30 Ağustos 2011 Salı

BAYRAM YAVŞAKLIĞI

Bayramlaşmak iyidir, bayramlaşmak güzeldir, çocuklar sevindirilebilir, birbirini işi, aşı dolayısıyla göremeyenler birbirini görebilir gibilerinden oluşmuş bir bayram sevicilik hali var insanlarda. Anlaması güç bir ritüele dönüşmüş bayramlar, özellikle de dini olanları. Bugün Ramazan Bayramı'ydı. Ramazan Bayramı'nın neden kutlanacak bir şey olduğunu ben anlayabilmiş değilim henüz. Hayırlısıyla(!) yirmi ikinci yaşımı doldurduğuma göre, hiçbir şeyi doğru düzgün anlayamayan kafam en azından bunu anlayabilmiş olmalıydı. Yok efendim, bunu da beceremedi kendileri.

Kısaca İslamiyet'in tarihine göz gezdirmekte fayda var, Ramazan Bayramı, hicretin ikinci yılından itibaren kutlanmaya başlanmış, sebebi beni pek tatmin etmedi, bir aylık oruç halinin sonrasında insanların nefs terbiyelerini kutlayışları olarak değerlendirilebilecek bir mantığı var. Yani benim gibi oruç tutmayan insanların Ramazan Bayramları'nı kutlamak, tamamiyle bir saçmalıktan ibaret. Sanırım tam da bu sebepten dolayı, dinden pek hazzetmeyen tayfa, hazzetse de bu hazzını, cami imamlarının görüşlerine amade etmek istemeyenlerin kafasından uydurduğunu düşündüğüm Şeker Bayramı devreye girmiş. Halk arasında, "ulan acaba bu adam(ya da bu kadın, feministlik yapmayın şekerlerim) oruç tuttu mu tutmadı mı, ramazan boyunca sevişti mi sevişmedi mi (evet efendim, ramazan ayı nefs terbiyesi ayıdır, öyle iki lokma yemek yemedim açın halinden anladımla olmaz o işler)" derdi olmasın diye, şeker bayramını muhtemelen cadılar bayramından felan araklayarak uyduruvermişlerdir. Böylece sen sağ ben selamet durumu oluşur. Halk arasında belkide günümüzde savaşa sebebiyet verebilecek bu farklılığın önüne geçilmiş, geçilmek istenmiş. Şimdi buna abartıyorsun diyerek karşı çıkanlar olabilir, bende onlara, şu mevcut durumda bile partilerin bayram mesajlarının, mübarekle başlayıp başlamamasını, kut lafının geçip geçmemesini ne denli tartıştığımızı hatırlatmak isterim. Sağ-sol diyerek nasıl birbirimize girdiğimizi, sünni-alevi diyerek birbirimizi patakladığımızı, Kürt-Türk efendim diyerek birbirimizi öldürdüğümüzü, tüm bunlar yetmezmiş gibi Fenerbahçe-Galatasaray, aşağı mahalle-yukarı mahalle diyerek bile kafa-göz patlatmayı sevdiğimizi de hatırlatmak isterim.

Bu kısacık hatırlatma serüveninden sonra, bu Şeker Bayramı olayının iyi olduğunu söyleyebilirim. En azından bizler büyük gerizekalılar olarak, büyük bir davranışsal ayrılıktan kurtulup, sadece dillendirildiği zaman sorun çıkartabilecek bir ayrıma kavuşmuş olduk. Büyüklerimizden duacıyız.

Yalnız, Şeker Bayramı ya da Ramazan Bayramı olması bir bayramın, saçmalığını ya da iki yüzlülüğünü ortadan kaldırır mı, bence kaldırmaz. Biraz bencesini açmaya çalışayim. Küçücük çocukları bir bayram günü heyecanıyla bekletiyoruz (fakir halkın çocuklar bahsediyorum, zengin çocuklarının bayramı dört gözle beklediğini sanmam), onlara bu günde insanlaradn bir şeyler istenebileceğini, paraysa para, olmazsa şeker kopartılabileceğini öğretiyoruz. (Gerçi artık aileler bayramlarda çocuklarını evlere yollayamıyorlar, çocukları keseni mi ararsın, tecavüz edeni mi, zevk olsun diye pencereden sallandıranı mı?) Halbuki gerçekten de çocukları sevindirmek için bir güne ihtiyacımız var mı? Gerçektende çocuklara şeker ikram etmek için bir gün belirlenmeli mi? Neden her gün iş çıkışı ya da öncesi bayram kafasıyla yaşayamayalım ki? Deliye her gün bayram demiş birileri. Her gün bayram olmasını, kötü bir şey olarak görmüş belli ki.

