30 Aralık 2011 Cuma

Uludere'de Birlikte Yaşam Bombalandı

Haftalardır, haberlerde şu kadar PKK'lı öldürdük gibilerinden haberler yapılıyordu. Gerçi öldürdükten ziyade, etkisiz hale getirildi deniliyor, öylesi daha makbül oluyor sanırım. Bizde bağırdıkça bağırdık, öldürmek çözüm değil paşam dedik, öldürmek çözüm değil ağam dedik, yapmayın, etmeyin dedik. Oturup konuşun dedik, dinletemedik.

Peki neden oturulup konuşulmak istenmedi? Sebebi silah bırakıp gelen PKK'lıları karşılayan halkın, silah bırakılmasına, barışa yaklaşılmasına karşı duyduğu aşırı mutluluk, aşırı sevinç haliydi. Bir nevi, halka, barışa çok seviniyonuz, o halde bunu elinizden almalıyız denildi. Açılım için vatan hainliği denildi. Açılım oldu bir fırtına öncesi sessizlik, sonrası malum. Haftalardır devam eden operasyonlar, hareket edene karşı açılan ateşler, yağan bombalar.

Sonra bir gece haberiyle öğrendik ki, otuz beş insanımız, sivil-kaçakçı otuzbeş insanımız terörist zannedilerek bombalanmış, katledilmiş. Haber aldığımda, gece yarısı 4 civarı felandı. Uyumadan önce son kez twitter'a gireyim dedim, baktım ki Hasip Kaplan ölümlerden bahsediyor, hemen televizyonu açtım, tek bir haber yok. Doğal olarak internetten haber kanalları olduğunu düşündüğüm kanalların sitelerine baktım, tek bir haber, tek bir başlık yok. Fırat Haber Ajansı'na bakayim dedim, bir sürü haber, tek tek okudum. Sonrasında tekrar televizyonu açtım, yine tek bir haber yok, internetten Roj Tv'yi bulup izlemeye başladım, Kürtçe yayın olduğundan dolayı, tek kelimesini bile anlamadım, aşağıda zaman zaman yenilenen Türkçe altyazılar vardı. Sonra twitter yazarları devreye girdi ve haberler peşi sıra gelmeye başladı, sabah 7'ye kadar hiçbir Türk haber sitesi, meseleyi duyurmadı. İlk duyuran haber7 oldu. Olaydan yaklaşık 9 saat sonra. Televizyon kanalları uzunca bir süre üç maymunu oynadı. Haber kanallarını kim engelledi, kim sansürledi bilemiyorum. Ancak bir sansür olduğu açıkça belliydi. Valiliğin açıklaması geldiği halde,tv kanalları açıklama yapmamakta direndi. Genelkurmay Başkanlığı'nın açıklamasından sonra, tv kanalları bu açıklama üzerinden tek tük haberler yapmaya başladılar, CHP hiç beklemediğim kadar duyarlı davrandı, hiç beklemediğim kadar eleştirel bir tavır takındı. BDP zaten ilk saatlerden beri hareket halindeydi. AKP ise ilk açıklamasını akşamüstü 5 civarında yaptı. Yani olaydan yaklaşık 19 saat sonra. İşte bu saatten sonra, tv kanalları çok daha fazla haber yapmaya başladılar. Ancak yine de, olması gerekenin yanında çok çok daha az bir tepki vardı medyada. Yazık ettiler, ayıp ettiler. Haberciliğin tamamen öldüğünü bize gösterdiler.

Genelkurmay Başkanlığı'nın açıklaması, tamam hata yaptık, ama sor bakalım neden yaptık, minvalindeydi. O yolu daha önce PKK'lılar kullanıyordu denildi, PKK'lıların intikam almak için eylemler yapacağı istihbaratı geldi denildi, daha önce PKK'lılar katırlarla silah taşıyordu denildi, bölge PKK'nın ana kamplarına yakındı denildi. Denildi de denildi; bir, öldürülenlerden özür bekliyoruz denilmedi. AKP cephesi, olayın yanlışlığına dikat çekti, BDP'ye halkı gaza getirmeyin diyerek yüklendi, olayın üstü kapanmayacak, hata varsa sorumlular cezasını çekecek dedi. CHP'li vekiller açık bir şekilde, olayın hata olduğu konusunda birleşip, sorumluların bulunması konusunda hemfikirlerdi. CHP'nin bu tavrına şaşırmadım desem yalan olur. MHP'den ise yapılan bir açıklamaya rastlamadım.

Maalesef olay insanlıktan çıktığını bize kanıtlayan insanları görmemizi de sağladı. Zaten kaçakçılarmış, kaçakçılığın parası PKK'ya gidiyor, orada geziyorsan ölmeyi de göze alacaksın diyen aklıevveller ortalıkta dolanmaya başladı. Öncelikle birkaç söz söyleyelim; bombardımanda ölen kaçakçıların bir çoğu korucu ailesinden. Yani PKK sempatizanı bile değiller. Yaşları genelde yirmiisnden küçük, oniki yaşında olan bile var. Yıllardır bu işi yapıyorlar, askerin haberi var, devletin haberi var. Gittikleri yol belli geldikleri yol belli. E kaçakçının hiç mi suçu yok? Kaçakçının suçu Türk değil de Kürt olması. Önce misak-ı milli de yemein edip, sonra da Lozan'da yeminini bozanların Kürdistan'ı bölmelerine karşı ses çıkarmamış olmları, suçları. Yazıklar olsun önce aileleri bölüp, sonra da onlar kaçakçılık yapsın biz vergi verelim yok ya diyenlere, yazıklar olsun insanların topraklarını ikiye bölüp, araya da mayınlar döşeyip dikenli teller çekenlere. Yazıklar olsun garibanın yanında duramayanlara.

PKK olmasaydı, bu bombalamalar da olmazdı, o insanlar da ölmezdi diyenler var. Analara, bacılara tecavüz edilmeseydi, babanın makatınsa okulan cop, çocuğun ağzına sokulmasaydı, bok yedirilmeseydi insanlara, faili meçhuller yaşanmasaydı binlerce, Türk olmamak yasaklanmasaydı, Kürtçe konuşmak, şarkı söylemek, ıslık çalmak yasaklanmasaydı, PKK'da olmazdı. Hatta daha öncesine gidelim, Allah yaratmasaydı insanları ya da inanmayanlar için söyleyelim, ilk madde evrimleşmeseydi insana doğru, tüm bunlar yaşanmazdı. Bu kadar da mantıksız, bu kadar da akılsız bir savunmadır işte, PKK olmasaydı, bu saldırılar da olmazdı demek.  O yüzden suçu PKK'ya atıp, "oh lan tertemiziz" ayaklarına yatmanın manası yok, aksine mide bulandırıcı.

Bazı insanlar, ama onlar terörist de olabilirdi, insansız hava araçları, termal kameralar bunları nasıl tespit etsin diyenler var. Biz de tam da bu yüzden diyoruz ki, sırf kamerada insan gördün diye, elli kişinin üzerine bomba atılır mı? Madem tespit ettin, takip et, pusu at, bak bakalım kimdir nedir,necidir? Tespit edip takip ettiğin grubun, karakol basma ihtimali var mıdır? Bu kadar da akılsızlık olur mu? Belli ki bizim bir askerimiz öleceğine, bizim bir askerimizin hayatı riske edileceğine, burdaki kaçakçı, terörist, çoban kimse ölsün denmiştir. Bunun başka açıklaması olamaz.

Bir çok Kürt, Uludere katliamından sonra, medyanın taakındığı tavır, halkın takındığı tavır karşısında, bağımsız Kürdistan istencine angaje olmuştur. Milletin birlik ve beraberliğine indirilmiş en büyük darbelerden birisi, Uludere'de yaşananlardır. Bazı vekillerin 33 kurşun benzetmesi, hiçte küçümsenmeyecek, hiçte göz ardı edilmeyecek bir benzetmedir.

Uludere'de belki de bu vatanın bütünlüğü çöpe atıldı, belkide milletin birliği ve beraberliği artık sağlanamayacak kadar yara aldı. Beraber yaşamanın, birlikte yaşamın ipinin çekildiği, boğazlandığı bir olay yaşadık. Ve bunun nedeni sadece insanların terörist zannedilerek bombalanması değil, medyanın suskunluğu, halkın küfredercesine tavrı ve hükümetin vurdumduymazlığıydı. Yazık ettik umutlara, yazık ettik çocuklarımıza, yazık ettik yarınlara.

