (...)
özlenen ateş yakılmıştı sonunda
elden ele bütün dünyaya taşınmıştı
kıvılcım dansıydı gözlerdeki sevinç
kavga dağlarda bilinci kuşanmış
zindanlarda dirence sarılmıştı
ve haykıran dudaklar
her ihanet vakti çöl çöl yarılmıştı

......

bir ağıttır belki ağrı'da zilan deresi
dersim'de lac deresi bir kanlı şiir
oysa bir destandı diyarbakır kalesi
ve diyarbakır zindanında
ateşle sevişen 'dörtlerin gecesi'

ne ki zindan - ne ki tutsak olmak
ne ki kavga - ne ki dağlarda vurulmak
bir sehpada idam olmak ne ki
ihanet utancıyla yaşamak var ya hani
onursuzluğun lağım çukurunda yok olmak
üniformalı bir dehak önünde durmak
ve beyninin içindekileri bir bir kusmak
sonra bir et yığınına dönüşüp kalmak
işte buydu diyarbakır zindanında yaşamak

sesler ihanete dönüşürdü her gece
bir tas çorba - bir dilim ekmek uğruna
ihanetler acılara dönüşürdü kalleşçe
acılar hep türkülere vururdu kendini

etten ve kemikten insan olur mu
beyinsiz insan ayakta durur mu
aynı kavgaya gönlünü verenler
dostunu ihanet ile vurur mu

o zindan ki zincir sesidir şarkısı
her sözünde bir çığlık yükselir
her notasında bin öfke
her dizesinde bin isyan beslenir
isyan şiirlere
şiirler yüreklere seslenir
o zindan ki her yemek vakti
tutsak ağızları kanla süslenir

onur kaleleri yıkılırken birer birer
yüreklerde dal budak salar ihanetler
ve düşman kasetinde ü'ç önder
beyinlerini kusarak düşmana sergiler
aynı anda sıradan bir nefer
hiç aldırmadan önderlerinin sesine
tutsaklık içinde özgürlüğü söyler

sus dostum sus - sözün yarıda kalsın
özgürlük dilinde kilitli kalsın
başlar eğilse de açılsın gözler
konuşan önderler geride kalsın

ne zaman umutsuzluk çökse direncin kıyısına
bir acı saplanır yüreğin tam ortasına
koğuşlar susar
parmaklıklar durur
ranzalarda küllenen umutlar ağlar
geriye doğru atılan her adım
yakılan ateş üstüne yağmur diye yağar

anlatılmaz bir destandır yaşanan
ne söze gelir ne saza
kırbaçlar sopalara ve zincirlere karışır
ölüler ayaklara dolanır geceleri
kanlı battaniyelere sarılır
her direnişte tabutlarla çıkılır dışarı
gözyaşları zılgıt seslerine katılır
elleri hep koynunda kalır kızların
anaların gözleri dikenli tellere takılır
bir acılı sessizlik sarar yürekleri
dicle'nin suları susuzluğa çakılır
kale burçlarındaki akbabalara
ve üniformalar giyinmiş yeni dehak'lara
yalnızca zindanın mazgallarından bakılır

bir adam çoğalır bir başına hücresinde
yüreği kawa'dadır gözleri babek'te
ateşler yanarken dağ doruklarında
ihanet zindan karanlığında kol gezmekte
kawa'lara babek'lere bir yandaş gerek
bu zindan karanlığına bir ateş gerek
çevrilen ihanet çarkını kırmak için
ölümü göğüsleyecek bir yoldaş gerek

bir anda yırtılır zindan karanlıkları
sessiz bir gürültüyle sarsılır duvarlar
patlar bir beyinde newroz ışıkları

ey ateşin ve güneşin çocukları
hani bilincin sesi yüreklerimizde
gözlerimizde inancın sancakları nerede
bu gidişe dur demek gerekir bilirim
hücrede her saniyeyi bir yıl eylerim
bir ateş yaktık sönmesin diye hiçbir yerde
o ateş sönerse yaşamayı neylerim
bu yüzden ü'ç kibrit ile newroz günü
yüreğimi sizlere armağan eylerim

ü'ç kibriti bayrak diye devralan
ki dağları delip dostlarına yol kılan
haykırdı ölüm haberini önde gidenin
özgürlüğü zindan karanlığında güneşleyenin

ey bu kavgaya gönül verenler
ser yerine sır verenler
serden geçip de sır vermeyenler
bu zindan karanlığı yırtılsın diye
bu ihanet duvarları yıkılsın diye
newroz gecesi bir önder
ateşi bedeniyle zindanlara taşımıştır
ölürken bile hücresinde
bizlere kıştan baharı muştulamıştır
ateşi saraylara - kömürlerde değil
bir ışık uğruna yüreğinde yakmıştır

silinmiyordu gözlerden süzülen yaşlar
aksın diyordu herkes - aksın
ağlamayı unutmuş gözler ağlasın
gözyaşları alev alev harlansın
dudaklarda tutuşup dillerde şahlansın

ölen artık yüreklerde bir bayraktır
ihanet yolunda durulan bir duraktır
karanlıkta bir çingi ateş
körlere yol gösteren bir ışıktır
atılan zılgıtlar bir başkadır o gün
bir bayram günü ölümü sevmek
ölümsüzlüğe duyulan bir aşkadır o gün

dolaştı ü'ç kibrit elden ele sessizce
hücreden hücreye
koğuştan koğuşa gizlice
konuşuldu uğrun uğrun
tartışıldı geceler boyu ince ince
zindandan dağlara vurdu şavkını
dağlardan en kalabalık kentlere
dallarda çiçeklere verdi rengini
nehirlerde en coşkulu köpüklere
dolaştı yurdunu boydan boya
sazda kırılmayan tel
dilde susmayan söz oldu türkülere

zindanda yürekler yine baskıda
eller bağlı - gövdeler askıda
ü'ç kibritin ateşi sönsün istenir
inançlar ihanete dönsün istenir
düşünceler zincire
sevgiler prangaya vurulsun istenir
yüreklerde çağlayan özgürlük suyu
bulana bulana durulsun istenir
üniformalı bir dehak'ın şahsında
zalimin zulmü kurulsun istenir

baskılar yetmezse itirafta bulunmalara
yapılan itiraflar dinletilir tutsaklara
işte biri - biri daha - biri daha
susardı bütün koğuşlar
dönerdi bir anda sessiz mezarlara
ve çığlık çığlığa o sessizlik
binlerce öfkeyi
binlerce isyanı doldururdu bakışlara

ü'ç kibriti dörtlemek derdi bir ses
dört kibriti beslemek
ve ölümü isyan ateşleriyle düşlemek

bir koğuş vardı koğuşlar içinde
ü'ç kibriti dörtleyenler yatardı içinde
dört yıldız gibiydiler yıldızlar içinde

teslimiyete gönül verilirken önlerinde
ateşi çoğaltarak yakmak gerek dediler
ölüme yaşamak diye bakmak gerek dediler
sönüyorsa yakılan ateşler birer birer
ateşi bedenlerde çoğaltmak gerek dediler
oturdular her gece diz dize
önce ölümü sevmeyi öğrendiler
ve ölümde ölümsüzlüğün rengini gördüler
karardan önce yurtlarında kalanlarını
çiçeklerinde açanlarını sordular
düş değildi yaşayıp gördükleri
sözlerini gelecek adına bir düş diye
dördü bir ağızdan hayra yordular
binlerce tutsak içinde
ve en kanlı kudurmuşluğunda vahşetin
ölüm cehenneminde bir cennet kurdular

havasızlık içinde veremler yaratılırken
gardiyan hakimler ve savcı çavuşlarla
her gece mahkemeler kurulurken
insanlar soyundurulup makatlar aranırken
hangi kuş konardı zindan penceresine
ve makatlara sigara takılıp yakılırken
insanlar dört ayak ile yürütülürken
hangi bayrak çekilirdi onur kalesine

ü'ç kibriti yüreklerinde dörtleyenler
açlığın ve yoksulluğun kötülüğünü gördüler
ama hiçbir şeyin
boyun eğmekten daha kötü olmadığını
ve boyun eğenlerin
yarınlara kalmadığını bildiler
her kötülüğün daha kötüsünü tartışıp
gözlerinde bütün korkuları sildiler
binlerce baskıdan ve küfürden sonra
newroz ateşi yakıp şiirler söylediler
o günün adını milat koyup
ü'ç kibrit öncesi
ve ü'ç kibrit sonrası dediler

ötsün diye kendi yuvasında kuş
açsın diye kendi dalında çiçek
gördüler ki yepyeni kibritler gerek
ateş olup yanmaktaysa bütün gerçek
yanarken türkü söyleyen canlar gerek
ateşi kanıyla tutuşturanlar gerek

patladı zindanlarda yepyeni bir isyan seli
ölümdür sınayan insan yiğitliğini
ölümü bedenimizde boğmak gerek
ölümsüzlüğe varıp ölümlerde
dağlarda kır çiçeklerince çoğalmak gerek
ölümü gamzelerde çiçeklemek ve gülmek
gülmek ki yaşama bilenmek demek
ille de insan sıcağı kokarken koğuşlar
gülmek ki
kurumuş derelerde sellenmek demek
çol kuraklığında güllenmek demek
var git dostum var git
kendin al bu gece nöbeti
bu gece ölmek
sonsuz bir ölümsüzlüğe yürümek demek

aylardan mayıs ki dallarda çiçektir
toprakta bereket ve doğada renktir
inançta güzellik ve zamanda gelecektir

dört yoldaş o gün baharın koynuna girdiler
ölümün alçaldığını gözleriyle gördüler
gömleklerini - kalemlerini ve saatlerini
anılsınlar diye sevdiklerine verdiler
ve dört ağızdan ü'ç kibritin ışıklı sesini
gök gürültüsünü çıldırtarak gürlediler

bu ihanet girdabında boğulmadan
şahsımızda davamız son bulmadan
ve geriye dönüşler virus gibi çoğalmadan
canımızla bu ihanet çarkına dur demeliyiz
onur bayraklarını göğsümüze dikmeliyiz
kawa'nın örsüne koyup davamızı
yüreklerimizi körüklenen ateşlere sürmeliyiz
bu zindanda yolumuz aydınlıktır artık
ü'ç kibriti dörtle çarpıp bu gece
bütün şehitlere konuk gitmeliyiz

saat dörtte dört canın etrafı dört duvar
duvarların ötesi mayıs gülleri ve bahar
analar ve bacılar ağlayacakmış ne çıkar
bu gece 'dörtlerin gecesi'
dört göğüste yar diye yalnızca ateş yanar
biri nöbet tutar - biri bildiri yazar
diğerleri dört kişilik bir ateş kurar

zindan sessiz - zindan canlı bir mezar
gökyüzünde bir anda dört yıldız kayar
bütün dostlar uykuda
dörtlerin gözlerinde yalnız ateş var
dimdik başlarla
emin ve kararlı bakışlarla
ihaneti durdurmak için ateşe yürüyorlar
dördü de yaşamaya sevdalı
özgürlüğe nişanlıydılar
tutsaklık kesmişti mutluluk yollarını
bu zindanda ölüme nikahlıydılar
bu ölüm ki özgürlüğün ilk adımı
tutsaklığın ve ihanetin kırılma anı

takvimde on yedi mayıs kalkar
on sekiz mayıs dörtlere bakar
dışarda güne hazırlanırken tomurcuklar
dört candan başka uykudadır bütün tutsaklar
dağ - taş ve zindan uykudadır
yalnızca dört özgürlük yolcusu
o gece ölüme hesap sormaktadır

yıllar boyu işkenceler içinde
ihanetler ve direnmeler içinde
beklediler - beklediler de gelmedi ölüm
tuttular yakasından koydular önlerine
konuş be ölüm - konuş dediler
biz büyürüz sen böyle küçüldükçe
seninle kavgamız insanlık tarihiyledir
prometheus'tan spartakus'e
bruna'dan che guewera'ya
vr kawa'dan bizlere dek ateş iledir
gel de bağdaş kur soframıza ey ölüm
senin alçaldığını görmek
özgürlük adına sunulan canlar iledir

zindan sessiz - zindan canlı bir mezar
dört can el ele bir demire sarıldılar
tinerler - neftler ve boyalar
zindanda dört can
kazan altında betona çakılmış birer çiviydiler
demirin beline sarılmış dört perçindiler
ve bir potada erimeye hazır cevherdiler

haykırdı ü'ç kibrit yolunda önde giden
ateşi zindanlardan kentlere götüren
tamam mıyız
ü'ç yerine dört kibrit çıkarıp cebinden
yaktı yüreğindeki korlanan ateşten
tutuşan ateş
patlayan tinerlerin ve neftlerin sesi
dokunmasın hiç kimse
bu gece dörtlerin özgürlük gecesi
dört bin yılda yazılmış bir destanın
güneş diliyle söylenmiş ilk hecesi
böyle tutuşur - böyle yanar ancak
uzay çağında bir zindan gecesi

