31 Mart 2013 Pazar

Uyuma(uyguna) Reddiye

Çoğu insan, hemen hemen her eyleminde, her davranışında ve her kabulünde bir uyum arar. Bu kadın bana uygun mu? Bu davranışlarım şu an bulunduğum duruma uyar mı? Mevcut statüm, böyle bir davranış için uygun mu? Eylemim kanunlara uyuyor mu? Ben, topluma uyuyor muyum? Birey sürekli olarak bu ve buna benzer uygunlukları ve uymaları sorgulayıp durur. Bireyin çoğu eylemi içinden gelen değil, uygun olana ve uyuma göre şekillenen eylemlerdir. Bu da insanı gerçeklikten uzaklaştırarak, sahtekarlaştırır. Toplumun bize sınırlarını çizdiği yolda yürümeye başlar, o yolun dışına çıkmamaya özen gösteririz. Konformistleşiriz. Konformistleştiğimiz ölçüde de toplum tarafından kabul görür, el üstünde tutuluruz. Başka bir deyişle, sahtekarlaştığımız ölçüde iyi vatandaş kabul ediliriz. Mevcut düzen, seni olabildiğince kendi kalıplarına sokmaya çalışır, sokabildiği ölçüde de pohpohlar, sırtını sıvazlar, ondansındır.

Ancak kültürel ilerleme, entelektüel gelişme uygun ve uyumlu olanın reddiyesine bağlıdır. Ancak mevcut olanı reddederek daha iyiye, bir sonrakine ulaşmak mümkün olabilir. Dünün feodallerine karşı çıkmadan bugünün burjuvazisine, bugünün burjuvazisine karşı çıkmadan da yarının sınıfsız toplumlarına ulaşılamaz. Dünün kadınlarının çarşaflarına, bugünün kadınlarının ve erkeklerinin kıyafet zorunluluğuna karşı çıkmadan yarının toplumuna ulaşılamaz. Dünün babanın sözüne karşı çıkmayan aile bireyi anlayışına karşı çıkmadan, bugünün kendi ayakları üzerinde duran bireyine ulaşılamayacağı gibi, bugünün kendi ayakları üzerinde duranın topluma karşı hissettii sorumluluğa da karşı çıkmadan yarının über-insanına ulaşılamaz.

Uyumlu ve uygun olanın reddiyesi konformist olmayan aydın birey için mecburiyettir. Bunu da bilinçli olarak, düşünerek yapmaz. Mevcut hal, kendiliğinden gelişir. Önemli olan kendiliğinden gelişen bu halden kaçmamak, toplumun bireye uyguladığı sıradanlaşma baskısından olabildiğince kurtulmaktır. Uygunluk-uyumluluk, ancak reddedildiği ölçüde önem kazanır.