28 Aralık 2011 Çarşamba

Bir Sarhoşun Notları

Basit bir insanımdır. Çokça okur, çokça yazar, çokça filmle, müzikle haşır neşir olurum. Çalışmakta, didinmekte pek gözüm yoktur. Bu sebepten dolayı da, adam yerine konmam(adamlık ne demekse), büyümemişliğime, cahilliğime verilir tavırlarım. Sistem içerisinde yer almadığımdan dolayı, düzgün bir işe girip(genelde sabit maaşlı, sigortalı bir iş olarak tanımlanır) birileriyle evlenip, iki çocuk yapmak(yer yer üç) gibi bir hayalimin, hedefimin ve gidişatımın olmamasından ötürü vah vahlarla, ah ahlarla karşılaşırım. Zannedersiniz Hiroşima'da nükleeri kafama yedim de geldim. Altı üstü sistem yalakası, konformist, pragmatist bir insan değilim yahu. Bu yüzden vah vahlamaya, cık cıklamaya, tüh tühlemeye ne gerek var?

Sık sık kandırılmışlığımdan bahsederler arkamdan. Yüzüme söylemezler, çünkü söylerlerse cevap vereceğimin farkındadırlar. Cevaplarıma verecekleri cevaplara vereceğim cevaplar yüzünden göt olup kalacaklarının da farkında olduklarından dolayı yüzüme karşı bir şey söylemezler. Biz çok okuyan, çok düşünen insnaları hep birileri kandırmıştır; okumayanlara, düşünmeyenlere göre. Ancak okumayan, düşünmeyen insanlar ise asla kandırılmazlar. Onlar doğruların farkında, gerçeği görebilen insanlardır. Onlar şah, biz ise piyonuzdur. Birileri bizi öne sürer, birileri bizi maşa olarak kullanır. Vah vahlar, ah ahlar, cık cıklar devam eder.

Bugüne kadar aşık olup olmadığımdan emin değilim. Sarhoşken birileri gelir aklıma, şarkılara içtenlikle eşlik ederim, bağırırım, çağırırım. Ancak yine de aşk buysa, çok da bir bok değil demektir. Ne ki lan bu? Ağladık, güldük, sitem ettik, bağırdık, özledik, sevdik, seviştik eee? Çokta bir bok değil lan o zaman aşk? Ne ki lan aşk? Biriyle yatarken Ayşe'yi düşünmek midir aşk, birinin gözlerinin içine bakarken Ayşe'yi görmek midir aşk, birine sevdiğini söylerken, kalbinin acıması mıdır aşk, birilerinin omzuna başını koymuşken, Ayşe'nin elini tutmak mıdır aşk, birileri için ağlarken Ayşe'nin mutluluğuna sevinebilmek midir aşk? Nedir lan aşk?

Öğrencilik bana zor gelmiştir her zaman. Ya da klasik öğrencilik diyelim. Yani öyle sırada oturup, dersi takip edip, düzenli not tutanlardan olmam, olamam. Öğretmenin götünde dolaşıp, yağ çekemem. Sevmem ben öğretmenleri. Sınıf başkanlarını da sevmem. Bir şeyin başı olan hiçbir başı sevmem ben. Sevemedim bir türlü. Kim baş olmuşsa, bir şeyleri yalayarak baş olmuştur gibi gelir bana hep, birileri baş olmuşsa sahtekardır diye düşünürüm. Gerçi, medenilik dediğimiz olay da sahtekarlıktan ibaret değil mi? Bugün hangimiz, gerçekten düşündüğümüz şeyleri, insanların yüzlerine söylesek hala arkadaşlarımız, eşimiz dostumuz, kardeşimiz, anamız babamız kalır çevremizde? Medenilik dediğimiz mevzu, her düşündüğünü söylememe mevzusudur. Her düşündüğünü söyleyene de patavatsız, hanzo, kıro felan deriz. Sahtekarlığın, ikiyüzlülüğün övüldüğü bir dönemde yaşıyoruz, var mı tartışılacak bir mevzu?

Sosyalist bir insanın, sermaye sahibi olması beni rahatsız eder. Lüks arabalara binip, lüks evlerde oturması beni rahatsız eder. Bunları söylediğim zaman, kimsenin itirazıyla karşılaşmıyorum. Ancak ne zaman ki bir müslümanın lüks arabaya binmesinden rahatsız olurum, lüks evlerde oturmasından rahatsız olurum desem, fazlasıyla tepki alıyorum. Neden yahu? Bir müslümanın mal biriktirmesi açık bir şekilde yasaklanmışken, buna itiraz etmek neden? Bir müslümanın mal mevzusundaki yükümlülüğünü kırkta bire indirgemek neden? Peygamber sarayda mı yaşıyordu, en iyi develere binip, en iyi kıyafetleri mi giyiyordu da, bunu mu örnek aldınız? Yazıklar olsun, zenginlerle komşu olup da benim komşum aç değil ki tok yatmam sorun olsun diyenlere, yazıklar olsun, lüks araçlara binip, gecede binlerce lira harcayan müslümanlara, yazıklar olsun oruç tuttuğu hale açın halinden zerre anlamayanlara, yazıklar olsun namaz kıldığı halde, namazının hakkını veremeyenlere, yazıklar olsun müslümanım dediği halde, eşitlikten, kardeşlikten, haktan, hukuktan bahsedemeyenlere.

Geçen yazımda, kadınların ezikliğinden bahsettiğimde, mevzu yanlış anlaşılmış sanırım. Kadınları aşağıladığım zannedilmiş. Halbuki ben kadınları aşağılamaktan ziyade, mevcut düzeni eleştiriyordum. Bir kadın arkadaşım, kadınlara ezik dememden alınarak bana bir itiraz mesajı attı, sonrasında da kadınların ezilmediğinden bahsetmeye başladı. Bir kadın, günümüzde kadınların ezilmediğinden bahsediyorsa eğer, ortada kocaman bir yanlışlık vardır. Şu düzende, kadınlar aşağılanmıyorsa, kimse aşağılanmıyordur, kimse aşağılanmıyorsa da, oldukça dostane bir ortam vardır, her şey toz pembe, her şey süper, her şey hariküladedir. Sanırım, her şeyin bu denli mükemmel olmadığının farkındayız, o zaman kadının ezildiğinin farkında olarak işe başlamamız güzel olur.

Biz sosyalistler, sık sık demokrasiden dem vurur, demokrasiden bahis açar, demokrasinin yterince uygulanmadığı nedeniyle mevcut düzeni eleştirir, mevcut hükümetlere oklarımızı çeviririz. Sosyalistlerin peygamberlerinden(kusura bakmayın ama çoğu sosyalist için lenin yoldaş peygamberden farksız bir statüdedir) Lenin yoldaş, "Ne Yapmalı" adlı eserinde açıkça şunu söyler; 'gerçekte hiçbir devrimci örgüt, ne kadar isterse istesin geniş demokrasiyi hiçbir zaman uygulamamıştır ve uygulayamaz' Bunu gözardı etmeden demokrasi eleştirilerimizi yaparsak, daha tutarlı bir çizgide dururuz diye düşünüyorum.

Sosyalizm çöktü gibilerinden abuk subuk bir retorik almış başını gidiyor. Ulan bir SSCB ve Çin deneyimine bakarak sosyalizm çökmüşse, şu an ki toplumlara bakarak, devlet sisteminin bizzat kendisinin çökmediğini iddia edebilir miyiz? Açlığa, hastalklara, ölümlere, svaşlara bakarak kapitalizmin çökmediğinden bahsedebilir miyiz? Sadece iki ülke deneyimi, sosyalizmin çökmesine yeterli olmuşken, bunca ülke deneyimine rağmen, kapitalizmin, emperyalizmin çökmediğini söylemek, hangi kafanın ürünüdür, hangi mantığın sonucudur? Sosyalizm mücadelesi, Çin deneyiminde de, SSCB deneyiminde de dersler almış, sorunları görmüş, kendini yenilemiş, en azından yenileme çabalarının içerisine girmiştir. Kendini yenilemek istemeyen marksist-leninistler, maoistler, troçkistler ise muhafazakar, yobaz, tutucu, gerici sosyalist-komünistlerdir. Bunun başka bir açıklaması olamaz.

Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder gibi sosyalistlerin BDP içerisinde yer alması, bazılarını rahatsız etmiş. Emperyalist uşağı bir parti içerisinde ne işleri var deniyor. Bu arkadaşlar yakında, emperyalist uşağı bir devletin meclisinde bu insanların ne işi var, emperyalist uşağı bir ülkede ne işleri var, emperyalist bir dünyada ne işleri var da derler. İnsanlara bok atmak istedikten sonra, atmak için bir çok şey bulunur. Yeter ki bok atmak isteyelim.

24 Aralık 2011 Cumartesi

BİR SARHOŞUN NOTLARI


Aslında kadınları sevmem. Erkekleri de sevmem. Yine de erkekleri kadınlardan daha tahammül edilebilir bulurum. Kadınları bugünkü haline getiren, muhtemelen yüzyıllardır devam eden erkek egemen sistem. Bunu da kabul etmemiz gerekir. Ancak tarihsel bir neden-sonuç ilişkisi üzerinden konuşacak olursak, mevzu tanrıya ya da inanmıyorsak ilk maddeye kadar gider ki, bu da bizim hiçbir şeyi konuşamamamıza neden olur. O yüzden bu tarihsel süreci bir kenara bırakıp, sığ bir bakış açısıyla konuşmaya devam edelim. Kadınların tek bir işi vardır, kendini daha çok sayıda erkeğe beğendirip, daha üst düzeyde bir erkekle beraber olmak. İster kabul edin ister etmeyin. Durum bundan ibaret. Erkeğin ise böyle bir derdi yok. En başta biyolojik açıdan doğurganlığı esas alcak olursak bile böyle bir derdinin olmadığını görebiliriz. Ee haliyle böyle bir derdi olmayan erkek, daha çekilebilir hale geliyor. Kadını böyle bir derdi olan insanlar grubu haline getirenler de erkeklerdir, orası ayrı bir tartışma konusu.

Kadınlar genel olarak, ezilen sınıftandırlar. Yani ister istemez, dünyanın yapısından ötürü ezilen türe dahildirler. Bu sebepten dolayı , kadınların ilk tercihi, kendini ezdirmeyecek kadar çok zengin bir erkek, ya da kendini ezdirmeyecek kadar çok yakışıklı bir erkektir. Bu ikisi yoksa, çok komik, çok kültürlü, çok zeki erkekler tercih edilir. Bu tercih esnasında genelde, çok güzel, çok zengin, çok kültürlü ve çok zeki kadınlar seçilmiş olur. Geriye kalan %99, hiçbir şeyin çok iyisi olmayan %99'dur. İşte bu noktadan sonra bu %99, kendisini ezilmişlikten kurtaracak kadar çok üst seviyede çok elit erkekler bulamayacağını bildiğinden ötürü, kendinden daha ezik erkekler bulma yoluna girer. Bu yüzden nerde çok aptal, çok ezik erkek var, değerlenmeye başlar. O yüzden nasıl oluyorda bunca aptal adamın, bunca ezik herifin yanında böyle kadınlar var diye düşünmeyin. Eziklikten kurtulamayacağının farkında olan kadının, kendinden daha ezik birini bulup, kendini yüceltmesi işidir bu yaşananlar. Farklı bir şey değil.

Cemal Süreya; Türkiye erkeği bir adımını ne kadar ileriye atarsa atsın, bir adımı her zaman feodalite içerisinde sıkışıp kalacaktır, demiş.Hak vermemek elde mi? Esasında sadece Türkiye erkeği için değil, dünya erkeği için geçerli bu durum. Ne yaparsak yapalım, ne kadar geniş bir bakış açısına sahip olursak olalım, kendimize hoş gördüğümüz şeyleri, kadınlara uygun göremiyoruz. Kemiklerimize, hücrelerimize kadar işlemiş feodalite. Kurtulamıyoruz.

Alkol aldıktan sonra sevişmeyi seviyorum. Alırken de sevişmeyi seviyorum. Sevişmeyi her zaman seviyorum. Alkol aldıktan sonra sevişmezsem, bir şeyler eksikmiş gibi geliyor. Olmamış gibi, içtik ama, içmedik gibi geliyor. Sarhoşum ama dünyam dönmemiş gibi, dönüyorum ama aklım alınmamış gibi. Sevişmek güzeldir, sarhoş olmak da öyle. Ancak sarhoşken sevişmek, apayrıdır. Uçmaktır. İnsanları küçümsemektir. Tanrılaşmaktır. Boşalıyorken, boşalmamaktır, en büyük hazzı alırken, hazzı kaybetmemektir. Hep devam etmektir, yorulana kadar, sızana kadar devam etmektir.

İçen kadından, söven kadından, sevişen kadından yanayımdır her zaman. Yani benim kadın versiyonumu severim. Her zaman sarhoş, her zaman sevişmek isteyen, her zaman ağzı bozuk, her zaman okuyan, her zaman düşünen. Böyle bir kadına aşık olur, böyle bir kadına sarılır bir daha hiç bırakmam. Kovsa da gitmem, sövse de gitmem. Yüzsüzlerin kralı olur, eziklerin efendisi olurum, yine de gitmem.

Bugün siyasi forumlardan bir tanesinde, elemanın bir tanesi "Alevi Türk'den olur zaten" diyivermiş. Hiç utanmamış, hiç sıkılmamış. Son zamanlarda sıkça piyasaya sürülen söylemlerden bir tanesi, aleviliğin Türk islamiyeti olduğu söylemi. İşin doğrusu alevilikle alakalı olarak derin bilgilere sahip değilim. Çok fazla araştırdğım bir konu da değil maalesef. Bu yüzden bir kaç basit soruyla konuya giriş yapmaya karar verdim.

Alevi olmak için Türklük şartı mı aranıyor? Eğer aranıyorsa, bu kafatasçı bir Türklük arayışı mıdır, yoksa insanın ben Türk'üm demesi(kemalist milliyetçilik) yeterli mi? Eğer yeterliyse, Türklüğü'ne 4 şahit getirmesi de gerekir mi?

Maraş Katliamında öldürülenleri anmak için Maraş'a giden alevileri, kolluk kuvvetleri kente almamış. Sebep; kent içerisinde güvenliğinizi sağlayamayabiliriz. Bu ülkede hala sünniler alevilere saldıracaksa, hala sünnilerin alevilere saldıracağı düşünülüyorsa, belki de bu saldırı alttan alta pohpohlanıyor, tasvip ediliyorsa, yemişim öyle ülkenin bütünlüğünü, yemişim öyle milletin birlik ve beraberliğini.

Tarihi tertemiz olan bir devletin varlığından söz edilebilir mi? Hiç sanmıyorum. Bizim aradığımız şeyin, tertemiz tarihli bir devlet olduğunu zannediyorlar. Halbuki bizim aradığımız tek şey, temiz olmayan tarihindeki pisliklerle, kirlerle, mide bulandırıcı şeylerle yüzleşebilme cesaretini gösteren bir devlet, bir hükümet, bir millet. Tarihiyle yüzleşmekten kaçan milletler değil, tarihiyle yüzleşip, yeri geldiğinde özür dilemesini de bilen, tazminat ödemeyi de kabul eden milletler büyük milletlerdir. Onlarca büyük devlet kuran, üç kıtada at koşturan, tank yürüten, üç okyanusta gemilerini yüzdürenler değil, mazlumun yanında, haklının yanında, ezilenin yanında durabilenler büyük olanlardır. Büyük olmak gibi bir derdi olmayanlar büyük olanlardır.

Son günlerde Fransa'ya inat, hepimiz Cezayirli, hepimiz Ruandalı olduk. Türkiye'de Ruandalı olmanın, Cezayirli olmanın çok bir şey ifade etmediğinin hepimiz farkındayızdır. Türkiye'de zor olan, Ermeni olabilmek, Kürt olabilmek, Rum, Yahudi, Yunan, Bulgar olabilmektir. Yıllardır Ruanda'da, Cezayir'de yapılanları görmezlikten, bilmezlikten, duymazlıktan gelip, Fransa'ya inat bunları gündeme getirmek, oportünist, pragmatist bir yavşaklığın göstergesi değildir de nedir? Bu riyakarlıktan, bu iki yüzlülükten nasıl olur da hiç sıkılmazsınız, nasıl hiç utanmazsınız?