Bayramları sevmiyorum, en azından son bir kaç yıldır sevmiyorum. Küçükken, paranın kölesi olarak yetiştirildiğimiz ve ya yetiştiğimiz dönemde, iki-üç kuruş para alacam diye, sevmediğim insanların, nerelerine soktuklarını bilmediğim ellerini öperdim. Sevmediğim insanları ziyarete gider, sevmediğim insanların yüzlerine güler, saçma sapan sorularına sabırla cevap vermek için kendimi sıkar dururdum. Saygı denilen bir şey öğretilmişti bana, genellikle yaşça büyüklere gösterilirdi, amcaya gösterilen pipi gibi de değildi hani, zordu, binbir türlü kuralı vardı. Kimin belirlediği, nasıl belirlediği belli olmayan bin bir türlü kural. Doğar doğmaz öğrenmeye başladığımız kurallar. Bayram gibi zamanlarda, bu kurallara fazlasıyla ihtiyaç duyulur. Aksi takdirde, saygısız olarak tanınır, hatta sadece sana değil, ebeveynlerine kadar varan dedikodulara mazhar (!) olursun. Artık, saygısız olarak adlandırılmak gibi bir kaygım yok, umrumda değil, ben işime bakarım, doğru bulduğum şeyi, doğru bulduğum zamanda yaparım.Sonuçta yanlışta yapıyor olsam, en azından ben yanlış yapıyor olurum. Başkasının doğrusunu yaşayacağıma, kendi yanlışımı yaşarım.

Bayramlardaki bazı yavşaklıkları gerçekten anlamakta zorlanıyorum. Aynı şehirde yaşayıpta birbirini ziyaret etmeyen insanların, birdenbire canciğer olması benim garibime gidiyor. Öyle bir karşılama merasimi, öyle bir muhabbet ortamı doğuyor ki, zannedersin birisi Kolombiya'nın dağlık ormanlarında, diğeri Mısır'ın çöllerinde aylardır mahsur kalmışlar, birbirlerine ulaşmak için çırpınıp durmuşlar. İkiyüzlü sevgi gösterilerinin, riyakar saygı oyunlarının kimseye bir faydası yok, açıkça sevmediğiniz insanlara sevmediğinizi söyleyin olsun bitsin. Sırf birileri senden önce birileriyle aynı anneden babadan oldu diye, birilerini ziyaret etmek, saygı göstermek, sevmek zorunda değilsin. Zorundaymış gibi davranıp, bayramları iğrenç tiyatro sahnelerine döndürmenin manası yok.

Bugün aynı zamanda Zafer Bayramı'ydı. 1935'den beri kutlanan bu bayramın, kutlanmasına, bayram olarak adlandırılmasına da karşıyım. Ölen binlerce insan üzerinden, "yuppi, vatan kurtuldu, hadi kutlayalım" mantığıyla hareket etmenin, pek hakkaniyetli bir davranış olduğunu zannetmiyorum. Bu tarz günlerin, anma olarak yad edilmesi, savaşın getirdiği sorunların üzerinde durulması, havai fişek patlatmak yerine, ölümlerin üzerinde durulması, bir daha savaşmamak adına, barışı kalıcı kılmak adına çok daha faydalı olabilirdi. Ancak halkı gazlamak için, her yerde olduğu gibi, güzel ülkemde de böylesi uygun görülmüş. Değiştirilmesini teklif etmek, "vatan hainliğine" girebilir.

Diğer bayramlara da tek tek değinmeye gerek yok. Belki günü geldiğinde bir kaç kelam ederim. Her ne kadar kamil olmasam da.

25 Ağustos 2011 Perşembe

IŞIK KOŞANER'DEN İNCİLER

Koşaner Paşa'nın itiraf gibi açıklamaları internette gezinip duruyor bu aralar. Koşaner Paşa'ya ait olduğunu biliyor muyduk? Bilmiyorduk. Herhangi bir yalanlama gelmediği gibi, bu bilgiyi doğrulayacak bir çok açıklama geldi. Hilmi Özkök, dinleme hukuksuzdur dedi. Yani, konuşan Koşaner ama dinleme şekli doğru değil.

İşin hukuki kısmından ben anlamam, vatandaşın da büyük bir kısmının anlayacağını sanmıyorum. Ortada bir dinleme var, bir de dinletme. Buna göre bir kaç şey söylemekte fayda var.

Konuşmanın ne zaman yapıldığı tam olarak belli değil. Muhtemelen Işık Koşaner bu konuşma esnasında kara kuvvetleri komutanı. Muhtemelen, kapalı kapılar arkasında generalleriyle, subaylarıyla yaptığı bir bilgilendirme toplantısı. Yani, kaydi yapan kişi, muhtemelen üst düzey bir askeri personel. Daha zaten bu veriye dayanarak, askeriyedeki yozlaşmanın farkına varabiliriz. Kendi içerisindeki dinlemelere bile çare bulamayan bir ordunun, koskoca bir ülkeyi koruma işini nasıl becerebileceği büyük bir muallak.