Bir Sarhoşun Notları

Askere koşarak gidenleri, orduyu kendinden çok sevenleri, polise hırsızdan çok güvenenleri hiçbir zaman anlayamadım. Beline silah takanları, sokağa çıkarken yanına kitap yerine bıçak alanları, kendinden güçsüz olduğunu düşündüğü insanlara el kaldıranları hiçbir zaman anlayamadım. Ülkemin kadınları, ne kadar da erkektiler? Ve ülkemin erkekleri, ne kadar da militaristtiler. Öpüşmenin yasak olduğu yerde küfürleşmek serbestti, sevişmenin yasak olduğu yerde iyi kavga edebilmek yiğitliğin göstergesiydi. Kadın erkeğe, erkek kadına yasaktı. Belki de bu yüzden çocukluğumuz hemcinslerimizin dokunuşları, hemcinslerimize dokunuşlarla geçti. Belki de sadece bu yüzden eşcinsellik, ülkemin tabusu olmaya devam etti. Sahi, eşcinsel hiçbir deneyimi olmayan sosyal birey bulmak mümkün müdür? Küçük bir dokunuşu dahi yaşamamış, kaçamak bir bakış dahi atmamış, beraber mastürbasyon yapmamış, sürtünmemiş, penisinin boyunu karşılaştırmamış birini bulmak mümkün müdür? Çocukken, daha henüz çocuklarını salamıyorken dünyaya, insanların cinsiyetine çok önem vermezsin. Merak edersin. O merak ediş sürecinde karşı cinsin yasaklanması seni hemcinsine yakınlaştırır. Erkek ya da kadın olması önemli değildir onun. Senden başka bir varlık olması yeterlidir. Denersin ne deneyeceğini bilmeden. Ta ki büyüyene kadar. Bir gün etrafa çocuk bırakmaya başlarsın, o zaman hem cinslerinden de uzaklaşırsın. Kendiliğindendir, nedensizdir. Cinsel bir uyanıştır, aydınlanmadır. Etrafa hiç doğmayacak çocuklar saldıkça da erkekleşirsin. Bizim ülkemizde erkekleşmek, şiddete gark olmaktır, efendileşmek, iktidarlaşmak, militaristleşmektir. Kadınlar da bundan ayrıksı değildir. Vatan için ölmek isteyecek bireyleri yetiştirmek erkekleşen kadının görevidir. Vatan için ölmek isteyecek bireyi yetiştirmek kadar, vajinasını evlenmeden kullanmayacak kadını yetiştirmek de önemlidir. Vatan için ölmesini beklediğimiz gencecik bireylerin, aynı zamanda da sevişmemiş olmasını isteriz. Erkekliğinin-kadınlığının farkında olmayan, ancak vatanı uğruna ölmeyi kafasına koymuş binlerce gençten oluşan kocaman bir güç... Ne müthiş bir toplum! 

Uğruna ölünecek vatan kavramını da hiçbir zaman anlayamadım. Vatan neydi? Misak-ı milli miydi, yoksa üç kıtaya yayılmış atalarımın bıraktığı miras mıydı, ya da turan ülküsü müydü, Orta Asya mıydı vatan? Vatan neydi? Kendimi herhangi bir sınırın içine hapsedemiyordum, İstanbul neden vatandı da, Atina değildi anlayamıyordum. Hala da anlayamıyorum. Harita üzerindeki sınırların hiçbirinin gerçekte var olduğunu görmedim. Benim gibi insanların engellemeleri dışında aramızda her hangi bir engel bulamadım. Birbirimizi anlayamadığımız dilleri konuşuyor, anlaşamıyorduk. Düşman olduğumuz öğretilmişti, neden düşmanız, bilmiyorduk. Bir gün bize saldırdıkları söyleniyordu, ama biz neden biz olmuştuk, onlar neden onlar olmuştu belli değildi. Biz bizdik, onlar da onlardı. Belki bizden yüz sene önce bu topraklara taşınan akrabalarımızdı, belki de bin sene önce. Önemi yoktu bunların, aynı dili konuşmuyorduk, anlaşamıyorduk. Onlar, onlardı. Yenilmelilerdi. Düşman. Her yanımız düşmanla doluydu. Bu kadar çok düşmanın olduğu yerde de bize düşen vatan için ölmekti. Emperyalistler saldırıyor, ölün; komünistler saldırıyor, ölün; dinciler saldırıyor, ölün; haçlılar saldırıyor, ölün. Vatandaşın payına düşen hep ölüm. Bu kadar ölümün ardından belki de söylenecek tek bir şey vardır; vatanınız batsın. 

Dedim ya hani, ülkemizin kadını da erkektir, erkeği de. Fatmalar erkek olmakla övünür. Babalar oğlunun milli olmasıyla, kızının da erkek gibi bir kız olmasıyla övünür. Oğul kiminle milli olur? Önemli değil. Bir başka Türkiye kadınıyla. Dedim ya ama, önemli değil. Oğulların kadınları eve gelebilir, oğulların kadınları için babaların arabaları alınabilir, oğulların kadınları için babaların parası dahi aşırılabilir, bunlar kolaylıkla sümen altı edilir. Lakin kadın çocukların erkek arkadaşı dahi olamaz ki nasıl eve gelsin? Kadın çocuklar arabayı nasıl istesin? Kadın çocuklar baba parasını aşırıp da ne yapsın? Orospu mu olacaksın başımızayla, tuttuğuna saplıyor bizim oğlan arasındaki muazzam yen içinde kalan kol ile elaleme açılan mevzu arasındaki farksızlıktan ibaret fark dahi ne denli bir militarizme gark olduğumuzun göstergesidir. Fethedilen topraklar bakire kadındır, fetheden ise sapına kadar erkek devlettir. Becere becere toprakların sahibi olur. Erkeğin de kadına bakışı bundan ibarettir. Her yeni kadın, erkek için, bakire kadındır. Becerilerek sahip olunur-fethedilir. Erkek sapına kadar erkektir, kadın ise sapına kadar kadın değildir. Becerilendir. Aşağılanandır. Domaltılandır. Ağzına verilendir. Parmaklanandır. 