Fransa ile Türkiye hükümetleri restleşe dursun, halkımız da hemen boykot çağrılarına başladı. On yıllardır hiçbir boykot girişiminde başarılı olmamamız bir yana, aldığı ürüne zarar verme, aldığı ürünü bozma, aldığı ürünü telef etme yöntemine başvuranlar var. Yahu sen parasını ödediğin malı, ürünü, değeri kırdığın, bozduğun, döktüğün için Fransa kökenli şirketlerin başına bir felaket felan gelmiyor. Amaç bu şirketlere para akışını kesmek. Parasını verdiğin ürünü kırarak, yerine Amerika, İngiltere, İtalya,  Almanya, Çin gibi ülkelere para kazandırmak değil. Yine de biz bu sefer boykotta başarılı olabileceğimizi düşünelim, Fransa'nın ekonomisindeki yerimiz aşağı yukarı %2 civarında, Fransa'nın bizim ekonomimizdeki yeri ise %5. Bu boykot işinden kimin daha zararlı çıkacağını anlamak, pek zor olmasa gerek. Zaten halihazırdaki uluslararası antlaşmalar gereği, devlet olarak bir boykot uygulamasına gidilmesi mümkün değil. Ancak halkın verebileceği bir tepkiyle bu uygulama hayata geçirilebilir. Lakin bizim milletimiz, eylem yapmayı unutmuş, sokağa çıkmaya takati kalmamış, uyuşuk bir millet olduğu için, bu boykotun da sürdürülebilirliğinin ne denli imkansız oldulğunun farkında oluruz. Fransa'nın meclisten geçirmiş olduğu yasaya karşılık yapılabilecek en güzel uygulama, anayasamızdan 301. maddeyi çıkartmak olacaktır. Bir ülkeye ders vermek istiyorsak, bu ders en iyi şekilde, demokrasiyle, düşünce ve ifade özgürlüğüyle verilebilir. Ekonomik yaptırımlarla, tehditlerle, sizin kıçınızı daha önce kurtarmıştıklarla olmaz.

Ali Deniz Kılıç ve Baran Nayır; Türkiye'de yaşayan politik iki öğrenci. SDP'ye, yani Sosyalist Demokrasi Partisi'ne üyeler. Bu öğrencilerin sosyalist olmaları, sosyalist legal bir partiye üye olmaları, DTP gibi yine yasal olan bir diğer partinin basın açıklamasına katılmaları, tutuklanmaları için yeterli oldu. Suçlamanın nedeni tehlikeli madde bulundurmak, ya da daha doğru ifade edelim, gözaltına alındıkları sokakta, molotof kokteyli bulunuyor. Eee, bu insanlar da bu civarda gözaltına alındıklarına göre, bu molotof kokteylerini getirenler, kesin bunlardır deniliyor. Molotof kokteyllerinin üzerinde parmak izlerinin olmadığı mahkemeye delil olarak suunuluyor. Ancak iki arkadaşımız, iki yoldaşımız serbest bırakılmıyor. Öğrenim hayatlarını gasp edilmeye, özgür yaşam haklarını gasp edilmeye devam ediliyor. Bunun nedeni de hala kuvvetli bir suç ihtimalinin bulunmasıymış. Ne, nasıl yani? Açıklayabilecek olan var mı?

O kadar depolitikleşmiş, o kadar apolitikleşmiş bir gençliğimiz var ki. Üniversiten mezun olup, tek bir bildiriye imza atmayan, tek bir örgüte üye olmamış, tek bir sefer sokağa çıkmamış insanlar var. Gerçekten insan mısınız? İnsan olmanın temel kaidelerinden biri, akıl ve vicdan sahibi olmaktır. Hadi kendini ilgilendiren bir durum yok, hayatında, yaşam koşullarından çok memnunsun, her şey senin için mükemmel, en azından bir başkasını rahatsız eden şey de mi seni rahatsız etmedi? Bir başkasına yapılan haksızlığı da mı göremedin? Ezenin olduğu yerde ezilenin yanında durmayanın müslümanlığından bahsedilebilir mi? Onu da geçtim, insanlığından bahsedilebilir mi? Ne zaman bu kadar akılsınız oldunuz, ne zaman bu kadar vicdansız oldunuz? Ne zaman ye kürküm ye demeye, ne zaman işkembelerinizi doldurmaya başladınız?

22 Aralık 2011 Perşembe

Cemil Meriç'in Bu Ülke'sinden Alıntılar

Tüm alıntılar kitabın 2010 tarihli 35. baskısındandır.

...İlham perilerinin iltifatı hiç kimseye kavgadan kaçmak imtiyazını vermez. Fildişi kule, ikinci harp sonu dünyasının davasız sanat meczuplarını barındıran bir miskinler tekkesidir... Vatandaşları günün çetin kavgalarında yer alırken yıldızlara seranat besteleyen bedbahtın adı: savaş kaçağıdır... (syf.44)

"Pamuk ipliğinden biraz daha sağlam tek bağ: Düşünce birliği. O da rüzgarın her an tehdit ettiği bir kandil. Düşünce birliği, düşünen insanlar arasında olur. İnsanların kaçta kaçı düşünür? Düşünenlerin kaçta kaçı karşılaşır ve açılır birbirine?" (Jurnal, 12.8.1963) (syf.57)

Her dudakta aynı rezil şikayet: Yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lağım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye'nin insanından şikayetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını "yaşanmaz"laştıranlardır. (syf.97)

...Voltaire, "Yaşayanlara saygı borçluyuz az çok" diyor... "ölenlere tek borcumuz kalmıştır: Hakikat". İslamiyet, "Ölülerinizi hayırla yadediniz" buyurmaktadır, ölülerinizi yani sizden olanları. Yaşayanları yöneten ölülerdir. Demek ki, öldürülmesi gereken ölüler de var. (syf.130)

"Düşüncenin her korkudan azad olduğu bir ülke
Bir ülke ki insanları dimdik,
Dünya duvarlarla bölünmemiş,
Kelimeler gönlün derinliklerinden fışkırır,
Emek kemale uzatır kollarını,
Aklın ırmağı alışkanlıkların karanlık çölünde kuruyup gitmemiş,
Ne olurdu Tanrım! Benim yurdum da böyle bir ülke olsa!"  (Nehru, Tagor'dan; Cemil Meriç de Nehru'dan alıntılamış) (syf.247)

"Hümanizma dünyanın en namussuz sömürüsü olan burjuva sömürüsünü örtbas etmek için ileri sürülmüş bir duman perdesidir,"
"Gerçeklerle gerçekten savaşmak isteyen bir sosyalist, geçmiş gerçeklerle yaşadığı çağın gerçeklerini iç içe düşünmek, onları her durumda yeniden anlamlaştırmak, değerlendirmek zorundadır..." "Her ülkenin sosyalistleri kendi yollarını kendileri bulmak, daha açıkçası sosyalizmlerini kendileri yaratmak zorundadırlar" (Cemil Meriç Kemal Tahir'den alıntılar yapıyor) (syf.252-253)

Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar belki açmazlar. (syf.267)

20 Aralık 2011 Salı

İTİRAZLAR

Hepimizin bildiği gibi, son zamanlarda Fransa sık sık haberlere konu oluyor. Daha önce Ermeni Soykırımı'nı kabul eden Fransa, şimdilerde de Ermeni Soykırımı'nın varlığını reddedenlerin bir yıl hapse atılabileceği ya da 45 bin euro para cezasına çarptırılabileceği bir yasa tasarısını oylayacak. Bir devletin soykırımları kabul edip etmemesi, devletin kendi tarihçilerinin araştırmalarıyla ya da tamamiyle siyasi ayak oyunları için verebileceği bir karar. Bu karara katılmıyorsanız, kendi tarihçilerinizin, bilim insanlarınızın araştırmalarını ya da devlet arşivlerinizde var olan belgeleri ilgili ülkelere yollayıp, kararlarını gözden geçirmelerini isteyebilirsiniz. Yani Fransa'da daha önce kabul edilen Ermeni Soykırımı kararının insani bir yanlışlığı yok. Karara katılırsınız, katılmazsınız; itiraz edersiniz, etmezsiniz orası ayrı bir konu. Ancak en azından kararın düşünce ve ifade özgürlüğü gibi temel özgürlük alanlarında ihlal ihtiva eden bir durumu yoktur. Bugünlerde tartışılan, muhtemelen kanunlaşacak tasarı ise apaçık bir şekilde düşünce ve ifade özgürlüğüne darbe vurur niteliktedir. Lakin bugüne kadar, en ilerici olduğunu düşündüğümüz devletlerde dahi, hükümetlerin ya da egemenlerin canları istediklerinde bu özgürlükleri ihlal eden davranışlarına sık sık rastladığımızdan dolayı, her hangi bir şaşkınlık içerisine de girmedim. Türkiye hükümetinin büyük bir ikiyüzlülük örneği sergileyerek, Fransa'ya düşünce ve ifade özgürlüğü konularında ders verme işine girişmesine de şaşırmadım. Zira, bu hükümetin yüzsüzlüğüne de fazlasıyla alışkınız. Mecliste Dersim, Maraş, Çorum, Sivas olaylarına katliam diyenlere bir tek taş atmadığınız kalırken, parasız eğitim istedi diye öğrencileri içeriye atıyorken, militarizmin zararlarından bahsedeni, halkı askerliğe karşı soğutmaktan içeriye alıyorken, mustafa kemal'i eleştirmek bile suç kapsamına giriyorken, hangi ifade özgürlüğünden, hangi düşünce özgürlüğünden bahsediyoruz, bilemiyorum.