......

bir havar yükseldi zindandan kırlara
dört ateşten dört kıvılcım düştü dağlara
dağlar tutuşup indi bağlara
dört ayrı ses yükseldi her ateşten
söndürmeyin ateşi
üfleyin korlara - üfleyin korlara

(...)
yak artık canlarla yakılan ateşleri
yak ki açılsın dünyanın körelmiş gözleri
yak ki yırtılsın geceler ışığınla
yak ki tarihi yeniden başlatsın
kawa'nın -ü'ç kibritin ve dörtlerin sözleri
yak ki yayılsın dünyaya
ateşin ve güneşin ölümsüz sesi "

Dipnot: Diyarbakır 5 no'lu ceza evinde kalan Mahmut Zengin, Eşref Anyık, Ferhat Kurtay, Necmi Öner isimli dört PKK militanının, darbe sonrası başlayan canlılık(insanlık) dışı uygulamalara, işkenceye, ihanetlere, itirafçılığa karşı aynı anda kendi bedenlerini ateşe vererek ölüme yürümelerinin adıdır Dörtlerin Gecesi. Yoldaşların yaktığı ateşe bir kez daha selam olsun. 

6 Ekim 2013 Pazar

Yok Da-Var

Nedenselliğin ötesinde hiçlik arayışı mümkün mü?
Sormadan, merak etmeden
Yine de aramak-arayabilmek.
Sev-iş-menin ötesinde sevmek mümkün mü?
Arzulamadan, dokunmadan
Yine de sevmek-sevebilmek.
Kurgulamanın ötesinde hayal etmek mümkün mü?
Bozmadan, yapmadan
Yine de düşlemek-düşleyebilmek.
Varlığının ötesinde yokluğum mümkün mü?
Bizleşmeden, çoklaşmadan
Yine de var olarak
Yine de yok olarak
Ama,
Olarak.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Hadi Bugün De Salih Memecan'ı Asalım!

Salih Memecan'ın karikatürünün büyük tepki toplaması olağan bir durum. Karikatür çirkin, saygısız, alçakça. Lakin meseleyi abartıp Salih'in karikatürünün yasaklanmasını, hatta, Salih'in karikatüristliğinin dahi yasaklanmasını savunan geniş bir kitle var. Salih'in "ölüye dahi saygı duymadığı"nı bu yasakçı zihniyetlerine "bahane" olarak kullanıyorlar. Ortada tutarsız olduğu tartışılmaz bir gerçeklik olan pek çok nokta var. Öncelikle her hassasiyetinin örselenmesinin karşısına yasakçı zihniyetin ürünü argümanlarla çıkan bu geniş kitlenin aynı zamanda kendisini özgürlükçü-demokrat olarak tanımladığını hatırlamamız gerekiyor. Bu özgürlükçü-demokrat kitlenin her fırsatta yasakları savunmasının komik tarafı bir yana; Salih'i eleştiren güruhun büyük bir çoğunluğunun kendi hassasiyetleri dışında kalan meselelere karşı Salih tavrını gösteriyor olması gerçeğini hangi yana koyabiliriz? 

Salih'i "ölüye ve ölümlere saygısının olmamasıyla" suçlayanların büyük çoğunluğunun PKK cenazeleri karşısındaki tavrı aşikar değil midir? Kendi ölülerine şehit, PKK ölülerine leş diyenlerden değil misiniz? Gebertin köpekleri, yakın domuzları diyerek savaş tamtamlarını siz çalmıyor musunuz? Gerilla mezarlıklarını tahrip edin, naaşlarını parçalanıncaya kadar sürükleyin, kalan parçalarının üzerine işeyin diyen ve yahut bunları duyup, görüp, bilip umursamayan da siz değil misiniz? Ölüler ve ölümler sadece bizim katıldığımız ya da tahammül gösterebileceğimiz organizasyonlardan, etnik kökenden, mezhepten, örgütten, partiden çıktığı zaman mı saygısızlığın karşısında konumlanmak gerekir? Ölüme ve ölenlere saygısızlığın karşısında konumlandığını iddia ederek ölüme ve ölümlere saygısızlık yaptığını iddia ettiği kişilere parmağını hiddetle sallayabilmek için tüm ölüm ve ölülere karşı saygısızlığın karşısında bir tavır sergilemiş olmamız gerekmez mi? 

Ölüye duyulan "saygının" nedenini bir kenara bırakıp Salih'e yönelen toplumsal lincin anti-demokrat yapısına bakalım. Her birey, yaşadığı toplumun da etkisiyle kendince bir güzel-çirkin ayrımı oluşturur. Kendi güzelliklerini yaşamaya, çirkinliklerinden de çoklukla uzaklaşmaya çalışır. Tabii ki güzel olanı ölen canlının arkasından yas tutanlara saygısızlık boyutuna varacak davranışlardan kaçınmaktır. Ancak güzel olanı bu diye bunun yapılmasını zorunluluk olarak görmek abesle iştigal etmektir. Sadece kendi hayatınızdan yola çıkarak, sadece kendi hayatınızda "güzel" olmadığı halde yaptıklarınızı düşünerek dahi bunu istemeye hakkınız olmadığını anlayabilirsiniz. Bir şeyi yapmak yapmamaktan ya da yapmamak yapmaktan daha güzel olabilir, nitekim, ayıla bayıla çirkini tercih etmek otoriteryanist olmayan rejimler için bireyciliğin temel haklarındandır. Aksi durumu savunmak, toplumu kendi hassasiyetlerimize göre düzenleme işidir, toplum mühendisliğidir. Stalin, Mao, Hitler, Mussolini, Franco gibi "benim gülün dediğime gülecek, ağlayın dediğime ağlayacaksınız" diyen liderlere kızıp, halk üzerinde bu liderler gibi kendi güzel anlayışının hegemonyasının kurulması gerektiğini söylemek tutarsız bir tavırdır, laf-ı güzaftır. 

Muhammed ile dalga geçen karikatürleri özgürlük çerçevesinde değerlendirip, Gezi'de hayatını kaybedenlerle dalga geçen karikatürlerin sonrasında "ölüye saygı" bahanesiyle insanları hedef göstermek izansızlıktır, kendini bilmezliktir. Nasıl ki Muhammed mizahın içerisinde yerini alabiliyorsa, Gezi'de hayatını kaybedenler de mizahın içerisinde kendisine yer bulacak, hayatını kaybeden insanların fikirsel ve eylemsel olarak karşısında olan insanların alay konusu olacaklardır. Bunu çirkin bulabiliriz, bunu aşağılıkça bulabiliriz. Biz çirkin buluyoruz, biz aşağılıkça buluyoruz diye, hatta çizerin kendisi çirkin buluyor olsa dahi çirkini ortaya çıkartanı hedef gösteremez, toplumsal lincin parçası haline getiremez, baskıyla-korkuyla yapmak istediklerinden vazgeçiremeyiz. Bireyi birey yapan toplumlardır. Kimi toplumlardan Carlos Latuff'lar çıkar, kimilerinden de Salih Memecan'lar. Salih Memecan'a piyasadan nasıl el etek çektiririz diye uğraşacağımıza, neden aramızdan bir Salih Memecan çıktığını sorgulamamız, Salih Memecan'ı üreten dinamiklerimize bakıp, yaptığımız yanlışları ve yahut yapmadığımız doğruları gözden geçirmemiz, çuvaldızı direkt olarak kendimize batırmamız gerekir. Her gün başkalarının ölüleriyle ve ölmüşleriyle dalga geçerek geçirdiğimiz, Yunan'ı denize dökmekle, Ermeni'yi kesmekle, Alevi'yi yakmakla, Kürt'ü bombalamakla övündüğümüz toplumsal aklımızdan karikatürist olarak Salih Memecan'ın çıkmış olmasını yadırgamamalıyız. 


12 Eylül 2013 Perşembe

Yatak Altı Düşleri (Şiirsel Atraksiyonlar)

Çok sonraları sevdiğimi farkettim
divanı, üç bacaklı sandalyeyi, yırtık koltuğumuzu
boynunu bükmüş bir akasyamız vardı
yeşile çalan duvarlarımız.
Çok sonraları sevdiğimi farkettim
yalnızlığımı, yalnızlığını, kimsesizliğimizi
boynumuzu bükmüş uzanırdık yatağımıza
mora çalardı bakışlarımız.
Çok sonraları sevdiğimi farkettim
sensizliğimi, bensizliğimi, hiçliğimi
boynumu bükmüş uzanırken yatağıma
toprağa çaldı bedenim.

Çok sonraları farkettim; sevdiğimi.

Tepenin Ardı (Şiirsel Atraksiyonlar)

Hiçbir şey yok ortada
Ne biz, ne de sen
Umutlarımın maviliği
Yağıyor düşlerime
Bir yabancı: Yatamayacak kadar
Bir dost: Çıplak

Hiçbir şey yok ortada
Ne aşk, ne de sevda
Yokluğunun kızıllığı
Dağlıyor örselenmişliklerimi
Bir yabancı: Tanımadığım kadar
Bir dost: Doyasıya öpüşen

Hiçbir şey yok ortada
Ne söz, ne de ilan
O gecenin sarılığı
Yalıyor yüzümü
Bir yabancı: Siktir git diyemeyecek kadar
Bir dost: Kalmamı isteyemeyen

Sadece an; ansızlığımı hapseden.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Çer-Çöp

Umarsızca yazmıyorum uzun zamandır blogda, 
Sıcak günler değil seni benden uzakta tutan, 
Hayır, değil Gezi olayları, Ergenekon davası, Süveyş Kanalı 
Klavyem bozuk, ağlama. 