Kadın sevişmemelicileri de anlayamadım hiçbir zaman. Aynı insanlar çoklukla eşcinselliğe de karşı olurlardı. Kadın kendisini sevdiğine saklamalı, çünkü hormonları erkeklerin ki gibi, anatomileri erkeklerin ki gibi değil. Bir erkeğin bir kadına saplaması biyolojik durumundan kaynaklanır, ancak, bir kadının erkeğe saplaması şımarıklığından-oynaklığından. Tüm bu bilgileri doğru kabul etsek dahi, erkek kimle cinsel ilişkiye girecek sorumuzun cevabı ancak fahişeler olarak yanıtlanabilir. Hem kadınlar kendisini sevdiğine saklamalı diyip, hem de fahişeliğin devamını savunmak nasıl bir kafanın ürünü olabilir? Bir de bunu kadının kendisine olan saygısına bağlayanlar var ki, gülmemek elde değil. Kadın kendisine duyduğu saygı gereği, istediği insanla beraber olmalıdır zaten. Bir başkası için kadının kendisini saklaması gerektiğini düşünmesi, en başta kendisine yaptığı saygısızlıktır. 

Sözlerime burada son verirkene, içimi ısıtan köpek öldürene de şükranlırımı sunmak istiyorum. Kimsesiz günlerimin kimsesi, herkesli günlerimin arananı olarak gün geldiğinde yorgan, gün geldiğinde afrodizyak, gün geldiğinde de prezervatif görevi gördüğü için teşekkür ederim. İyisin dost, iyisin. 

28 Mart 2013 Perşembe

Sanata Sorular


“Bir hikaye nasıl başlamalı?” diye başlayan hikayelerin, yazarın kısırlığından kaynaklandığı aşikarken yazmaya devam etmenin anlamı nedir? Ya da, “Bu film nasıl başlamalı?” diye soran senarist, senaryosunu tamamlayacak gücü nereden bulur? Bir yazar, senarist, bestekar kısacası sanat üreticisi, üretiminin ücretlendirilmesini garanti altına almamışken ve zaten madden garanti altına alınmış sanat sanat değilken yaşama kavgası içerisindeki sanatçı neye dayanarak sanat emekçiliğine devam eder? Devam edebilir mi? Camus’yü öldüren neydi? Yoldan çıkan araba mı? Peki ya Hemingway’i? Woolf’u?  Yazmak çoğu insan için güzel bir hayalken, yazar için bir zorunluluk mudur? Zorunluluk halinde ortaya çıkanın adı sanat mıdır? Sanat ne içindir? Sanatı sanat yapan, anlattıkları mı, yoksa anlaşıldıkları mıdır? Bakkal Ahmet Abi’nin sinek avlarken çiziktirdiklerini sanatsızlaştıran nedir? Bakkal Ahmet Abi’nin sinek avlarken çiziktirdikleri sanat değilken, Vincent’ın kulağını keserken çiziktirdikleri neden sanattır? Bakkal Ahmet Abi’nin intiharı parasızlıktandır da Vincent’ın intiharı neden dahiliğindendir? Sanata paha biçilebilir mi? Paha biçilebilen sanat, zanaatlaşmamış mıdır? Zanaatlaşan her sanat, aşağılanmamış mıdır? Ederi yükselen her zanaatlaşmış sanat, aslında, en aşağılanmış olanı değil midir? Sahi, sanat birileri için midir? Sovyetlerin sanatçıya sunduğu “Marksist Sanat” özgürlüğü, sanatın ortaya çıkmasını imkansızlaştırmaz mı? Biri için yapılacak her sanat, sanatçının kalıplaştırılması değil midir? Kalıplaşan her sanat, sanat olmaktan çıkarak fabrika üretimine dönmez mi? Fabrikanın ürettiğine sanat denilebilir mi? Kalıplara dahil olmaması için birinin emrine verilemeyecek sanat, sanatın emrine verilebilir mi? Sanatın sanat için yapılması, sanatçının sanat için kendisine oto sansür uygulaması değil midir? Sanatın “için”den kurtarılması gerekmez mi? Peki “için”den kurtarılan sanat artık “her şey”leşmez mi? “İçin”den kurtularak “her şey”leşen sanat eseri, bir diğerinden daha ederli olabilir mi? Sahi, sanat nedir? Güzeli, çirkini olur mu? Güzel nedir? Çirkin de onun tersi midir? Baş aşağı durmuş güzel, artık güzel değil midir? Estetik olan güzel midir? Güzel çirkinliğin olmama hali midir? Yoksa çirkin mi güzelliğin olmama halidir? İkisi de farklı şeylerin kendi içerisinde var olma hali midir? Dün güzel olan, bugün de güzel midir?