Dün yirmi civarı PKK'lının öldürüldüğü haberleri vardı her kanalda. Hep beraber halaya durup arkasından iki göbek atma işine giriştik. Savaş böyle bir şeydir işte, en masumumuza bile unutturur insanlığı. TSK'nın operasyonlara girişmesini haklı bulabilirsiniz, gördüğü yerde PKK'lı avına çıkmasını doğru bulabilirsiniz, bunlar siyasi, sosyolojik, felsefi bazda tartışılabilecek mevzular. Ancak öldürülen insanlar üzerinden bir sevinç içerisine girmek, öldürmelerin üzerinden, kan dökmelerin üzerinden bir zafer çılığı yükseltmekte nedir? Bu kazananı olmayan bir savaş. Her ölen, öldürülen insanda bir kez daha kaybettiğimiz bir savaş. Kim ölürse ölsün, hangi taraftan olursa olsun, bir insan ölüyor. PKK'lıları kandırılmışlar olarak görüp, sonra da onlara insan değil diyenlerin, kendi içerisinde düşmüş oldukları çelişkiyi görmekle birlikte, PKK'lıların kandırılmış cahiller olarak görmeyerek insan olmadıklarını söyleyenlerin de insanlıklarını kaybettiklerini gördüğümü söyleyebilirim. Yazıklar olsun ölümler üzerinden sevinenlere, yazıklar olsun insanlığı ayaklar altına alanlara.

Seks işçilerinden genellikle tiksintiyle bahsedilir. Bu insanlarla komşu olunmak istenmez, aynı apartmanda, aynı otobüste, aynı barda, aynı cafede, aynı sırada olunmak bile istenmez. Bu insanların çocukları da bu ayrımcı, aşağılayıcı tutumdan nasiplerini alır, yakayı kurtaramazlar. Peki seks işçisine para verecek kadar cebinde parası olan insanlar? İşte o insanlarla komşu olunmak istenir, arkadaş olunmak istenir, dost olunmak istenir, iş ortağı olunmak istenir. Bunları istemeseniz bile, en azından var olan durum yüzünden bir aşağılayıcı tutum içerisine girmez, bir vebalıdan kaçar gibi kaçmazsınız bu insanlardan. Genel mantık, seks işçileri olmasaydı, bu insanları kiralayan insanlar da olmazdı şeklinde çalıştığından dolayı, suç seks işçilerine atılır. En azından benim anlayabildiğim kadarıyla olsa olsa bundan dolayı seks işçileri bu denli aşağılık yaratıklar olarak kabul edilirken, bu insanları paralarıyla kiralayanlar, en ufak bir toplumsal itirazla karşılaşmazlar. Nitekim seks işçiliği, bu işten para kazanılabileceğinin farkına varan pezevenkler tarafından mı icat edilmiştir, yoksa seks işçiliği durduk yere ortaya çıkmış, sonra da insanlar, "enee seks diye bir şey var, böyle para veriyon, sonra da boşalıyon çok güzel bişey" diyerek bu insanları kiralamaya mı başlamışlardır? Muhtemelen seks işçiliğinin ilk önermede olduğu gibi ortaya çıktığını herkes kabul edecektir. Bir toplumdaki, bir çok sosyolojik, psikolojik nedenden ötürü, seks işçilerine ihtiyaç duyulur. Bunların başında evliliğin kutsallaştırılması, cinselliğe ulaşılabilirliğin zorlaştırılması, cinsellik eğitiminin verilmemesi, paranın değerinin diğer tüm değerlerden daha üst bir seviyeye çıkarılması, cinselliğin kapalı kapılar ardına hapsedilmesi, kadınların seksten uzaklaştırılması, sekssever kadınların aşağılanması gibi bir çok durum, mevzu gelir. Bunların hiçbirinin çözümüne dair kafa yormadan, esas mağdur durumdaki seks işçilerine karşı sözde ahlaki duruş sergilenmesinin elle tutulur hiçbir yanı yoktur. Haksıza karşı haklının, ezene karşı ezilenin yanında durmak, durabilmek insanlık görevidir.

17 Aralık 2011 Cumartesi

Bir Sarhoşun Notları

Gerçek aşk diye bir safsata almış başını gidiyor. Neymiş efendim, gerçek aşk denilen bir olgu varmış. Genellikle tek bir kişiye karşı duyulabilen hislerden oluşan bu olgu, karşındaki insanın güzelliğinden, zekasından, kültüründen ve bilimum davranış biçimlerinden bağımsız olarak yani nedensizlik üzerinden vuku buluyormuş. Ancak herhangi bir seçim, yönelim için bir nedensizlikten bahsedilebilir mi? Kendimize itiraf etmemiş olmamız ya da henüz nedenini bilmiyor olmamız ortada bir neden olmadığını gösterir mi? Hadi biz tüm bu soruları görmemezlikten gelip ortada bir neden olmadığını kabul edelim ve bir insana aşık olduğumuzu varsayalım. Aşık olduğumuz insana, aşık olduğumuzu bırakın maşuka, kendimize itiraf ettiğimiz andan itibaren, yani aşık olduğumuzu farkettiğimiz andan itibaren artık ortada aşk yoktur. Çünkü gerçek aşk söylemi, çıkarsızlığa, çıkarsızlık da nedensizliğe dayanır. Biz birine aşık olduğumuzu farkettiğimiz andan itibaren, artık araya nedenler, nasıllar, neler girmeye başlar. Bu da aşkın nedensizliğine, çıkarsızlığına vurulmuş bir darbedir. Bu durumda aşk ancak aşık olmadığımız ya da en azından bunun farkında olmadığımız zamanlarda gerçek olabilir. Peki sevme eylemi bundan ayrıksı mıdır? Tabi ki hayır, bir insana sevdiğimizi söylememiz için yalan söylememiz gerekir. Sevmek duygusu ana aittir, an itibariyle seversiniz, siz sevdiğinizi hissettiğiniz anda sevme işi geride kalmıştır, bunun dile dökülüş aşaması, artık işin sahtekarlığına girer. Bu yüzden öyle romantik ayaklara yatıp, gerçek aşktan, sevgiden bahsetmenin manası yoktur.

Ben insanların birbirlerine "sevişelim mi" diye sorabilmesinden yanayım. Yani bir insan hiç tanımadığı bir insana gidip "sevişelim mi" diyebilmeli. Ancak öyle bir noktadayız ki, değil bunu sormak, "konuşabilir miyiz" demek bile dayak sebebi olabiliyor. Bir insanın bir diğer insanla konuşmak istemesinden, sevişmek istemesinden daha insani ne olabilir? Bunun karşısında kadının vereceği olası bir "hayır" cevabı erkeğin kendisini geri çekmesi için yeterli olmalı. Ya da tam tersi bir kadının erkeğe yaklaşmasında da geçerli olmalı. Kadınların maruz kaldıkları, tacizlerin, tecavüzlerin, şiddetin tabi ki farkındayım. Ancak ortada ikiyüzlü bir tutumun olduğunun da farkındayım. Hali vakti, kültürü, karizması yerinde bir erkeğin kadına yaklaşmasında karşılaştığı tavırla, bunun tam tersi konumda bir erkeğin kadına yaklaşmasında karşılaştığı tavrın birbirine çok uzak noktalarda duruyor olması da günümüz kadınlarının ayıbıdır.