Bilgisayarda bir şeyler yazmayalı aylar oldu. Klavyem maalesef bir türlü rahat bırakmadı beni. Artık oksitlenmiş mi desem, virüslenmiş desem bilmiyorum, zira anlamıyorum bu meretin dilinden. Baktım bu günlerde klavye biraz iyi, yazayim bari birikenleri dedim. Akla geldiği gibi, karmakarışık bir metin olacak, metin olun okurken. 

Malumunuz Gezi olayları tüm ülkeyi baştan sona, alttan üste çalkaladı durdu bir müddet. Hala da hortlağı dolaşıyor iktidarın üzerinde. Dolaşsın efendim, politikacıların üzerinde dolaşan halk korkusu önemlidir, gereklidir. Türkiye'de bu korku, cumhuriyetin kurulduğu tarihten itibaren kendisini çok fazla hissettiremedi. Ne zaman halk, iktidar ögeleri karşısında güçlü bir pozisyon elde etti, o zaman devreye ordu girdi, halkın sesi kısıldı ve hatta kesildi. Ne zaman ülkeyi halk yönetecek olsa, halkın kafasına vuruldu, halk sürgün edildi, işkence gördü. Otuz yıldır uykuya daldırılan halk, bir anda değil, yıllar süren birikimin sonucunda tekrar uyandı. Tabii ki bu uyanış, tam anlamıyla bir diriliş olmayacaktı ve olmadı da. Bu sadece başlangıç. Halk sokağa çıkmayı öğrendi, halk, farklılıklarını bir kenara bırakarak bir araya gelebileceğinin farkına vardı. Bu adım oldukça küçük bir adım olarak görülebilir, lakin, ilk defa adım atan bir bebek için ilk adım ne kadar büyük bir olaysa Türkiye halkları için de bu adım o kadar önemlidir. Yürümenin, koşmanın gerçekleşeceği artık aşikardır. Sadece zamanı belli değil. 

Gezi olaylarına ikinci günden itibaren katılmaya başladım. Benim katıldığım dönemde parkın içerisinde yaklaşık 500 kişi vardı. Hatta ilk zamanlarda sayıyı oldukça yadırgamış, tüm sanatçılara, yazarlara, vekillere rağmen bu kadar az kişinin toplanmış olmasına hayret etmiştim. Lakin aynı günün akşamında binlere ulaşan sayı, sonraki gün on binlere, yüz binlere ulaştı. Birilerinin üç ağaç için bu kadar yaygara kopuyor zannettiği mesele kapitalist düzenle girişilmiş üç ağaç pazarlığı hiç değildi. Bugüne kadar binlerce ağaç kesildi, bir çok park ona buna peşkeş çekildi. Kimilerinin zannettiği gibi mesele, barışçıl bir şekilde direnen insanlara karşı polisin gösterdiği sert reaksiyon da değildi. Zira, bugüne kadar toplanan on-on beş kişinin olduğu her yerde polis sert müdahalelerde bulunmuştu. Gezi olayları, Ak Partili olmayanların, RTE'ye karşı var olan sabır bardaklarının taştığı son damlaydı. Yaşam biçimine müdahaleden bilimin aşağılanmasına, dini kararlardan kadınların konumuna, ABD yalakalığından cihadist örgütlere destekçiliğe kadar pek çok konuda her şeyi bilen Tayyip'e karşı kin kusma hali, öfkeyi somutlaştırma durumuydu. Tüm samimiyetimle söylüyorum; görüp görebileceğim en şiddetle arasına mesafe koyan, en mozaik yapıyı barındıran, en kitlesel eylemlerdi. Gezi'nin tadı damakta kaldı, okulların açılması, liglerin başlamasıyla mücadeleye devam edilmesi hoş bir temenni. 

Ergenekon kararlarına değinmeden de geçmek olmaz. Ergenekon'u, ceza alanlar cezalarını hak ettiler ya da hak etmediler ikileminde değil de, dava usule uygun işledi ya da işlemedi ikileminde incelemek lazım. Şayet ben hukukçu olmayan birey olarak davanın gidişatından, işleniş tarzından, tutukluk sürelerinden son derece rahatsızım. Ortada bir usulsüzlük olduğuna inanıyor, darbecilikle uzaktan yakında ilgisi olamayacak insanların darbeyle ilişkilendirilmesini hayretle karşılıyorum. Elbet aldığı cezayı hak etmiş olanlar vardır, ancak bu davanın işleyiş tarzında yapılan hukuksuzlukları örtmek için bahane olarak ileri sürülemezler. Ortada darbeyle mücadele değil, Ak Parti'ye darbe girişimiyle mücadele vardır. Ve bu mücadelenin içerisine, darbeyle alakası olmayan insanlar da tıkıştırılmıştır. Ak Parti için 17bin faili meçhulun faillerini araştıracak bir komisyonun önemi yoktur, Cumartesi Anneleri boş yere nefesini tüketiyordur, Erdal Erenler laf olsun diye asılmış, İbrahim Kaypakkayalara hak ettiği için işkence görmüştür. Ak Parti zihniyetinin, cunta hükümetlerinden farkı yoktur. Darbeyle hesaplaşmak gibi bir dertleri hiç yoktur, zira, bizzat kendileri darbe sonrası siyasi figür ürünleridir. Darbeden karlı çıkan merkez sağın içerisinden gelirler, darbeye ve darbecilere minnet borçları vardır. Ergenekonla ceza alanların cezalarına da bu sebeple sevinmek anlamsızdır. Zira Ak Parti mahkemeleri bu insanların daha önce işlemiş oldukları, cinayetler, insan kaçırmalar, işkenceler dolayısıyla yargılamamıştır; aK Parti'ye karşı giriştikleri anti-demokratik mücadele dolayısıyla yargılamıştır. İki anti-demokratik tarafın mücadelesinde, demokratların sevinecekleri bir galibin çıkması mümkün değildir. 

Yarın Ramazan Bayramı. İslami bir bayram. Lakin, Türkiye'de İslamiyet'e dair bir şey kaldığına inanmıyorum. Ramazan ayı boyunca günde 16 saat aç duran insanlara tanık olduk. Peki bu insanların kaçı Irak'a, Filistin'e, Suriye'ye, Somali'ye, Nijer'e, Mali'ye gittiler? İslamiyet öyle bir hal aldı ki; açlıktan ölen insanların olduğu dünyada elini taşın altına koymayan insanlar, 16 saat aç kalarak sevap kazandıklarını zannedebiliyorlar. Enteresan bir eblehlik. Garip bir toplumsal psikolojik travma hali. Oruç tutarak açın halinden anlayacağını zanneden insanların iftarda yedikleri lahmacun esnasında dahi dünyada birilerinin açlıktan öldüğü gerçeği, tek başına müslümanlığı yerle bir edecek kadar kuvvetli bir ironi. Beyin bedava olduğu gibi, ahmaklık da bedava. 

Hemen yanı başımızda mühim bir savaş devam ediyor. Suriye'de her gün, artık kimin tarafında olduğu belli olmayan insanlar, kimin tarafında olduğu belli olmayan insanları öldürüyorlar. Böyle bir ortamda da biz, hiçbir şey yokmuş gibi adına bayram dediğimiz birkaç günü gülüp oynayarak geçireceğiz. Öyle bir bayram ki, ona bir de islami kimlik vereceğiz. Komşunuz açken tok yatan bizden değildir diyen bir dinin mensupları yarın, komşumuz ölürken zil takıp oynayacaklar. Varın, İslam'ın neresinde durduğumuza siz karar verin. 

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Bir Delinin Yatak Odası Düşleri

Ağız dolusu küfür etmek istiyorum insanlığa.
Her insana küfretmek karşılaştığım, tanımadığım.
Usulca ama bağıra bağıra küfretmek.
Tüm yetimlere sövmek istiyorum ana avrat, beşikteki bebeye, mezardaki ölmüşlere, tatlı köpekciklerinize, saksıdaki nergisinize.
Fakir olanlarınızın suratına tükürmek, çirkinlerinizin üzerine kusmak ve sakatlarınızı dövmek istiyorum ta ki kolumu kaldıracak, ayakta duracak takatim kalmayıncaya kadar.
İğreniyorum tüm sağlamlarınızdan ve sakatlarınızdan.
İğreniyorum tüm güzelliklerinizden ve çirkinliklerinizden.
Gerçek olamayacak kadar gerçekliklerinizden, daha sahte olamayacak kadar sahteliklerinizden ve uğrattığınız hayal kırıklıklarından iğreniyorum.
Otobüs kuyruğunda, kırmızı ışıkta, sinema salonlarındaki reklamlarda, haksızlıkların karşısında, hazırolda bekleyişinizden midem bulanıyor.
Ve midem bulanıyor dula bakışınızdan ve dul kalışlarınızdan.
Bakireliğinizden, akan kanlarınızdan, savaşlarınızdan, ölümlerinizden ve öldürmelerinizden tiksiniyorum. Kusmak istiyorum gelecek nesillerinizin üzerine, sıçmak istiyorum kürtaj masalarında bıraktığınız ceninlerin üzerine.
Medeniyetinizin tek dişini de sökmek geliyor içimden, modernliğinizi çıkarttığınız yere sokmak, kibarlığınızda boğmak istiyorum sizi.
Hastanelerinizi bombalamak, okullarınızı yıkmak, kamu alanlarınıza baş örtüsü sokmak istiyorum, arzuluyorum terörü ve kaosu.
Çarşaflı kadınlar görmek istiyorum her yerde ve çıplak kadınlar; arada kalmış bütün kadınları ayak üstü becermek istiyorum bir köşe başında sıyırarak eteğini ve pantolonumu.
Ne kadar bacağı kıllı adam ve ne kadar bacağı kılsız kadın varsa hepsini toptan intihar bombacısı yapmak istiyorum ve göndermeyi arzuluyorum Marslı düşmanlarımıza ki Dünya savaşları yetmez bana; çıkmalı Evren Savaşları, Tanrı'yı da kıstırmalı bir yerlerinde ve sormalı hesabını tüm acıların, acılarımın, acılarımızın.
Ve sormalı tüm yaşamışların, yaşanmışlıkların ve yaşanacakların.
Ve sormalı hesabını kaderin, ruhun, vicdanın, aklın, peygamber olamamışların, erememişlerin, hayvanların, meleklerin.
Ve sormalı hesabını her vapura, uçağa, otobüse beş dakika geç kalanların.
Maaş alamayanların, aldığını kumara-içkiye-yiyeceğe-içeceğe-giyeceğe yatıranların, okumayanların, yazamayanların sormalı hesabını, bankaların, sigorta şirketlerinin, fabrikaların ve tarlaların sormalı hesabını Tanrı'dan ve tanrılardan.
Kusmalı onların da üzerlerine ve arzulanmalı köşe başındaki Tanrı'nın kulağını çekmek.
Kimsin sen? Kimsin sen? Kimsin sen?
Kimiz biz? Kimiz biz?  Kimiz biz?
Soruların yanlışlığı cevapların doğru olmasına engel değil ve cevapların doğruluğu soruların doğruluğunun önemini ortadan kaldırıyor değil.
Sekovs ve Lombarmtrak.
Hayatın anlamının ne olduğu önemli değil.
Hayal kırıklığı; insan.