Kafa karıştırma piç, özet geç de gel. 

8 Mart 2013 Cuma

Sevginin Sevilenle Olan İhtimalsizliği

"Seni seviyorsam, bundan sana ne; ben seni mutlu etmek için değil, kendim mutlu olduğum için seni seviyorum."

Goethe'nin, Spinoza'nın; "Tanrı'yı hakikaten seven kimse, Tanrı'nın onu sevmesini istememeli!" sözünden etkilenerek bu cümleyi ortaya çıkardığı kuvvetle muhtemel olduğu gibi, sözü, Nietzsche'ye atfedenler de yok değil. Lakin, Goethe ya da Nietzsche'den hangisi söylemiş olursa olsun sevgiden anladığım hep buna yakın bir şeyler olmuştur. Yakın demek zorundayım. Zira cümlenin sonunu ama aynı zamanda da sevginin anlamını, nedenini açıkladığı için belki de en önemli yerini oluşturan; "kendim mutlu olduğum için seni seviyorum" kısmı, benim nedensizlik anlayışımın dışında kalıyor. Sevgiye nedensellik angaje ettikten sonra da, sevginin sevilensizliğinin anlamı kalmıyor. Sevginin nedenselliği, sevme işinin bireyin kendisine mutluluk vermesi olarak adlandırıldıktan sonra, zaten artık sevgili, birey olmaktan çıkıp bireyin duyduğu sevgi haline geliyor. Bu durumda da "seni seviyorsam bundan sana ne" deyişimiz, zaten sevilen zannettiğimiz bireyin ilgi alanına değil, gerçekte sevdiğimiz "sevgimizin" alanına giriyor. Sevgimizden duyduğumuz mutluluk-ki zaten sevgimiz bu mutluluk için varlığını devam ettiriyor- sevgimizi sevgilimiz haline getirdiği için, sevme işimiz de haliyle sevgimizi  yani sevgilimizi fazlasıyla ilgilendiren bir hal alıyor. Çünkü aksi durum, sevgimizin mahvı, sevgimizin mahvı da mutluluğumuzun kayboluşu anlamına geliyor.