Bilimi önemseyen biriyim. Ancak bilimin putlaştırılmasına, dogmatikleştirilmesine, felsefenin alanından çıkartılmasına karşı bir duruş sergilerim. Bilimde çoğu zaman, inancı, inanışları aşağılama durumu vardır. Ne var ki bilimin kendisi de inanmaktan gelir. Öncelikle bilim insanının araştırdığı konuyu seçmesinde çevresinin etkisi vardır, toplumsal kurallar, ahlak ve normlar, bilim insanını inceleyeceği konuya yönlendirir. Bu incelemeye giriştikten sonra bazı bilimsel önkabullerde bulunur, bunlar tamamiyle önceki bilgilere inanmaktan ibarettir. Sonra üretilen bilginin, yanlışlanabilirliği test edilir, ancak bu test etme işi de önceki bilgilerin doğruluğunun kabulüne dayanır. Yani sonuç itibariyle bilim dediğimiz şey de, inançlarımızla var olur. Gözümüzün doğru gördüğüne inanmaktan başlar, mikroskopların doğru gösterdiğine inanmakla devam eder. Ortada var olan şey sadece inanmaktır.

Binlerce legal Kürt siyasisi ya da bu siyasetin içerisinde bir şekilde bulunan insanlar son zamanlarda KCK operasyonları adı altında içeriye alınıyor. Dün yine haberlerde bu gözaltılar varken, babam; "dışarda kürt bırakmayacaklar" dedi. Kendisi koyu bir AKP'cidir, belirtmekte fayda var. Abim ve müstakbel yengemden babama itiraz geldi, "onlar Kürt mü, PKK'lı". Yani PKK sempatizanı ise bu insanlar, her şeyi hak ederler gibilerinden bir algı hakim. Tutuklamalara, gözaltına alınmalara maruz kalan insanların hepsinin PKK sempatizanı olmadıklarını net bir şekilde biliyoruz, velev ki hepsi PKK sempatizanı olsun. Bu insanlar insan mı öldürmüşler, bombalı eylememe mi katılmışlar, PKK'nın ideolojik çerçevesini mi oluşturmuşlar? Halk da oluşan KCK operasyonları algısı oldukça tehlikeli bir boyutta. KCK'den içeriye alınanların kafalarını taşla ezseler, bu halkın yarısı alkış çalacak haleti ruhiyede. Yazıklar olsun insanlığını kaybedenlere.

Kürt sorunu mevzusunu ne zaman konuşmaya başlasak önümüze getirilen argümanlardan bir tanesi; "ama ayrılmak istiyorlar, devlet istiyorlar" söylemidir. Vah, vah ne kadar da kötü bir şey istiyorlar, hiç olacak şey mi? Nasıl ayrı bir devlet isterler, ayıp değil mi? Defalarca kez söyledim, Kürtler'in genelinin bağımsız bir Kürdistan Devleti ülküsünü taşıdıklarını düşünmüyorum. Taşıyor olsalar dahi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, tartışalamaz bir haktır. Bunu söylediğimiz zaman, bir karış toprak vermeyiz diyen insanlar, İncirlik Üssü'nü görmezden gelebilmektedirler. İncirlik'in kapatılması için, Amerika ordusunun defedilmesi için sokaklara dökülen sosyalistleri, komünistleri, anarşistleri linç etmek isteyenler, yine bu, bir karış toprak vermeyiz diyen sözde vatanseverlerdir.

Kazan Vadisi'nde İranlı sekiz PKK mensubu öldürülmüş. İran cenazeleri kabul etmemiş. Bunun üzerine var olan yönetmelik, defin işleminin Malatya'da gerçekleştirilmesi yönünde. Ancak, öldürülen gerillaların aileleri, cenazeyi ziyaret edebilmeleri için, defin işleminin sınıra yakın bir yerde gerçekleştirilmesini istemiş. 52 gündür bu çileli durum devam ediyor. BDP'nin tüm girişimlerini cevapsız bırakan devlet, Sırrı Sakık'ın RTE'yle yapmış olduğu iki dakikalık görüşmenin ardından gerekeni yapmış, defin işlemini Hakkari'ye aldırmış. Recep Tayyip'e helal olsun demekle birlikte, Recep Tayyip'in ağzından çıkacak iki cümleye bakan, 52 gündür işlem yapmayan, devletin kurumları ne işe yarar, bu nasıl bir cumhuriyettir, bu nasıl bir demokrasidir sormak lazım.

Gün geçmiyor ki, hukuk adı altında, üniversitelilerimizin düşüncesine, hayatına ket vurulmasın, akılları, sözleri ellerinden alınmasın. Üniversiteli Rıdvan Çelik BDP mitinginde marş söyleyip slogan attığı gerekçesiyle 14 yıl 7 ay hapse mahkum edildi. Geçenlerde Festus Okey'in katiline 4 yıl verilmişti. Aradaki farkı siz hesaplayın artık. Bir üniversite öğrencisi, sadece marş söyleyip slogan attığı gerekçesiyle, üye olmadığı örgüt adına suç işlemekten bu cezayı alıyorsa, bu insan cezaevinden çıkınca ne yapar, ne düşünür nasıl hareket eder, bu insanın arkadaşları eşi dostu, ailesi ne düşünür nasıl hareket eder, neler yapar? Nasıl bu kadar mantıksız olabiliyoruz, nasıl bu kadar pervasızca hareketlerde bulunabiliyoruz? Nasıl bir adalet, nasıl bir hukuk anlayışımız var?

8 Aralık 2011 Perşembe

BİR SARHOŞUN NOTLARI

Saatlerdir politik videolar izleyip, politik kitaplar okuyorum. Sanırım bu yazı politik ağırlıklı bir yazı olacak. Olmasında da fayda var. Malum, o kadar çok depolitik bir hale gelmiş, '80 darbesini yaşamış, postalların korkusunu hissetmiş ailelerin çocuklarıyız ki, en devrimci geçinen aileler bile, çocuklarının politikleşmesinden rahatsızlık duyabiliyor. Şimdiki gençlerin, en azından sarhoşkenyazılmış bu metinleri okumasında fayda var diye düşünüyorum. Nitekim, yüzlerce sayfadan oluşan politik kitapları okumalarını beklemeyelim. Zira artık politikayla ilgilenen gençler öcü olarak görülüp, genelde uzağından geçme ihtiyacı hissedilen, kaldırımda karşılaşıldığında, yol değiştirme ihtiyacı hissedilen insanlara dönüştürüldüler. Bu gençlerin kendini ifade edebilecekleri tek materyal kaldı elde, o da kalemleridir.

Hazır gündemdeyken değinilmesi gerekilen bazı konular var. Bunlardan bir tanesi, saç kestirme eylemi. Biliyorsunuz, yakın bir dönemde, başbakanın Hopa ziyaretinde yapılan bir eyleme, kolluk kuvvetlerinin sert müdahelesi gerçekleşmiş, bir eğitimcimiz de bu arbede esnasında geçirdiği rahatsızlık sonucu hayatını kaybetmişti. Eylemin yapılma nedeni, yapılmakta olan HES'lerin yapımının durdurulmasıydı. Önce bu insanlar vatan haini ve provakatör ilan edildiler. Arkasından, bu insanlara destek olmak için eylem yapanlara dayak atmayı, terörist destekçesi bunlar diyerek meşrulaştırdılar. İşte böyle bir ortamda, Ozan Gündoğdu, tutuklanarak cezaevine kondu. Bu sırada da, cezaevi kuralları gereği saçı kesildi. Bunun üzerine Ozan'ın üç arkadaşı saçlarını kestirerek Ozan'ın ailesiyle birlikte bir dayanışma fotoğrafı çektirerek, bu fotoğrafı arkadaşları Ozan'a yolladılar. Arkasından bu üç arkadaş için de tutuklama kararı çıkarıldı. Nedeni mizah dergilerinde var olabilecek kadar komikti. Ozan'ın üç arkadaşı, tanınmamak için saçlarını kestirmişlerdi. Bunun üzerine son günlerde milletvekillerinin, akademiklerin, yazarların katıldığı bir eyleme dönüştü saç kestirmek. Çıkan ortak sesin söyledikleri oldukça anlamlı. Biz de saçımızı kestirdik, bizi de alın.