9 Mayıs 2013 Perşembe

Bir Tanrı Olarak Hayvansever

İnsanlar işleri olmadığında sinek avlarlar. Ve insanların genelde işleri yoktur. 

Günümüz hayvanseverinin riyakarlığı mide bulandıracak cinstendir. Hayvanseverlik, hayvanı sevmekten çok, hayvanların insana hizmeti üzerinden kurgulanan insanın efendiliğine hizmet ediştir. Bu hayvanseverlik biçiminde, hayvansevmezler hayvanlara karşı efendiliklerini kötüye kullananlar olarak tanımlanabilecekken, hayvanseverler de hayvana karşı efendiliklerini "iyi kalpli" bir şekilde devam ettirenler olarak kodlanabilir. İnsan hakları mücadelesinin şiddetlendiği yüzyıllarda bazı kimseler hayvan haklarına karşı da duyarsız kalamadılar. Bu duyarlılık da hayvanların gerçekten doğal özlük haklarına kavuşması olarak tabi ki gerçekleşmedi. Kendisini hayvanın efendisi olarak gören insan, hayvanın efendiliğinden vazgeçmek yerine, efendiliğinin devamını ,kendini vicdani olarak yaralamayacağı biçime sokarak sağlamaya çalıştı. İnsana sebepsiz yere vurmanın tamamen kalkması konusunda hemfikir olan toplum, haliyle hayvana da sebepsiz yere vurmamak gerektiğini hissetti. Bu duygusal yoğunluğun insanı vicdani olarak baskılaması sonucunda, bazıları, hayvanlara da sebepsiz yere vurulamayacağını söylemeye başladı. Bu insanlara göre hayvanlara sebepsiz yere vurulamazdı, ancak onların üzerine binilebilirdi, ya da insan evladı zevk alsın, kumara olan açlığını bir nebze de olsa yatıştırsın diye at yarışları düzenleyebilir, düzenlenen at yarışlarında da jokeyler atları dilediği gibi kamçılayabilirdi. Köpek dövüştürmek yasaktı, ancak bir öküzü ölene kadar karın tokluğuna tarlada çalıştırmanın bir sakıncası da yoktu. O öküzdü ve öküz olarak görevi insanın tarlasını sürmek olmalıydı. Hayvanseverlerin buna bir itirazı olmadı. Olmamaya da devam ediyor. 

İnsan evladının hayvanlar üzerinde var olduğunu zannettiği efendiliğini vicdanen rahat ederek devam ettirmek için uydurduğu "hayvanseverlik" kılıfı aynı zamanda da toplumdan saygı görmenin aracına dönüştü. İnsanlar hem efendiliklerine devam ettiler, hem vicdanlarını rahatlattırdılar, hem de toplumdan saygı gördüler. Saygı gördüğü ölçüde, vicdanları rahatladığı ölçüde de riyakarlaşmaya devam ettiler. 

Hayvanseverlik bir yandan kedileri tekmeleyerek öldürmemek üzerine bas bas bağırmayı örgütlerken, bir yandan da toplu böcek katliamlarını, uyurken bireyi rahatsız ettiği için ölmeyi hak etmiş olan sivri sinekleri, sırf yayabileceği hastalıklar ve görüntüsünün nereden geldiği belli olmayan iticiliğinden dolayı öldürülmesi gereken fareleri ve sıçanları görmezlikten gelmeyi tercih etti. Zira kediler tatlı yaratıklardı, görünüşleri estetikti ve hepsinden önemlisi öldürülürken acı sesler çıkartabiliyorlardı. Ancak belediye araçlarının senin benim onun vergileriyle soykırımsal bir harekete giriştiği böceklerin farkına varabildiğimiz tatlılığı ve vicdanlarımızda derin izler bırakabilecekleri çığlıkları yoktu. Onlar haşerattı, neden olduğunu bilmediğimiz nedenlerden ötürü de ölmeye mahkumlardı. Fareler engizisyon mahkemelerini aratmayacak yöntemlerle öldürülebilirdi. Yere yapıştırılabilir, kapanlara yakalanması sağlanabilir, zehirlenebilirlerdi. Zira onlar fareydi. Fare olarak doğdukları için bunları hak ediyorlardı. Ama sakın ha sokaktaki bir köpeği zehirlemeye kalkmayın; o zaman "hayvanseverleri" kapınızda yumruklarını sıkmış bir biçimde görürsünüz. 

Günümüz hayvanseverleri, gerçek hayvan severler olsalardı; muhtemelen ilk iş olarak petshoplara saldırır, olabildiğince hayvanı birer mal olarak satılmaktan kurtarırlardı. Yüzlerce hayvanın bir odaya tıkıştırılarak alıcı beklediği alanların pek hayvanların iyiliği için olduğu söylenemez sanırım. Bir canlının mal olarak alınıp satıldığı petshoplar, ve sadece belli "kalitede" olduğu düşünülen hayvanların mal olarak alınıp satıldığı petshopların, insanların satıldığı köle pazarlarından farkı nedir? Hayvanların henüz konuşamıyor olması mıdır? Hayvanlar birer canlıdır, her canlı gibi de kendi hayatlarını bulmalı, kendi hayatlarının yolunda, kendi başlarına ilerlemelidirler. 

Aynı hayvansever güruh; sıklıkla hayvan türlerinin kendi yollarında gitmesine de izin vermezler. Yok olmak üzere olan "estetik" bir tür mü var, hemen o türü koruma altına alır, tel kafeslerle çevrili milli "doğal" parklara hapseder, çiftlerini kendi tercih ettikleri hayvanlarla çiftleştirme yolunu seçerler. İnsan evladı hayvanın efendisi olduğu gibi, tanrısı olmaya da karar vermiş görünmektedir. O istemeden hiçbir tür yok olup gidemez, o istediği müddetçe, türler var olmak zorundadır. Halbuki dünya dünya olalı bir çok tür bu süreç içerisinde kaybolmuş, bir çok yeni tür ortaya çıkmıştır. Bu metin karalanırken dahi muhtemelen bir kaç tür ortadan kalkmıştır. Türlerin ortadan kayboluşu yeni bir şey değildir, engellenmesi gereken bir şey hiç değildir. Doğal ortam kimi türleri yok eder, gün geldiğinde bizim de yok olacağımız gibi. Kendi türünün yok olmayacağını varsayan insan evladı, kendisinin estetik bulduğu, var olması gerektiğini düşündüğü türleri de yok olmaktan kendi deyimiyle kurtarır. Kendisiyle birlikte o türleri de var olmaya zorlar. İnsan evladı kendisini Dünya'nın tanrısı zanneder. Hangi türün kaybolup hangisinin kaybolmayacağına o karar verir. 

Hangi türün kaybolup kaybolmayacağına karar veren hayvansever insan; kendi türünün devamlılığı için hayvanları kobay olarak kullanmaktan da hiç kaçınmaz. Çoğu zaman hayvanların kobay olarak kullanılması gerçek anlamda bilim üretmekten çok; insanların ünvan almalarının yapmış olduğu deney, yayınlamış olduğu bilimsel makale ile alakalı olmasından kaynaklanır. Çoğu öğretim üyesi, zaten daha önce araştırması yapılmış olan meseleler için tekrar tekrar araştırmalar yapar ve bu araştırmalarda da bir çok hayvanın katledilmesine neden olurlar. Amaç bilimsel ilerleme değil, yardımcı doçentin doçent, doçentin profesör olma arzusudur. Çoğu bilim insanı da sağlam bir okumayla ulaşacağı bilgilere, küçük deneylerle hayvan katliamı yaparak ulaşmayı daha kolay bulduğundan mütevellit bu işe girişir. Zira onlarca fare öldürmek, onlarca kitap okumaktan daha kolaydır. Bilime katkı sağladığını düşünen insanın vicdani rahatlığı da bu katliamı kolayca sineye çeker. 

Bilimle dinin görece ortaklaştığı nadir alanlardan bir tanesi hayvanlara bakış açısıdır. Nasıl ki bilim, insan türünün devamlılığı için hayvanın katlini uygun görürse, dinlerin büyük bir kısmı da, hayvanları insanların emrine tahsis eder. İbrahim İsmail'i kurban edecekken gönderilen koyun, sonraki asırların baş kurbanı olarak tarihe geçer. Keşke gönderilen sinek olsaydı da, hali hazırda zaten katliamını gerçekleştirdiğimiz sinekleri öldürürken sevapları da topluyor olsaydık. Kurbanın yanı sıra, görece medenileştiğine inanan insan evladı, adak olarak bakire kadınları değil de, hayvanları kesmeyi uygun görür. İşe girmek için horoz kesmeyi vaat eder, ya da bir koç kesecektir.  İnek kesecek olursa muhtemelen işe girme sırasının önüne doğru melekler tarafından taşındığını düşünmektedir. Bugün bakire bir kadının tanrılara kurban verildiğini düşünün. Oluşacak toplumsal tepkiyi düşünebiliyor musunuz? Ya da ben bakire kardeşimi tanrılara sunmak istiyorum diyen bir adamın düşeceği konumu düşünün. Şüphesiz ki günümüz insanları bunun saçmalığından dem vuracaklardır. Ancak aynı insanlar, aynı tanrılara hayvanların kanını sunmaktan da geri kalmazlar. Bilimle din bu konuda iyi anlaşır. İkisi de insanları kullanmaktan vazgeçmiş, ikisi de hayvanları, insanın iyiliği için katletmekten sakınca duymamıştır. 

Günümüz hayvanseverliğinin konumu budur. Esas öykünülecek tarafının uçmak olduğunu düşündükleri kuşları küçücük kafeslere tıkarlar. Evcil hayvanlarının boyunlarından birer tasma vardır. Önlerine bir kap yemek koyar, bunun karşılığında onlara isim verebileceklerini düşünürler. Bazı hayvanlara biner, bazılarının sırtına yük yükler, bazılarını sevmelik, bazılarını yemelik, bazılarını avlık olarak ayırırlar. Kimileri sadece görüntülerinden, kimileri sadece gürültülerinden, kimileri de sadece doğal beslenme şekillerinden dolayı katledilebilir olarak sınıflandırılırlar. Kimilerinin görevi süt vermek, kimilerinin yumurta vermek, kimilerinin de güzel vakit geçirtmektir. İnsan asırlar önce olduğu gibi bugün de hayvanlara efendilik taslamaktadır. Dün açıkça yaptığını, bugün riyakarlıkla yapmaktadır. Aradaki en büyük fark bundan ibarettir. 