Sevmenin saf hali, mutluluk duyduğumuz için var olan değil, var olduğu için mutluluk duyduğumuz halidir. Ve bu mutluluk, sevgi duyulanı yanında görmek arzusunu, sevgi duyulana dokunmak arzusunu içermez. Saf sevgi, yani bir başka deyişle katıksız sevgi, tüm arzu ve ihtiraslardan soyunmuş, başka bedenleri özel mülkü olarak görme güdüsünden arınmış olmak zorundadır. Saf sevgi, tek başına insanın tüm ihtiyaçlarını giderecek kadar mutluluğun ortaya çıkmasına yeteceği için, bireyin başka bir arzuya meyletmesini de imkansızlaştıracaktır. Ancak sevme işiyle tam anlamıyla mutluluk duyamayanlar, bir bedene sahip olmak, birini kendi kollarının arasında görmek ve bu kişiyi de kendi istediği formda, başkalarının uzağında, sadece kendisiyle var olmasını isteyeceklerdir. Bu da apaçık bir şekilde, sevgiyi alış-veriş aracı olarak kullanmak anlamına gelir. Bireye karşı sevgi duyan insanın, karşılığında bir beden istemesi, sevgiyi metalaştıran, sevgiyi parasal bir değere kanalize eden tavırların başında gelir. Bu da sevgiyi manevi olandan koparıp, maddi olana hapseder. Bugün insanların, nedense, daha iyi üniversitelerde eğitim almış, daha iyi görünümlere sahip, daha iyi pozisyonlarda-makamlarda olan, daha iyi ailelerden gelenlere daha sıklıkla sevgi besliyor olması, sevginin metalaştırılmış olmasından başka neyle açıklanabilir? İki yüz liraya, üç yüz liraya seks işçisi kiralayan bir züppeden ne farkı vardır, üç paralık sevgisine bireyi satın almak isteyen züppenin? Sevginin sevilene söylenmesi, ancak, sevilenden sevenin bir şeyler bekliyor olmasıyla açıklanabilir. Sevilenden sevgi bekliyor olabilir, beraber olmayı bekliyor olabilir, bedenini istiyor olabilir.Yani seven, sevdiğine sevdiğini söyleyerek, sevdiğinden beklentilerinin olduğunu açıklamış olur. Sevginin ve sevgililiğin bir çıkar ilişkisi haline geldiğini bundan daha iyi ne gösterebilir bize? Sevgi kapitalizmle beraber metalaşmış, rekabet koşullarında insanların birbirlerinin önüne geçmesini sağlayan bir alış-veriş materyali haline gelmiştir. Böyle bir dünyada yaşayan insanların saf sevgiyi duyabilmeleri, hissedebilmeleri de haliyle mümkün değildir.

"Seni seviyorsam bundan sana ne"yi sevdiğine değil, kendisindeki sevdiğine söyleyebilen insan, yani kendi içerisindeki sevdiğine söyleyebilen insan, saf sevgiyi duyan insandır. Bunun hemen hemen imkansız olduğuna inandığım bugünün modern dünyasında, medeni insanın ise saf sevgiye en çok yaklaştığı an, sevgisini sevilen ile birlikte sevgililik içerisinde duyumsuyorken, sevilenin fiziksel-bilinçsel-psikolojik varlığına hiçbir zorlayıcı müdahalede bulunmadığı andır. Sevdiğiyle sevgili olmayı çok büyük bir arzuyla istemesine rağmen, sevdiğinin kendi istediği forma dönüşmesi, sevdiğini kendine ait olduğunu hissetmesi, evcil hayvanlarına yaptığı gibi, keyfine göre giydirip, keyfine göre işemeye çıkardığı bir köleye dönüşmesi bahsinde bilinçli bir etkiyi yapmayan insan için, saf sevgiye yaklaşan insan diyebiliriz. Sevgililik, ancak insanları kölelikten kurtarıyor ya da en azından, geçmişte var olan zincirlerinin bir kısmından kurtulmasını sağlıyorsa gerçek sevgililik halini alacaktır. İki kişi arasında hiyerarşik bir çatışmayı ortaya çıkaran, bireylere yeni zincirler bağlayan, zaten düzen içerisinde köleleşmiş bireyi daha da köleleştiren birliktelikler, sevgililikten çok bir nefretlilik hali, bir savaş alanı olacaktır. Sevgililik, iki yarım elmanın bir tüm elma meydana getirmesi değil, iki elmanın yan yana birbirini çürütmeden devam edebildiği olgudur. Zira iki birey ilişkiye başlarken birbirinin aynısı olmadığı gibi, aynılaşmaları da doğru değildir. Sağlam karakterli iki bireyin birlikteliği, birbirlerini sürekli olarak geliştirdikleri, ancak birbirlerine benzemedikleri, farklılıklarını büyük ölçüde muhafaza ettikleri ve birbirlerinin farklılıklarından beslendikleri, birbirlerinin farklılıklarını tanıyıp, bu farklılarını toplum içerisinde rahatça yaşayabilmeleri için gereken gücü birbirlerine verdikleri birlikteliktir.