Konuyla alakalı olarak, sistemin son dönemlerde ürettiği terör örgütüne üye olunmasının kanıtlanması için yeterli ogördüğü materyallere değinmekte fayda var. Siz siz olun, evinizde bunları bulundurmayın; sol yayınlarına ait herhangi bir kitap, herhangi legal bir sol partinin çıkardığı dergi, döküman, afiş, bildiri, puşi ya da puşiyi andıran şal ve türevleri, şemsiye, bere, eldiven, süpürge sapı, bağlama vs. Bu materyallerin sanırım sonu gelmez, en iyisi siz evinizde hiçbir şey bulundurmayın.

Sık sık, depolitik, apolitik çevrelerden duyduğumuz, sistem yalakası insanların çok mantıklı buldukları bir söylem vardır; "polis bizim evimizi niye basmıyor, bizi niye gözaltına almıyor, bir şeyler yapıyorsunuz ki, sizi tutukluyorlar". Evet, bir şeyler yapıyoruz. Bir şeyler yapmayanların aksine, insan olamayanların, insanlık için uğraşmayanların aksine, bir mücadele veriyoruz. Demokrasi mücadelesi veriyoruz, adalet mücadelesi veriyoruz, ezilenlerin ezilmemesi için mücadele veriyoruz, doğa için mücadele ediyoruz. İnsan olmanın, haklının yanında, haksızın karşısında olmak demek olduğundan bihaber olanların, bu söylemde bulunmasının doğal olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Ancak en azından, insan olmadığınızın farkına varabilmeniz gerekir. Belli bir mücadele içerisine girecek cesarette olmayabilirsiniz, belli bir mücadele içerisine girebilecek kadar ihtiraslarınızı törpüleyememiş olabilirsiniz, bencilliğin, sistemin kölesi haline gelmiş olabilirsiniz, ancak en azından bu mücadeleyi veren insanlara saygı göstermek zorundasınız. Bunun farkına varmanız gerekir.

Sıklıkla karşılaştığım ithamlardan bir tanesi, kürt milliyetçisi olduğumdur. Kürt milliyetçisisin sen de, eleştirdiğin insanlardan bir farkın yok denilir. Nedense bunu diyenler, her zaman, "Kürtler bugüne kadar hangi haklara sahip olmamış ki" diyen kesimden olması, ilginç bir tesadüf değildir. Önyargılarla sınırlanmış aklımızın, işlevsel bozukluklarının göstergesidir. Kürtler'in hangi haklara sahip olmadığını defalarca kez söyledim. Ancak madem anlaşılmamış, tekrar anlatalım. Kürtler'in dili, bu ülkede onyıllar boyunca yasaklandı. Şarkıları, türküleri yasaklandı. Çocuklarına dedelerinin nenelerinin isimlerini koymak istediklerinde izin verilmedi. Ben Kürt'üm, Kürtçe konuşuyorum, bir Kürt olarak buradayım dediği zaman, ne başbakan olmasına izin verildi, ne cumhurbaşkanı olmasına, ne de memur olmasına izin verildi. 17500 faili meçhul(esasında faili meşhur) e kurban giden vatandaş için hala bir komisyon kurulmadı. Köyleri yakıldı, kendileri sürgüne gönderildi, Türklük içerisinde eritilmek için devlet programları geliştirilip, uygulandı. Ulusal yemin anlamına gelen Misak-ı Milli'ye, ant içilmiş olmasına rağmen Lozan'da riayet edilmedi, Kürt coğrafyasının, emperyalist bölüşüme tabi tutulmasına eyvallah denildi. Tüm bunların yapılmış olmasına rağmen, hala, "kürtler bugüne kadar bizim sahip olduğumuz neye sahip olmadılar ki" demek, kendini bilmezliğin, tarihi bilmezliğin, cehaletin söyleminden başka bir şey değildir. Ayıptır, yazıktır, utanmazlıktır.

HES'lere karşı tavrım her zaman net oldu. Öncelikle yapılması gereken iş, var olan tüketimin, minimalize edilmesi için uğraşılmasıdır. Bugün yapılmakta olan ve projelendirilmiş olan HES'lerin varsayılan üretim kapasitelerinin neredeyse tamamını, sadece evlerdeki ampullerimizi, tasarruglu ampullerle değiştirerek kazanabiliriz. Bunu daha önce sayılarıyla birlikte blog'a yazmıştım. Ancak bunları tekrarlamakta fayda var. Nitekim hala halk içerisinde bir HES bilinci, bir nükleer enerji bilinci oluşmuş değil. Sürekli olarak tekrarladığım yapılması gerekenleri yapalım, yani; var olan enerji kaçaklarını giderelim, binalarımızı enerji tasarruf projelerine göre yenileyelim, bilinçli tüketiciliğin gelişmesi için eğitim programları uygulayalım, daha sonra yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelelim, rüzgarı ve güneşi kullanalım. Ondan sonra hala bir enerji ihitiyacından bahsediyorsak, HES'leri konuşmaya başlayabiliriz. Oluşmuş yanlış algılardan bir tanesi de, "su akar Türk bakar" söylemidir. Dünyanın hiçbir yerinde su boş yere akmaz. Binlerce hayata can verir. Ancak insana canına değer vermeyi unutan bir toplum olarak, hayvanların, bitkilerin canına değer vereceğimizi düşünmek fazla iyimser bir yaklaşım olur. Yine de unutmamakta fayda var. Hayvanlar ve bitkiler olduğu sürece biz de varolabiliriz. Aksini iddia etmek, bilimkurgusal bir metnin, propagandasını yapmaktan öteye geçmeyecektir.

Kürt sorununa dönmekte fayda var. Bazı politikadan uzak, demokrasi, cumhuriyet ve hatta laiklik kavramlarını içselleştirememiş insanların, BDP ve tabanından, "ama ülkeyi bölmeye çalışıyorlar" gibilerinden bir söylemle bahsettiklerini duyarız. Birincisi, BDP tabanının büyük bir çoğunluğunun bu istekte olduğunu söylemek oldukça zor, ikincisi, diyelim ki böyle bir istekleri var, bu isteğin Kürt halkının hakkı olmadığını söyleyebilmek mümkün müdür? Bu toprakları savunmak adına, en az Türkler kadar kanları dökülen Kürt halkının, böyle bir hakkının olmadığını söyleyebilir miyiz? Nasıl ki, evli çiftlerin boşanma haklarının var olduğunu kabul ediyor ve bunun aksini savunmayı bile yobazlıktan sayıyorsak, halkların, kavimlerin, milletlerin, ulusların boşanma haklarının da var olmadığını savunmak en az bunun kadar yobazca bir tavır olacaktır. Biz sosyalistler, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına inanır, bunu her şartta kabul ederiz. Destek olmayacağımız durumlar olmasıyla birlikte, köstek olacağımız durumlar ise yoktur. Bir sosyalist asla ama asla Kürt halkının bağımsızlık mücadelesinin karşısında yer alamaz. Ne marksist-leninist, ne troçkist, ne de maoist sosyalizm anlayışlarında bu tip sosyalistlere yer yoktur. Hitler'in nazilerinin, sosyalist olduğunu söyleyebilecek kadar sosyalizmden birhaber olan kesimlerin, yani ancak Hitlerci sosyalistlerin, Kürt hareketinin karşısında yer alabilmesi mümkündür. Onların da sosyalistten sayılamayacağı, diğer tüm sosyalistlerin ortak görüşüdür.

Sanırım bu kadar politikadan bahsetmek, bugünlük yeter. Her zaman, sarhoşkenki saçmalamalarıma dönebilirim. RTÜK yine yapmış yapacağını ve bir dizide doğum günü hediyesi olarak seksin sunulmasını, ahlaki çöküntüye sebep olacağı nedeniyle uyarı nedeni olarak görmüş. Seksin doğum günü hediyesi olarak sunulmasına ben de karşıyım. Seksin ödül olarak sunulmasına karşı olduğumdan ve sanki, seks sadece erkeğin bir kazanç içerisinde olduğu bir eylemmiş gibi sunulmasına da karşı olduğumdan mütevellit RTÜK'ün bu uygulamasına katılabilirim. Zaten herhangi bir doğumgünü hediyesinin de var olamayacağına inanırım. Zira hediye beklenirken alınan ya da mecburiyetten alınan bir materyal ya da bir olgu değil, içten geldiği zaman, karşındaki de beklemiyorken, verilmesi gereken bir sürprizdir. Her neyse, biz gelelim RTÜK'ün kararına. İçerisinde cinsellik olanher şeye yasak koymak, bunu çocukların ahlakını bozacak eylemler olarak görmek, sağlıksız bir aklın ürünüdür. Cinsellik sonucu dünyaya gelen bir varlığa, cinselliğin ahlaki çöküntüye sebep olacağını söylemek, başlı başına bir çelişki, başlı başına bir mantık hatasıdır. Cinselliğin kendisi değil, yasaklanması, kapalı kapılar ardına hapsedilmesi, konuşulmasının, öğretilmesinin yasaklanması ahlaksal çöküntüye neden olabilir.