12 Nisan 2013 Cuma

Leyla Erbil; Kalan'dan Alıntılar

"(...)
ne olurdu sanki dedik
ufak bir toprak parçasıyla
federatif parçasıyla toprağın yetinip
bir lokma bir hırka
bir hırka bir lokma ile
bilseydi yetinmeyi ceddimiz
peygamber efendimiz (s.a.v) gibi
o yüce varlığın
ayşe anamız mıydı yok hatice anamızın deve kervanıyla
yetindiği
küpeyken kulaklara inciden
ya da
çalışıp çırpınıp alın teri
göz nuru
kol emeğiyle geçinip gitseydi osmanlı
tüm tebaasıyla eş
kavrularak kendi yağıyla
çıkararak taştan ekmeğini
öğüterek ununu yel değirmenlerinde
don kişot gibi
püfür püfür
ablam işitti
ve dedi
kendi yağlarıyla kavrulmakmış !
sevsinler sizi!
o zamanın savaş gereklerini siz nereden bileceksiniz ki;
çölü bildiniz mi
yokluğu
susuzluğu
gözleri kör eden esişini
kumun
açlığı
yoksulun gırtlağını
açın ahlakını bildiniz mi siz
hatice anamızın deve kervanıymış
küffara karşı savaşma nedir bildiniz mi
cihat olmasaymış islam böyle güçlenebilir miydi
ne sanıyordunuz yani yok olurduk yok hepimiz
o zaman bütün dünya musevi ya da isevi ha? dedi
üniversiteye başlamış
karşısına çıkan ülkücü bir çocuğa aşık olmuş
unutmuştu ayrıldığı düzce eşrafından göbekli eşini
genç kızlığının eftim'ini de gömmüştü dibine
yüreğinin
bakışı "roma açık şehir" filmindeki
hışım dolu silvana mangano'nun bakışı
yürüyüşü rap-raplaşmıştı o günlerde
(...)"

Syf: 16-17-18

"(...)
ve ileride mustafa kemal'i örnek alıp
ulus devlet kurmak isteğiyle
militan kesilecek kürt kızların anneannelerinden
dilendim ikinci kalemlerini
(...)"

Syf: 21

"(...)
kötülük doluydu insanlarımız o günlerde
şimdi nasıllar bilemeyeceğim desem de
bilmekteyim bilmekteyim
yok korkmuyorum söylemekten de
yetim yurtlarında seksen kiloluk götgöbek heriflerin hortumla döverek bayılttığı yavrularımızı, hiçbir şey bilmez yaşta ırzına geçilenleri, satılan fahişe çocukları, diri diri gömülen kızları, sevgi yuvası'ndaki bi damla evlatların nasıl yumruklandığını amatör boksörlerce
ve hele
ağlayan aç bebeleri bacağından yakalayıp duvara çalan
canavar bakıcılarını küresel liberal müslüman türkiye'nin
ya da müslüman küresel liberal türkiye'nin
(...)"

Syf: 32

"(...)
cumartesi anneleri
pazar,
salı çarşamba perşembe
babalar yok
cuma toplu namaz
kaybedişler
binlerce çocuğun kayboluşu
yok oluşu
televizyonda
masum yüzlü katiller
gözyaşı dökmekte
katlettiklerinin analarına benzeterek kendilerini
şiirler okuyarak ağlamaktalar
kanı yerde kalmayacak teraneleri
perdede
(...)"

syf: 51

"(...)
hadi adını koyalım kendi ulus devletini kurma adına
intihar yerine "canlıbomba" olmayı seçmiş
çocuklardan söz ediyorsun
intihar soylu ve kişisel bir seçimdi
"canlıbomba" ise bir seçilme
(...)"

syf: 61

"bir çocuğum olsa zeyyat'tan ama sabit'e senden desem,,, anlar mı? anlamaz,,, günahkar kadının çocuğu olur doğan bebek,,, ama neden öyle yapayım,,, neler geçiyor aklından insanın,,, durup dururken,,, durup dururken mi,,, ne inanılmaz yaptırımcılığı var şu uygarlığın..."

syf: 176

Tüm alıntılar Leyla Erbil'in Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan "Kalan" kitabının 6. basımındandır.

31 Mart 2013 Pazar

Uyuma(uyguna) Reddiye

Çoğu insan, hemen hemen her eyleminde, her davranışında ve her kabulünde bir uyum arar. Bu kadın bana uygun mu? Bu davranışlarım şu an bulunduğum duruma uyar mı? Mevcut statüm, böyle bir davranış için uygun mu? Eylemim kanunlara uyuyor mu? Ben, topluma uyuyor muyum? Birey sürekli olarak bu ve buna benzer uygunlukları ve uymaları sorgulayıp durur. Bireyin çoğu eylemi içinden gelen değil, uygun olana ve uyuma göre şekillenen eylemlerdir. Bu da insanı gerçeklikten uzaklaştırarak, sahtekarlaştırır. Toplumun bize sınırlarını çizdiği yolda yürümeye başlar, o yolun dışına çıkmamaya özen gösteririz. Konformistleşiriz. Konformistleştiğimiz ölçüde de toplum tarafından kabul görür, el üstünde tutuluruz. Başka bir deyişle, sahtekarlaştığımız ölçüde iyi vatandaş kabul ediliriz. Mevcut düzen, seni olabildiğince kendi kalıplarına sokmaya çalışır, sokabildiği ölçüde de pohpohlar, sırtını sıvazlar, ondansındır.

Ancak kültürel ilerleme, entelektüel gelişme uygun ve uyumlu olanın reddiyesine bağlıdır. Ancak mevcut olanı reddederek daha iyiye, bir sonrakine ulaşmak mümkün olabilir. Dünün feodallerine karşı çıkmadan bugünün burjuvazisine, bugünün burjuvazisine karşı çıkmadan da yarının sınıfsız toplumlarına ulaşılamaz. Dünün kadınlarının çarşaflarına, bugünün kadınlarının ve erkeklerinin kıyafet zorunluluğuna karşı çıkmadan yarının toplumuna ulaşılamaz. Dünün babanın sözüne karşı çıkmayan aile bireyi anlayışına karşı çıkmadan, bugünün kendi ayakları üzerinde duran bireyine ulaşılamayacağı gibi, bugünün kendi ayakları üzerinde duranın topluma karşı hissettii sorumluluğa da karşı çıkmadan yarının über-insanına ulaşılamaz.

Uyumlu ve uygun olanın reddiyesi konformist olmayan aydın birey için mecburiyettir. Bunu da bilinçli olarak, düşünerek yapmaz. Mevcut hal, kendiliğinden gelişir. Önemli olan kendiliğinden gelişen bu halden kaçmamak, toplumun bireye uyguladığı sıradanlaşma baskısından olabildiğince kurtulmaktır. Uygunluk-uyumluluk, ancak reddedildiği ölçüde önem kazanır.

Bir Sarhoşun Notları

Askere koşarak gidenleri, orduyu kendinden çok sevenleri, polise hırsızdan çok güvenenleri hiçbir zaman anlayamadım. Beline silah takanları, sokağa çıkarken yanına kitap yerine bıçak alanları, kendinden güçsüz olduğunu düşündüğü insanlara el kaldıranları hiçbir zaman anlayamadım. Ülkemin kadınları, ne kadar da erkektiler? Ve ülkemin erkekleri, ne kadar da militaristtiler. Öpüşmenin yasak olduğu yerde küfürleşmek serbestti, sevişmenin yasak olduğu yerde iyi kavga edebilmek yiğitliğin göstergesiydi. Kadın erkeğe, erkek kadına yasaktı. Belki de bu yüzden çocukluğumuz hemcinslerimizin dokunuşları, hemcinslerimize dokunuşlarla geçti. Belki de sadece bu yüzden eşcinsellik, ülkemin tabusu olmaya devam etti. Sahi, eşcinsel hiçbir deneyimi olmayan sosyal birey bulmak mümkün müdür? Küçük bir dokunuşu dahi yaşamamış, kaçamak bir bakış dahi atmamış, beraber mastürbasyon yapmamış, sürtünmemiş, penisinin boyunu karşılaştırmamış birini bulmak mümkün müdür? Çocukken, daha henüz çocuklarını salamıyorken dünyaya, insanların cinsiyetine çok önem vermezsin. Merak edersin. O merak ediş sürecinde karşı cinsin yasaklanması seni hemcinsine yakınlaştırır. Erkek ya da kadın olması önemli değildir onun. Senden başka bir varlık olması yeterlidir. Denersin ne deneyeceğini bilmeden. Ta ki büyüyene kadar. Bir gün etrafa çocuk bırakmaya başlarsın, o zaman hem cinslerinden de uzaklaşırsın. Kendiliğindendir, nedensizdir. Cinsel bir uyanıştır, aydınlanmadır. Etrafa hiç doğmayacak çocuklar saldıkça da erkekleşirsin. Bizim ülkemizde erkekleşmek, şiddete gark olmaktır, efendileşmek, iktidarlaşmak, militaristleşmektir. Kadınlar da bundan ayrıksı değildir. Vatan için ölmek isteyecek bireyleri yetiştirmek erkekleşen kadının görevidir. Vatan için ölmek isteyecek bireyi yetiştirmek kadar, vajinasını evlenmeden kullanmayacak kadını yetiştirmek de önemlidir. Vatan için ölmesini beklediğimiz gencecik bireylerin, aynı zamanda da sevişmemiş olmasını isteriz. Erkekliğinin-kadınlığının farkında olmayan, ancak vatanı uğruna ölmeyi kafasına koymuş binlerce gençten oluşan kocaman bir güç... Ne müthiş bir toplum! 

Uğruna ölünecek vatan kavramını da hiçbir zaman anlayamadım. Vatan neydi? Misak-ı milli miydi, yoksa üç kıtaya yayılmış atalarımın bıraktığı miras mıydı, ya da turan ülküsü müydü, Orta Asya mıydı vatan? Vatan neydi? Kendimi herhangi bir sınırın içine hapsedemiyordum, İstanbul neden vatandı da, Atina değildi anlayamıyordum. Hala da anlayamıyorum. Harita üzerindeki sınırların hiçbirinin gerçekte var olduğunu görmedim. Benim gibi insanların engellemeleri dışında aramızda her hangi bir engel bulamadım. Birbirimizi anlayamadığımız dilleri konuşuyor, anlaşamıyorduk. Düşman olduğumuz öğretilmişti, neden düşmanız, bilmiyorduk. Bir gün bize saldırdıkları söyleniyordu, ama biz neden biz olmuştuk, onlar neden onlar olmuştu belli değildi. Biz bizdik, onlar da onlardı. Belki bizden yüz sene önce bu topraklara taşınan akrabalarımızdı, belki de bin sene önce. Önemi yoktu bunların, aynı dili konuşmuyorduk, anlaşamıyorduk. Onlar, onlardı. Yenilmelilerdi. Düşman. Her yanımız düşmanla doluydu. Bu kadar çok düşmanın olduğu yerde de bize düşen vatan için ölmekti. Emperyalistler saldırıyor, ölün; komünistler saldırıyor, ölün; dinciler saldırıyor, ölün; haçlılar saldırıyor, ölün. Vatandaşın payına düşen hep ölüm. Bu kadar ölümün ardından belki de söylenecek tek bir şey vardır; vatanınız batsın. 

Dedim ya hani, ülkemizin kadını da erkektir, erkeği de. Fatmalar erkek olmakla övünür. Babalar oğlunun milli olmasıyla, kızının da erkek gibi bir kız olmasıyla övünür. Oğul kiminle milli olur? Önemli değil. Bir başka Türkiye kadınıyla. Dedim ya ama, önemli değil. Oğulların kadınları eve gelebilir, oğulların kadınları için babaların arabaları alınabilir, oğulların kadınları için babaların parası dahi aşırılabilir, bunlar kolaylıkla sümen altı edilir. Lakin kadın çocukların erkek arkadaşı dahi olamaz ki nasıl eve gelsin? Kadın çocuklar arabayı nasıl istesin? Kadın çocuklar baba parasını aşırıp da ne yapsın? Orospu mu olacaksın başımızayla, tuttuğuna saplıyor bizim oğlan arasındaki muazzam yen içinde kalan kol ile elaleme açılan mevzu arasındaki farksızlıktan ibaret fark dahi ne denli bir militarizme gark olduğumuzun göstergesidir. Fethedilen topraklar bakire kadındır, fetheden ise sapına kadar erkek devlettir. Becere becere toprakların sahibi olur. Erkeğin de kadına bakışı bundan ibarettir. Her yeni kadın, erkek için, bakire kadındır. Becerilerek sahip olunur-fethedilir. Erkek sapına kadar erkektir, kadın ise sapına kadar kadın değildir. Becerilendir. Aşağılanandır. Domaltılandır. Ağzına verilendir. Parmaklanandır. 