Çok uzatmadan tamamlamak gerekirse; sevgi, bir sevilene ihtiyaç duymaz. Sevgililik de, birbirini sevdiğine inanan insanların birbirlerini diğer insanlardan soyutlayarak tamamiyle özgür kıldıkları, ya da tamamen özgür kılmak için yolda oldukları yolun bir yerlerinde bulunmalarıdır. Sevgiyi de sevgililiği de çıkarlarımızın oyuncağı yaptık ve oyuncağının kıymetini bilmeyen çocuklar gibi, oyuncaklaştırdıklarımızı gerçek olmamakla suçlayıp, oyuncaklarımızdan sıkılarak, onlara kızarak, onları bir köşeye fırlattık. Sevgiyi ve sevgililiği bu hale getiren insan evladı, yine aynı şekilde sevgiyi ve sevgililiği eski yerine, metalaşmadan önceki yerine koyabilir. Ve bir kez daha haykırılabilir;

"Dünyayı güzellik kurtaracak.
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey."

1 Mart 2013 Cuma

Zamanı Kaybeden Vakvak Amca

İnsanlar zaman kaybetmekten söz ederken gerçekten neyi kastederler? Zamanlarının yitip gitmesi olmasa gerek. Çünkü, zamanın yitmemesi de ancak zamanın yok edilmesiyle mümkün olabilir. Zira insan an içerisinde olduğu müddetçe, ânı geçmişe, geleceği âna dönüşecek, zaman da her daim yitip gidecektir. Bu durumda zaman kaybetmek, ancak, geçirilen zamanın geleceğin ve gelecekteki anın için olabilecek en iyi şekilde değerlendirilmemenin ya da olabilecek en iyi şekilde değerlendirilmeyen anlarla oluşan geçmişten çıkartılmayan derslerin adı olabilir. Bu durumda da "zaman(ı) kaybetmek" alabildiğine göreceli bir kavram haline gelir. Her insanın kendince yaşadıklarından ders çıkartma ya da yaşadığı anı en iyi şekilde değerlendirdiğini düşünebileceği "iyi"si vardır. Bu da zaman kaybetme ihtimalini kişiselleştirir, bireye ait hale getirir. Birey, zaman kaybetmediğine inandığı müddetçe zaman kaybetmiyordur ve varlığının geçmişinden ibaret olduğunun fakında olan birey, zaman kaybetmenin mümkün olmadığının da farkına varır. Zaman kaybetmeyi, anlarını olabilecek en iyi şekilde geçirmemek ya da en iyi olabilecek şekilde geçirmediği anlarından ders çıkarmamak olarak kodlayan insan, aslında yaşanmış olanın olabilecek en iyi şekilde yaşandığının da farkına varmak üzeredir. Birey her an, o zamana kadar geçirmiş olduğu tüm anlarının var ettiği kişidir. Bu durumda bireyin olabileceğinden daha kötüsünü yapıp, bundan da ders çıkartabilecek durumda olmasına rağmen ders çıkartmadığını söyleyerek zaman kaybettiği sonucuna varmak, ancak ilk anını iyi değerlendirmediğini iddia etmekle mümkün olabilir. Gerçekten o doğduğumuz ilk anı, iyi değerlendirmekten ya da değerlendirmemekten söz edebilir miyiz? Bir insan anlarının içerisinde, geçmiş anlarının biriktirdiği "şey" olarak bulunur, yaşar, davranır, düşünür ve söyler. Bu da bir insanı o an için olabilecek en iyi kendisi olduğunu ve ders çıkartabilecek ana gelene kadar da ders çıkartmıyor oluşunun, ders çıkartamıyor oluşundan kaynaklandığını bize anlatır. İnsan, zaman kaybedemez. Zaman kaybetmek, ancak zamanı kaybetmekle mümkündür ki, bu da tanrısal bir eylemdir. Ve her insan, biraz tanrıdır.