Hala okumamış, hala dinlememiş ilgisiz ve bilgisiz vatandaş için, kayıttaki bir kaç noktayı özellikle belirtmekte fayda var.

Koşaner Paşa diyor ki; "on yıl önce, yirmi yıl önce rastgele mayın döşemişiz, sonra da terkedip gitmişiz. Ne yeri belli, ne kimin yerleştirdiği. Sonra gidiyor bizim askerimiz basıyor mayına." Durumun vehametini kavrayabiliyorsunuz değil mi? Önce mayın döşüyoruz, sonra yerini unutuyoruz, sonra da askerimizi mayınların arasına yolluyoruz. Bu kez de mi vatan sağolsun, bence artık insan sağ olsun demenin vakti geldi.

Koşaner Paşa devam ediyor; "İHA diye bir nimet var elimizde.Ama koordinesizlik yüzünden kullanamıyoruz. Hantepe'ye baskın yapılıyor, yarım saat sonra anca gönderiyoruz İHA'ları. Neden, sahada görev yapanla, cihazların başında görev yapanlar arasında iletişimsizlik var." Bu kadar harcanan paraya, bu kadar gelişen teknolojiye rağmen, hala sahadakiyle, cihaz başındaki iletişimini tam kuramıyorsa, hala ast-üst ilişkisini, doğru düzgün kuramıyorsanız, burdan tek bir sonuç çıkar. O da asker ölümlerinin sizin için bir şey ifade etmediğidir, er ve erbaşlar ölür, kalan sağlar sizindir.

Daha sonraki söylemler daha da vahim bir durumu gösteriyor. Koşaner Paşa; "biz tim komutanı olarak atıyoruz adamı başlarına, çatışma çıkıyor, pırrr, tim komutanı silahı atıp kaçıyor. Ertesi gün Roj Tv'de, silah numarasını veriyorlar kaçan komutanların. Bu insan daha sonra hiçbir şey olmamış gibi geliyor, görevine devam ediyor. Böyle rezillik olmaz." diyor. Demek ki neymiş, "Her Türk asker doğmazmış.". Komutanlar da insanmış, onlar da korkarmış. Can her şeyden tatlıymış. Bu itiraf, en temel noktalardan birini kavramamız için yeterince açık. İnsan mesleği gereği asker de olsa, önce insandır. Ölmek ve öldürmekle hiçbir sorun çözülmez. Tim komutanının silahını atıp kaçtığı yerde, gencecik askerlerin, eğitimsiz askerlerin, ömrü hayatında, askerlik dışında silah görmemişlerin, kahramanca çarpışmasını düşünmek ve beklemek, insanlık onuruna aykırı bir beklentidir.

Işık Koşaner, konuşmanın sonarki kısımlarında kendi erimizi, kendimizin vurduğu durumların yaşandığını da kabul ediyor. Yani savaş, her şekilde can alıyor. Silahlanma ve silahlı insana korku pompalama sonucundaki histeriksel tepkilenmeler, kendi askerimizin, yine asker tarafından vurulmasına neden oluyor. Başka ne olacaktı ki? Ne bekliyorduk ki?

Ses kaydının bana göre en önemli kısmı, Koşaner'in, PKK'nın eylemsizlik kararıyla alakalı söyledikleri. Koşaner diyor ki; "PKK eylemsizlik kararı alıyor, ve gerçekten de, kırsaldaki eylemlerini azaltıyor. Ama bu eylemsizlik kararları bizi ilgilendirmez, biz kararlılıklar bu işin üstesinden gelecez". Yani yıllardır PKK'nın iddia ettiği şeyi, Koşaner kabul ediyor. PKK ne diyordu; "Biz eylemsizlik kararı alıyoruz, aylarca, hatta belki yıllarca savunma pozisyonuna geçiyoruz, ancak TSK operasyonlara, öldürmeye devam ediyor. Biz de kitlemize, tabanımıza, ancak bir müddet hakim olabiliriz. Sonrasında karşılık vermek zorundayız." Yani barışı istemeyenin TSK olduğu açıkça görülüyor. TSK için çözüm dağdakilerin hepsini öldürmek.

Koşaner'in ikinci ses kaydında, herkesçe kabul edilen mantıksızlıklarla alakalı söyledikleri yer alıyor. Erlerin subayların özel işlerinde kullanılmasının önüne geçilmesi isteniyor. Subayların, köpeklerini gezdirenler, evlerini boyayanlar, karısını, kızını götürüp getirenler. Ya siz bunları bitirin ya da zaten bitirecekler diyor. Yani, zorunluluk hali olmasa, muhtemelen aynı tas aynı hamam, erlerin emeklerinin sömürüsüne devam edilecekti.