Kadın sevişmemelicileri de anlayamadım hiçbir zaman. Aynı insanlar çoklukla eşcinselliğe de karşı olurlardı. Kadın kendisini sevdiğine saklamalı, çünkü hormonları erkeklerin ki gibi, anatomileri erkeklerin ki gibi değil. Bir erkeğin bir kadına saplaması biyolojik durumundan kaynaklanır, ancak, bir kadının erkeğe saplaması şımarıklığından-oynaklığından. Tüm bu bilgileri doğru kabul etsek dahi, erkek kimle cinsel ilişkiye girecek sorumuzun cevabı ancak fahişeler olarak yanıtlanabilir. Hem kadınlar kendisini sevdiğine saklamalı diyip, hem de fahişeliğin devamını savunmak nasıl bir kafanın ürünü olabilir? Bir de bunu kadının kendisine olan saygısına bağlayanlar var ki, gülmemek elde değil. Kadın kendisine duyduğu saygı gereği, istediği insanla beraber olmalıdır zaten. Bir başkası için kadının kendisini saklaması gerektiğini düşünmesi, en başta kendisine yaptığı saygısızlıktır. 

Sözlerime burada son verirkene, içimi ısıtan köpek öldürene de şükranlırımı sunmak istiyorum. Kimsesiz günlerimin kimsesi, herkesli günlerimin arananı olarak gün geldiğinde yorgan, gün geldiğinde afrodizyak, gün geldiğinde de prezervatif görevi gördüğü için teşekkür ederim. İyisin dost, iyisin. 

28 Mart 2013 Perşembe

Sanata Sorular


“Bir hikaye nasıl başlamalı?” diye başlayan hikayelerin, yazarın kısırlığından kaynaklandığı aşikarken yazmaya devam etmenin anlamı nedir? Ya da, “Bu film nasıl başlamalı?” diye soran senarist, senaryosunu tamamlayacak gücü nereden bulur? Bir yazar, senarist, bestekar kısacası sanat üreticisi, üretiminin ücretlendirilmesini garanti altına almamışken ve zaten madden garanti altına alınmış sanat sanat değilken yaşama kavgası içerisindeki sanatçı neye dayanarak sanat emekçiliğine devam eder? Devam edebilir mi? Camus’yü öldüren neydi? Yoldan çıkan araba mı? Peki ya Hemingway’i? Woolf’u?  Yazmak çoğu insan için güzel bir hayalken, yazar için bir zorunluluk mudur? Zorunluluk halinde ortaya çıkanın adı sanat mıdır? Sanat ne içindir? Sanatı sanat yapan, anlattıkları mı, yoksa anlaşıldıkları mıdır? Bakkal Ahmet Abi’nin sinek avlarken çiziktirdiklerini sanatsızlaştıran nedir? Bakkal Ahmet Abi’nin sinek avlarken çiziktirdikleri sanat değilken, Vincent’ın kulağını keserken çiziktirdikleri neden sanattır? Bakkal Ahmet Abi’nin intiharı parasızlıktandır da Vincent’ın intiharı neden dahiliğindendir? Sanata paha biçilebilir mi? Paha biçilebilen sanat, zanaatlaşmamış mıdır? Zanaatlaşan her sanat, aşağılanmamış mıdır? Ederi yükselen her zanaatlaşmış sanat, aslında, en aşağılanmış olanı değil midir? Sahi, sanat birileri için midir? Sovyetlerin sanatçıya sunduğu “Marksist Sanat” özgürlüğü, sanatın ortaya çıkmasını imkansızlaştırmaz mı? Biri için yapılacak her sanat, sanatçının kalıplaştırılması değil midir? Kalıplaşan her sanat, sanat olmaktan çıkarak fabrika üretimine dönmez mi? Fabrikanın ürettiğine sanat denilebilir mi? Kalıplara dahil olmaması için birinin emrine verilemeyecek sanat, sanatın emrine verilebilir mi? Sanatın sanat için yapılması, sanatçının sanat için kendisine oto sansür uygulaması değil midir? Sanatın “için”den kurtarılması gerekmez mi? Peki “için”den kurtarılan sanat artık “her şey”leşmez mi? “İçin”den kurtularak “her şey”leşen sanat eseri, bir diğerinden daha ederli olabilir mi? Sahi, sanat nedir? Güzeli, çirkini olur mu? Güzel nedir? Çirkin de onun tersi midir? Baş aşağı durmuş güzel, artık güzel değil midir? Estetik olan güzel midir? Güzel çirkinliğin olmama hali midir? Yoksa çirkin mi güzelliğin olmama halidir? İkisi de farklı şeylerin kendi içerisinde var olma hali midir? Dün güzel olan, bugün de güzel midir?

Kafa karıştırma piç, özet geç de gel. 

8 Mart 2013 Cuma

Sevginin Sevilenle Olan İhtimalsizliği

"Seni seviyorsam, bundan sana ne; ben seni mutlu etmek için değil, kendim mutlu olduğum için seni seviyorum."

Goethe'nin, Spinoza'nın; "Tanrı'yı hakikaten seven kimse, Tanrı'nın onu sevmesini istememeli!" sözünden etkilenerek bu cümleyi ortaya çıkardığı kuvvetle muhtemel olduğu gibi, sözü, Nietzsche'ye atfedenler de yok değil. Lakin, Goethe ya da Nietzsche'den hangisi söylemiş olursa olsun sevgiden anladığım hep buna yakın bir şeyler olmuştur. Yakın demek zorundayım. Zira cümlenin sonunu ama aynı zamanda da sevginin anlamını, nedenini açıkladığı için belki de en önemli yerini oluşturan; "kendim mutlu olduğum için seni seviyorum" kısmı, benim nedensizlik anlayışımın dışında kalıyor. Sevgiye nedensellik angaje ettikten sonra da, sevginin sevilensizliğinin anlamı kalmıyor. Sevginin nedenselliği, sevme işinin bireyin kendisine mutluluk vermesi olarak adlandırıldıktan sonra, zaten artık sevgili, birey olmaktan çıkıp bireyin duyduğu sevgi haline geliyor. Bu durumda da "seni seviyorsam bundan sana ne" deyişimiz, zaten sevilen zannettiğimiz bireyin ilgi alanına değil, gerçekte sevdiğimiz "sevgimizin" alanına giriyor. Sevgimizden duyduğumuz mutluluk-ki zaten sevgimiz bu mutluluk için varlığını devam ettiriyor- sevgimizi sevgilimiz haline getirdiği için, sevme işimiz de haliyle sevgimizi  yani sevgilimizi fazlasıyla ilgilendiren bir hal alıyor. Çünkü aksi durum, sevgimizin mahvı, sevgimizin mahvı da mutluluğumuzun kayboluşu anlamına geliyor.

Sevmenin saf hali, mutluluk duyduğumuz için var olan değil, var olduğu için mutluluk duyduğumuz halidir. Ve bu mutluluk, sevgi duyulanı yanında görmek arzusunu, sevgi duyulana dokunmak arzusunu içermez. Saf sevgi, yani bir başka deyişle katıksız sevgi, tüm arzu ve ihtiraslardan soyunmuş, başka bedenleri özel mülkü olarak görme güdüsünden arınmış olmak zorundadır. Saf sevgi, tek başına insanın tüm ihtiyaçlarını giderecek kadar mutluluğun ortaya çıkmasına yeteceği için, bireyin başka bir arzuya meyletmesini de imkansızlaştıracaktır. Ancak sevme işiyle tam anlamıyla mutluluk duyamayanlar, bir bedene sahip olmak, birini kendi kollarının arasında görmek ve bu kişiyi de kendi istediği formda, başkalarının uzağında, sadece kendisiyle var olmasını isteyeceklerdir. Bu da apaçık bir şekilde, sevgiyi alış-veriş aracı olarak kullanmak anlamına gelir. Bireye karşı sevgi duyan insanın, karşılığında bir beden istemesi, sevgiyi metalaştıran, sevgiyi parasal bir değere kanalize eden tavırların başında gelir. Bu da sevgiyi manevi olandan koparıp, maddi olana hapseder. Bugün insanların, nedense, daha iyi üniversitelerde eğitim almış, daha iyi görünümlere sahip, daha iyi pozisyonlarda-makamlarda olan, daha iyi ailelerden gelenlere daha sıklıkla sevgi besliyor olması, sevginin metalaştırılmış olmasından başka neyle açıklanabilir? İki yüz liraya, üç yüz liraya seks işçisi kiralayan bir züppeden ne farkı vardır, üç paralık sevgisine bireyi satın almak isteyen züppenin? Sevginin sevilene söylenmesi, ancak, sevilenden sevenin bir şeyler bekliyor olmasıyla açıklanabilir. Sevilenden sevgi bekliyor olabilir, beraber olmayı bekliyor olabilir, bedenini istiyor olabilir.Yani seven, sevdiğine sevdiğini söyleyerek, sevdiğinden beklentilerinin olduğunu açıklamış olur. Sevginin ve sevgililiğin bir çıkar ilişkisi haline geldiğini bundan daha iyi ne gösterebilir bize? Sevgi kapitalizmle beraber metalaşmış, rekabet koşullarında insanların birbirlerinin önüne geçmesini sağlayan bir alış-veriş materyali haline gelmiştir. Böyle bir dünyada yaşayan insanların saf sevgiyi duyabilmeleri, hissedebilmeleri de haliyle mümkün değildir.

"Seni seviyorsam bundan sana ne"yi sevdiğine değil, kendisindeki sevdiğine söyleyebilen insan, yani kendi içerisindeki sevdiğine söyleyebilen insan, saf sevgiyi duyan insandır. Bunun hemen hemen imkansız olduğuna inandığım bugünün modern dünyasında, medeni insanın ise saf sevgiye en çok yaklaştığı an, sevgisini sevilen ile birlikte sevgililik içerisinde duyumsuyorken, sevilenin fiziksel-bilinçsel-psikolojik varlığına hiçbir zorlayıcı müdahalede bulunmadığı andır. Sevdiğiyle sevgili olmayı çok büyük bir arzuyla istemesine rağmen, sevdiğinin kendi istediği forma dönüşmesi, sevdiğini kendine ait olduğunu hissetmesi, evcil hayvanlarına yaptığı gibi, keyfine göre giydirip, keyfine göre işemeye çıkardığı bir köleye dönüşmesi bahsinde bilinçli bir etkiyi yapmayan insan için, saf sevgiye yaklaşan insan diyebiliriz. Sevgililik, ancak insanları kölelikten kurtarıyor ya da en azından, geçmişte var olan zincirlerinin bir kısmından kurtulmasını sağlıyorsa gerçek sevgililik halini alacaktır. İki kişi arasında hiyerarşik bir çatışmayı ortaya çıkaran, bireylere yeni zincirler bağlayan, zaten düzen içerisinde köleleşmiş bireyi daha da köleleştiren birliktelikler, sevgililikten çok bir nefretlilik hali, bir savaş alanı olacaktır. Sevgililik, iki yarım elmanın bir tüm elma meydana getirmesi değil, iki elmanın yan yana birbirini çürütmeden devam edebildiği olgudur. Zira iki birey ilişkiye başlarken birbirinin aynısı olmadığı gibi, aynılaşmaları da doğru değildir. Sağlam karakterli iki bireyin birlikteliği, birbirlerini sürekli olarak geliştirdikleri, ancak birbirlerine benzemedikleri, farklılıklarını büyük ölçüde muhafaza ettikleri ve birbirlerinin farklılıklarından beslendikleri, birbirlerinin farklılıklarını tanıyıp, bu farklılarını toplum içerisinde rahatça yaşayabilmeleri için gereken gücü birbirlerine verdikleri birlikteliktir.