Heteroseksüel ilişkilerde, erkek tarafı sürekli olarak bir şeyler yapmak zorunda olan taraf olarak kabul edilir. Yani erkek sevgisini gösterebilmek için, değer verdiğini gösterebilmek için, sürekli didinmek, uğraşvermerk zorundadır. Kadının ise yapması gereken tek şey, sevgilisiyle yatmaktan ve mümkünse sevgilisi dışında kimseyle de yatmamaktan ibarettir. Ataerkilliğin getirdiği sakat cinsel hayatlar yüzünden, seks, her zaman için erkeğe sunulan bir ödül olarak kabul edilir. Bu yüzden erkeğin, sevdiği kadına sunduğu cinsel hizmetlerin hiçbir anlamı yoktur. Bu hizmetler, olsa olsa kadının sevdiği erkeğe sunduklarından ibaret olabilir. Var olan toplumsal kabul bu şekildedir. Tam da bu yüzden, sikilmek bir küfür olarak kabul edilirken, sikmek gurur duyulacak bir eylem sayılır. Erkeğin düştüğü durum, mallık durumu olmasına rağmen, bunun da farkında değildir.

Evlilikten hiç hazetmiyorum. Tartıştığım insanların çoğu bunu yaşıma bağlıyor. Neredeyse 23'üme geldim. Yine de bu yaş, evliliği kutsallaştıranların gözünde yeterli olmayabiliyor. Evlilik sikişmenin yasalaşmasından başka bir şeyi ifade etmez. O kadardır. Birbirine güvenmeyen insanların, kendilerini ekonomik olarak güvence altına almalarının ismidir. Toplumsal baskıdan çekinenlerin, rahat rahat sikişmek için uydurdukları bir kavramdır. Hiçbir boka yaramadığı gibi, bolca sorunu da beraberinde getirir. En başında, bir ilişkinin güvensizlik temeli üzerinde inşa edilmesine neden olur. İlişkiye duygusallığın önüne geçen bir sözleşme kimliği kazandırır. Kısacası aşka yazık eder.

İslamiyet'in dogmatikliğinden bahsediliyor. İslamiyet dogmatik felan değildir. Aksine, islamiyet sorgulayıcıdır, sorgulanmasından yanadır. Ancak müslüman olan dogmatik midir, muhtemelen dogmatiktir. Resmi İslam iannacına saplanıp kalmış, aksi bir düşünceye tahammülü olmayan, hoşgörüden uzaklaşmış insanlardır. Hoşgörülü olduklarını söyleyenleri de, muhtemelen, ben doğrusunu biliyorum ama seni de hoş görüyorum kibrine sahip insanlardan oluşur. Bir dine, bir felsefeye, bir inanca, bir görüşe, bir fikre nasıl yazık edilirin güzel bir örneğini sunmuşlardır müslümanlar. Bundan ders alınması gerekir.

Türkiye toplumunun aptalca bir yaklaşımı vardır. Bu konuda da bir çok konuda olduğu gibi gereken evrimimizi gerçekleştirememişizdir maalesef. Bizde sevdiğimiz insan benimle yatmayacaksa kimseyle yatmasın anlayışı vardır. Yani sevdiğin insan seninle yatacak ama, bir başkasıyla da yatmaya devam edecek denildiği zaman, yok abi benimle de yatmasın bir başkasıyla da yatmasın seçeneği kabul edilir. Yani bizim için aslolan sevdiğimizin bizi sevmesi değil, başkasını sevmemesidir. Bizi sevmeyebilir, bunu kabul edebiliriz, ancak başkasını da sevmemesini şart koşarız. Bir başkasını da severek bizi sevecekse, kimseyi sevmesin daha iyidir. Yani kısacası, biz sevdiğimizin bizi sevmesinden çok, bir başkasını sevmemesiyle ilgiliyizdir. Daha fiziksel bir boyuta indirgeyecek olursak, biz sevdiğimizin bizimle yatmasından çok, bir başkasıyla yatmamasıyla ilgiliyizdir. Hatta durumu daha da abartalım. Sevdiğiniz insan sizi sevecek ama başkasıyla yatacak ya da sizinle yatacak ama başkasını sevecek diye iki seçenek sunulsa, çoğumuz ikinci seçeneği kabul ederiz. Bu kadar da eksilmiş bir akla, bu kadar da duygularımızın köreldiği, maddileştiği bir maneviyata sahibiz.

Son olarak Kemalistlere bir şeyler söylemeden gitmeyeyim diyorum. Madem Kemalistsiniz, madem ki Atatürkçüsünüz; en azından Nutuk'u okuyunuz. Hala Mustafa Kemal milliyetçiliği diye bir şeyden bahsedebiliyorsanız, hala Mustafa Kemal'in ırkçı olmadığından bahsedebiliyorsanız, hala Kemalizm diye bir akımdan bahsedebiliyorsanız, söyleyebileceğim çok fazla şey yok diyebilirim. Zira siz aklınızı ve vicdanınızı kaybedeli çok olmuş demektir.

3 Aralık 2011 Cumartesi

Haberler-3

Yılmaz Özdil yeni bir şeyler yazmış sanıırm. Neymiş efendim, belge isteyenlere belgeymiş. Ne diyor belgede, 1938'in şubatında bir karakol baskını olmuş, devlette bu baskınla alakalı olarak, yerel makamların maddi kayıplarının giderilmesi hususunda bir anlaşmaya varmış. Bu belgeden ne anlamamız gerektiğini ben anlayamadım. Zira, 1934'de iskan kanunu çıkarıldı. 1935'de kabul edilen Tunceli Kanunu, 1936 yılınıın dördüncü gününde yürürlüğe girdi. İlk Tunceli Harekatı ise 1937 yılının mart ayında gerçekleştirildi. Bunlardan sonra ise, 1938'de bir karakol baskını gerçekleştirilmiş. Eee, biz şimdi bu baskından nasıl bir çıkarsama yapacağız Sayın Yılmaz Özdil?

Bazı insanların daracık bakış açılarına katlanmakta zorlanıyorum. Geçenlerde bir arakdaş bana; devlete kurşun atan herkes bölücüdür gibilerinden bir şey söyledi. Ben de doğal olarak; arkadaşım ne söylediğinin farkında mısın dedim. Yani birilerini devlete kurşun attığı için bölücülükle suçlamak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin İTC kökenli tüm kurucularını bölücükle suçlamak demektir. Ancak Osmanlı zamanında yapılan bölücülükler, Türkiye zamanında siliniyorsa, ona bir şey diyemem.

Şimdi yazımızın bu bölümünde, hemen hemen tüm muhafazakar, ulusalcı, kemalist tarafından yanlış bilinen bir bilgiye değinelim. Hani sıkça söylenen, sıkça kullanılan bir agümandır; Che öldüğü zaman çantasından Nutuk çıkmıştır. Che'yi az çok tanıyan, az çok anlayan her insanın garipseyeceği bir durumdur bu. Haliyle ben de garipsedim ve araştırdım. Che öldüğü zaman çantasından Nutuk felan çıkmamıştır. Beş tane kitap vardır Che'nin çantasında. Bunlar;

Karl Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabı, S. R. Vigosky’nin Güncel Kapitalizm Teorileri Üzerine Makaleler kitabı, Paul Carrell’in Geliyorlar kitabı (Ils Arrivent – Che’nin çantasından çıkan bu Fransızca kitap, İspanyolca olmayan tek kitaptır), H. B. Philips’in Analitik Geometri kitabı, ve son olarak Luis Peñaloza’nın Bolivya Ekonomi Tarihi kitabı. (haber.sol'a teşekkürler)

Yani efendim, öyle söyleyeyim yalanı, inanan inanır mantığı doğru bir mantık değildir, yapmayın lütfen.