Çok uzatmadan tamamlamak gerekirse; sevgi, bir sevilene ihtiyaç duymaz. Sevgililik de, birbirini sevdiğine inanan insanların birbirlerini diğer insanlardan soyutlayarak tamamiyle özgür kıldıkları, ya da tamamen özgür kılmak için yolda oldukları yolun bir yerlerinde bulunmalarıdır. Sevgiyi de sevgililiği de çıkarlarımızın oyuncağı yaptık ve oyuncağının kıymetini bilmeyen çocuklar gibi, oyuncaklaştırdıklarımızı gerçek olmamakla suçlayıp, oyuncaklarımızdan sıkılarak, onlara kızarak, onları bir köşeye fırlattık. Sevgiyi ve sevgililiği bu hale getiren insan evladı, yine aynı şekilde sevgiyi ve sevgililiği eski yerine, metalaşmadan önceki yerine koyabilir. Ve bir kez daha haykırılabilir;

"Dünyayı güzellik kurtaracak.
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey."

1 Mart 2013 Cuma

Zamanı Kaybeden Vakvak Amca

İnsanlar zaman kaybetmekten söz ederken gerçekten neyi kastederler? Zamanlarının yitip gitmesi olmasa gerek. Çünkü, zamanın yitmemesi de ancak zamanın yok edilmesiyle mümkün olabilir. Zira insan an içerisinde olduğu müddetçe, ânı geçmişe, geleceği âna dönüşecek, zaman da her daim yitip gidecektir. Bu durumda zaman kaybetmek, ancak, geçirilen zamanın geleceğin ve gelecekteki anın için olabilecek en iyi şekilde değerlendirilmemenin ya da olabilecek en iyi şekilde değerlendirilmeyen anlarla oluşan geçmişten çıkartılmayan derslerin adı olabilir. Bu durumda da "zaman(ı) kaybetmek" alabildiğine göreceli bir kavram haline gelir. Her insanın kendince yaşadıklarından ders çıkartma ya da yaşadığı anı en iyi şekilde değerlendirdiğini düşünebileceği "iyi"si vardır. Bu da zaman kaybetme ihtimalini kişiselleştirir, bireye ait hale getirir. Birey, zaman kaybetmediğine inandığı müddetçe zaman kaybetmiyordur ve varlığının geçmişinden ibaret olduğunun fakında olan birey, zaman kaybetmenin mümkün olmadığının da farkına varır. Zaman kaybetmeyi, anlarını olabilecek en iyi şekilde geçirmemek ya da en iyi olabilecek şekilde geçirmediği anlarından ders çıkarmamak olarak kodlayan insan, aslında yaşanmış olanın olabilecek en iyi şekilde yaşandığının da farkına varmak üzeredir. Birey her an, o zamana kadar geçirmiş olduğu tüm anlarının var ettiği kişidir. Bu durumda bireyin olabileceğinden daha kötüsünü yapıp, bundan da ders çıkartabilecek durumda olmasına rağmen ders çıkartmadığını söyleyerek zaman kaybettiği sonucuna varmak, ancak ilk anını iyi değerlendirmediğini iddia etmekle mümkün olabilir. Gerçekten o doğduğumuz ilk anı, iyi değerlendirmekten ya da değerlendirmemekten söz edebilir miyiz? Bir insan anlarının içerisinde, geçmiş anlarının biriktirdiği "şey" olarak bulunur, yaşar, davranır, düşünür ve söyler. Bu da bir insanı o an için olabilecek en iyi kendisi olduğunu ve ders çıkartabilecek ana gelene kadar da ders çıkartmıyor oluşunun, ders çıkartamıyor oluşundan kaynaklandığını bize anlatır. İnsan, zaman kaybedemez. Zaman kaybetmek, ancak zamanı kaybetmekle mümkündür ki, bu da tanrısal bir eylemdir. Ve her insan, biraz tanrıdır.

13 Şubat 2013 Çarşamba

Eşcinsel vs Ensestist

Eşcinselliğin yasaklanmasını ya da en azından sıradanlaştırılmasını istemeyenlerin öne sürdüğü gerekçeler, genelde, dogmatik din hezeyanları, kültürel değer safsataları ve toplumsal normların içerisine hapsolmuş beynin abuklukları ile ortaya çıkan cerahattan ibarettir. Eşcinselliğe karşı bir akla sahip olması için toplum tarafından dinle-kültürle kodlanan bireyin aklı bir "normal" üretir. Normal, -1 ile 1 arasında bir doğru parçası hayal edersek, sıfır ve sıfıra en yakın olanların topuna birden verilen isimdir. Bu sınırların dışında kalana da konformist birey, "anormal" der. Anormallik tek başına bir şeyin reddedilmesi için geçerli olmaktan uzaktır. Toplum metal müziği anormal kabul etti diye metal müzik tü kaka olmayacağı gibi, yasaklanması, doğal kabul edilmemesi de mümkün değildir. Bu sebepten dolayı homofobikler, anormallik söylemlerini destekleyecek sığ argüman arayışı içerisine girerler. Bu argümanların sağlayıcısı da toplumun değerleri tarafından çoktan üretilmiş, homofobiğin kullanımına hazır hale getirilmiştir.

Bu argümanlardan en sık kullanılanları dinsel olanlarıdır. Türkiye, İslam Cumhuriyeti olarak adlandırılabilecek kadar müslümanı içerisinde barındıran ülke olduğundan, ilk argümanlardan birisi daima Lut kavmi olacaktır. Allah Lut kavmini eşcinsel olduğu için helak etti diyen güruh, az sonra da size eşcinselliğin hastalık olduğunu, tedavi edilmesi gerektiğini söyler. Yani bu güruha göre Allah, sırf hasta oldukları için bir kavmi helak etmiştir. Mükemmelliğine inanılan bir Tanrı için ne kadar da gaddarca. Yine bu güruha göre eşcinseller rahatça eşcinsel olduklarını söylememeli, kendileri gizlemeli, eşcinselliklerinin getirdiği eylemlerde bulunmamalıdırlar. Yani Lutçu arkadaşlarımız, hastalık olarak yutturmaya çalıştıkları eşcinselliği barındıran eşcinsel insanlardan hasta oldukları için utanmalarını beklemektedirler. Utanmaları da yetmez, adeta hasta oldukları için hasta olmayanlardan özür dilemelidirler. Lut kavminin helakını eşcinselliğe bağlayan insanların, eşcinselliği hastalık olarak görmeleri başlı başına bir çelişki-tutarsızlıktır. Bu tutarsızlığa düşmek istemeyen Lutçuların, ya helakın nedenini eşcinsellik olarak görmemeleri ya da eşcinselliği hiçbir zaman için hastalık olarak görmemeleri gerekir. Lut kavmine yeniden dönelim. Lut kavminin eşcinsel oldukları için helak edildikleri büyük bir saptırmadır. Lut kavminin helakı, insanı mülkü olarak görmesi üzerinden zuhur eder. Lut kavminin helakındaki esas neden, eşcinsel olmaları değil, eşcinselleri kullanmalarıdır. Zira Lut kavmindeki insanların karıları vardır, çocukları vardır. Lut kavmindeki bireyler eşcinsel değillerdir, olsa olsa karılarından sıkılmış, kadınlardan bıkmış, erkekte anlık hazzı duyumsamak isteyen, çocuk sorumluluğundan kaçmak isteyen, tecavüzcü, insanı metalaştıran bireylerdir.

Eşcinselliğin hastalık olduğu mevzusu da büyük oranda geçmişte kalmış düşüncelerden bir tanesidir. Dünya Sağlık Örgütü eşcinselliğin hastalık olmadığını açıklayalı yirmi yıldan fazla oluyor. Yarın bir gün yeni bir bilimsel veri bize eşcinselliğin hastalık olduğunu söylese dahi eşcinselleri tedavi olmaya zorlamak gibi bir lüksü kimsenin yoktur. Zira hasta tedavi olmak istemediği sürece tedavi olmaya zorlamak, ancak hastanın akıl sağlığının yerinde olmamasıyla mümkün olabilir. Olası bir eşcinselliğin hastalık olduğunun kabulünden sonra dahi eşcinsel evliliklere izin vermemek söz konusu olamaz. İki insan grip olduğu için evlenmesine izin verilmemesi ne kadar mantıklı olacaksa, eşcinsellerin evlenmesine izin vermemek de o kadar mantıklı olacaktır.

Eşcinsellere ve eşcinsel evliliklere karşı olan homofobiklerin bir diğer savunusu toplumsal ahlakın bozulduğu meselesidir. Ahlak zaten yapısı gereği ahlaksızlar tarafından sürekli olarak bozulan ve yine ahlaksızlar tarafından tekrar ortaya konularak, ortaya koyan ahlaksızları ahlaklılaştıran bir olgudur. Toplumsal ahlak ya da kültür, kendisinden farklılaşan ahlaksız bireyler tarafından zaman içerisinde değişmeye zorlanır, sürekli olarak zorlanan toplumsal ahlak, bir süreden sonra ahlaksızların saldırıları karşısında duramaz hale gelerek yeni bir ahlaka evrilir. Yeni ahlak, eski ahlakın var olduğu süreçte ahlaksız olarak adlandırılanların ahlakıdır. Artık dünün ahlaksızları, bugünün ahlaklıları haline gelmiştir. Bunu engellemeye çalışan muhafazakar-bağnaz kesim her daim olacaktır. Ancak Hegel'in diyalektik kavramından nasibini almış olanların bu bağnazlığa düşmeyeceği de gerçeklik olarak karşımıza çıkar. Hegel'den sonra Engels'in açıkça söylediği gibi; diyalektikin kabulüyle birlikte bağnazlık bireyi terk etmeye mahkumdur. Diyalektikin maddeci yorumu, hiç durmayan bir tarihsel değişimi, hiç bitmeyecek bir kültürel evrimi neredeyse şüpheye yer bırakmayacak ölçüde açıklamıştır. Bu sebepten eşcinselliğin ahlakı berhava etmesi, eşcinselliği kötülemek için kullanılamaz. Eşcinselliği dışlamak için, eşcinselliğin birey, doğal olarak toplum, üzerinde yaratacağı olumsuz etkileri sıralamak, bu olumsuz etkileri göstermek gerekir. Bugüne kadar bu olumsuz etkiler bilimsel verilerin ışığı altında gösterilmiş değildir.

Eşcinselliğe ve eşcinsellere karşı kin besleyenlerin bir diğer argümanı, evlat edinmek isteyen eşcinsellerin çocuklarının yaşayacağı psikolojik travmaların hesabının nasıl verileceği yönündedir. Eşcinselliğin kötü-çirkin-iğrenç olarak kabul edildiği toplumlarda, eşcinsel çiftlerin çocuklarının psikolojik travmalar yaşaması kuvvetli ihtimaldir. Ancak bu travmanın sorumlusu eşcinsellik değil, eşcinselliği içselleştirememiş toplumun çocukta yarattığı iç çatışma halidir. Evde eşcinsel ebeveynleriyle yaşayan çocuk, dışarıda eşcinselliğin iğrençliğine yönelik baskıyla karşı karşıya kalır, bu çatışma hali de psikolojik sorunlara neden olabilir. Bu psikolojik sorunların müsebbibi de eşcinseller değil, eşcinselliği iğrenç olarak kodlayıp, bunu küçücük akıllara zerk etme işiyle uğraşan toplumsal akıldır. Eğer birinden birini mahkum edeceksek, mahkum edilmesi gerekenin, toplumsal aklımızın olumsuzluğunu gösteremediği bir eylemi ve eylemi gerçekleştirenleri mahkum etme girişimi olduğu açıktır.

Eşcinselliğe yüklenirken söylenenlerden bir tanesi de eşcinsellerin ortaya çocuk çıkartamadığı mevzusudur. Dünya'nın nüfus sorunu .çektiği doğrudur. Ancak bu sorun nüfusun azlığından değil, fazlalılığından kaynaklanır. Dolayısıyla eşcinsel birlikteliklerden ortaya çocuk çıkmaması hali, dünya toplumları için olumsuz değil, olumlu bir durumdur. Bununla birlikte, eşcinsel çiftlerin çocuk sahibi olamaması gibi bir zorunluluk da yoktur. İki kadının kurduğu beraberlikte, sperm bankasından alınan spermle kadınlardan birinin hamile kalarak çocuk sahibi olmasının önünü kapayan bir durum yoktur. Ya da erkek çiftin, bir taşıyıcı anne bulması söz konusu olabilir. Yani mesele üremekse, eşcinsel bireyler de üremeye katkıda bulunabilir. Cinselliğin zevk almak için değil, üremek için olduğunu söylemek ise Aziz Augustinus'tan orta çağ Avrupası'na bir hediyedir. Eşcinselliği bu düşünce üzerinden mahkum etmeye çalışanların, prezervatif kullanımından, doğum kontrol haplarına kadar bir dizi gebeliği engelleyen koruyucu önlem karşısında konumlanmayışlarının da nedenini sorgulamak gerekir.

Homofobiklerin eşcinselliğe saldıracağım diyerek şekilden şekle girmekte sınır tanımadıkları son nokta ise, madem eşcinsellikte sıkıntı yok, enseste ne diyorsunuz o halde dedikleri noktadır. Eşcinsellikle ensest arasında kurdukları bağlantının dayanak noktası "tercih" meselesi ya da ikisinin de toplum tarafından reddediliyor olması meselesi olsa gerek.

Eşcinselliğin tercih olup olmadığı uzun bir süredir dünyanın dört tarafında tartışılıyor ve son zamanlar genel kabul, eşcinselliğin doğuştan gelen bir yönelim olduğu yönünde. Yani eşcinsellik tercih olarak kabul edilmediği için, "madem isteyen istediği gibi istediği kişiyle sevişiyor, ensesti de meşru olarak mı görüyorsunuz" gibilerinden bel altı vurma çabaları da boşa çıkmış oluyor. Eşcinsellik ve ensest, olsa olsa ikisinin de toplum tarafından ahlaki-kültürel olarak dışlanıyor olması bahsinde  yan yana getirilebilir. Birinin kabulü diğerini de kabul etme zorunluluğunu getirmediği gibi, birini reddetmek de diğerini reddetme zorunluluğunu barındırmaz. Ensest sınırları toplumdan topluma değişen, sosyolojinin ilgi alanına giren bir meselidir. Bugün doğru kabul ettiğimiz sosyolojik bir vaka, yarın doğru olmaktan çıkabilir, aynı şekilde, bugün yanlış kabul edilen sosyolojik bir vaka, yarın doğru olarak kabul edilebilir. Ensesti yanlış olarak kabul etmenin en temel nedenlerinden biri, istismara çok açık olmasındandır. Çocuklarıyla aynı evde yaşayan ebeveynlerin, çocuklarını etki altına alarak kendilerini istetmeleri, kendilerine aşık etmeleri oldukça kolaydır. Bu durum da çocuğun tercihi değil, çocuğun bir yola kanalize edilmesi anlamına gelecektir. Bu da bireyi, bireyin mülkiyetine terkederek, bireyin bireyi kullanmasının önünü açmak anlamına gelir. Bilinçli bir toplumun, kültürel evrim sürecinde ileri aşamalara ulaşmış bir toplumun enseste çok daha olumlu yaklaşması, olası bir gelecektir. Bugün için de tartışılması, olumsuzluklarının konuşulması gerekir.

Dipnot: Ensestist uyduruk bir kelimedir.

30 Ocak 2013 Çarşamba

Sosyalistin Üslup Sorunu Üzerine

Sosyalistlerin genel olarak üslubunda ya da üsluptan çok tavrında üstenci(hiyerarşik kültürel duruş) eğilimin var olduğu doğrudur. Sormaktan çok, bildiğimizi göstermeyi, "acaba" demekten çok, "gerçekte" demeyi, öğrenebileceğimizden çok öğretebileceğimizi varsaymayı seviyoruz. Hatalara ya da hata olarak kabul ettiklerimize içtenlikle değil, bir kaplanın ceylana yaklaştığı gibi yaklaşıyor, yapılan hatadan adeta zevk alıyor, hatayı düzeltme işinde alaycı, karşısındakini küçük gören, hata yapana omuz vermek yerine onun omuzlarına basarak kendimizi övme yoluna gittiğimiz, başkasının hatalarıyla egomuzu şişirerek kendimizi bok bellediğimiz bir garip, ne idüğü belirsiz tavrı göstermeyi uygun buluyoruz. Dostça, yoldaşça, arkadaşça muhabbet edip tartışmak yerine; "sosyalist sivri dillidir, lafını esirgemez, insanlar kırılacak diye gerçekleri söylemekten vazgeçmez" gibi mevzuyla alakası olmayan söylemlere angaje oluyor, ötekileştirerek berikileşiyoruz. Sıkıntılı varlıklarız biz, fazlasıyla. Halkçı olduğumuzu iddia ederken arkamızda olmayan kitlelerin nedenini daima ikinci, üçüncü kişi ve kurumlara bağlıyor, üslubumuzdaki kibri; bilgiyi ve aklı kullanırken edindiğimiz "yok sayıcı", "aşağılayıcı" tavrı görmezlikten geliyoruz. Eylemde, açıklamada, toplantıda, davada vatandaşların büyük çoğunluğunun gözlerindeki öfkeli bakışı değil, bir kaçının alkışını görüyor, bundan gururla bahsediyoruz. Halkın öfkesini cehaletine yoruyor, ama her ne hikmetse halkın içerisinde yer almaktan da imtina ederek, obskürant tavrı uygun buluyoruz. Okuduğumuz üç-beş kitabın, tartıştığımız bir-iki meselenin, yazdığımız makalemsi metinlerin bizi cehaletten çok uzaklaştırmış olduğunu zannediyor, "aşmış" aklımızın ışığını halka yaymak yerine, kişisel mevki-makam uğraşlarımız için debelenip durmayı, yirmi beş, bilemedin otuzumuzdan sonra marifet sayıyoruz. Araştırmacı-yazar, öğretim görevlisi-üyesi olmayı hedefliyor, olmadı bir dergide-gazetede köşe kapmaya, sayısı yüzleri bulmuş, parti-dernek-örgüt yelpazesinde yönetim kadrosu içerisinde yer almaya çabalar oluyoruz. Hiç birinin "para" etmediği yerde, sol siyasi kimliğin getirdiği eş-dost ilişkisinden faydalanarak belediyeye "iş yapmayacak solcu" kontenjanından girmeyi "boynumuz bükük" bir şekilde kabul ediyoruz.

Halk bizi sevmiyor, sevmediği gibi istemiyor da. Yani sevmeme hali kıskançlığın getirdiği bir durum değil, iğrenmenin, nefret etmenin getirdiği bir durum. Bunun nedenlerini kendimizde aramak yerine, sağa sola saldırmaya ve hatta sallamaya devam ettiğimiz sürece de, değişen bir şeylerin yakın bir zamanda olması pek mümkün görünmüyor.


23 Ocak 2013 Çarşamba

Kandil Üzerine Kısa Bir Not

İslamiyet'e kandil, yaklaşık olarak "hicri" 3. asırda sokulmuş olup, Osmanlı zamanında bu topraklarda resmileştirilerek kutlanmaya başlanması ise 16. yüzyılı bulmuştur. İsmini aldığı "kandil" bildiğimiz ışık saçan alet edevatın ismidir. Kandil günlerinde camilerde yakılan kandillerden ismini alır. 

Kültürel bir durum olan geleneksel kandil kutlamaları, her ne hikmetse İslam'a yamanmış, sanki İslam'danmışçasına yutturulmaya çalışılır hale gelmiştir. Hatta bu mesele insanı öyle etkileyen bir noktaya getirilmiştir ki; kandil günlerinde hal hatır sormayan eş dost kınanmış, dinsizlikle isnat edilir hale gelmiştir. 

Ne Kuran, ne de hadisler, kandillerle alakalı bir kutlamadan söz etmezler. Kuran'da Kadir gecesi geçerken, hadislerde de Beraat'den bahsedilir. Ancak bir kutlamadan, bir ritüelden, bir ayinvari eylemlilikten söz edilmez. Kadir gecesi bir kez yaşanmıştır, her sene tekrarlandığını zannetmek gaflete düşmektir. 

Kandillerimizden ne istiyorsunuz? ne güzel dua ediyoruz, ibadet ediyoruz diyen insanların duadan sonra hiçbir  icraatlerinin görünmüyor olması, kandil ve türevi, dini ritüelleştiren, yaşamın içerisinden çıkaran, namazı bir spor, orucu diyet, haccı turistik gezi, zekatı elinin kiri, kurbanı karın doyurmak haline getiren meselelerin, dindarlar ve dolayısıyla da tüm dünya halkları için ne kadar tehlikeli olduğunu bize gösterir. Kandil gibi kavramlar; İslam'ı yaşam alanlarından çıkaran, duvarlar ardına hapseden, insanı üç günah beş sevap hesabına sevkederek muhasebecileştiren, mücadeleyi İslam'dan çıkarıp, yerine itaati, susmayı, şükretmeyi koyan, kısacası muktedirin iktidarını sağlamlaştırırken, mazlumu çaresizleştiren, çaresizleştirdiği mazlumu da afyonlayan kavramlardır. 

İslam bireyleri uyutarak mutlu etmeyi değil, uyandırarak mutlu etmeyi vaat etmiştir. Uyuklamak isteyenler, "cahiliye" devri ritüellerini takip etmeye devam edebilirler.