Koşaner Paşa, en çok ses kayıtlarının bile devletin elinde olmasından, bunların bile çalınmasından, dışarıya sızmasından duyduğu üzüntüyü dile getiriyor. Yani, konuştukları şeylerin, yasalara aykırı olması, ülkeyi kaosa sürükleyecek olması felan önemli değil, önemli olan bunların dışarıya sızmış olmasıymış gibi. Siz bazı konulara karışmamanız gerktiğinin bilincinde olsaydınız, o zaman dışarıya sızdırılacak bir şey de olmazdı, olmayan şey sızıdrılsa bile, suçlu siz değil tamamiyle sızdıran kişi olurdu. Hata yapılabilir, yanlış yapılabilir. Ama önemli olan hatadan, yanlışlardan ders çıkarabilmektir. Neden yanlış yaptım demek yerine, yanlışını ortaya çıkaranları suçlamak, kendini bilmezliktir.

Sonuç olarak, madem, ordu kepazelik içerisinde, tüm o milliyetçi, militarist, kana susamış vatandaşlarımızın da, savaşta ısrar etmesinin anlamı yok. Belli ki bu savaş, bir çok askerimizin öldürülmesine sebebiyet verecek. Hani zaten dağdakilere insan gözüyle bakmıyorsunuz, hani zaten Kürt sivillerinin öldürülmesine de bıyık altından gülüyorsunuz. Bari kendi askerinizin, pisi pisine ölmesini kabullenmeyin. Bari sadece, bu iğrenç, bu dar bakış açısıyla savaşa karşı çıkın.

Yeter artık!
Edi Bes e!
Ya Basta!

meraklısına ses kayıtları;

1.ses kaydı =>> http://www.youtube.com/watch?v=eVc53yv7exw
2.ses kaydı =>> http://www.youtube.com/watch?v=elmlrpmmrkU

19 Ağustos 2011 Cuma

BİR SARHOŞUN NOTLARI-2

Can Yücel diye bir abimiz vardı, rahmetli iyi içer, iyi yazardı. Sevenleri ölüm yıldönümünde mezarını ziyarete gider, mezarına şarap dökerlerdi. Fena şarapçıydı abimiz. Bir gün herifin biri çıktı, bir yerin başkanıymış, bilirsiniz, başkan olmak kolay iş değil, kıç yalayıp durmak lazım başkan olabilmek için. Kolay kolay başkan yapmazlar insanı. "Baş"larla aran iyi olmalı. Nitekim bu BAŞkan, buyurdular ki, ayıp değil mi bu yaptığınız, inanca saygısızlık değil mi diyiverdi. Sonrasında da bildiğiniz, hedef gösterdi. Ertesi gün bir uyandık, Can Baba'nın kabristanı kırılmış, kırmışlar. Ahirete inanırım, bildiğiniz gibi, dogmatik bir pisliğim ben. Can Baba'nın öbür taraflardan kıçıyla güldüğünü düşünüyorum yaşananlara. Kendisi için mezarının çok önemli olduğunu sanmam, ama muhtemelen, kendileri için mezarlıkların, çok büyük önemi olan insanlar, gidip bir mezarlığa zarar verdiler. Can Baba hayattayken de böyleydi, iki kelam eder, arkasından hitap ettiği insanlar, Can Baba'ya saldıracam diyerek, kendi değerlerine saldırırlardı. Rahmetli, yattığı yerden bile aynı şeyi yapmaya devam ediyor. Saygıyla Can Baba, saygıyla;


Kan yasası bu insanın:
Üzümden şarap yapacaksın
Çakmak taşından ateş
Ve öpücüklerden insan!

Can yasası bu insanın:
Savaşlara yoksulluklara
Ve binbir belaya karşın
İlle de yaşayacaksın!

Us yasası bu insanın:
Suyu şavka döndürüp
Düşü gerçeğe çevirip
Düşmanı dost kılacaksın!

Anayasası bu insanın
Emekleyen çocuktan
Uzayda koşana dek
Yürürlükte her zaman

Geçenlerde babamla içtiğim için tartıştık. Sağlığına zararlı oğlum, gençsin, yazık etme kendine dedi. Boşver be baba, ölecez işte, ha üç sene fazla, ha üç sene eksik. Takma bu kadar kafana. İçmeden sarhoş olabilmeyi öğretsen bana, içmem valla. Yeter ki sarhoş olayım arada, unutayim dünyayı, unutabileyim soruları, unutabileyim aklımı. Yoksa balığın yanında giden rakıya da, patatesin yanındaki biraya da, limonlu tuzlu tekilaya da, enerji-vişne-votkaya da ederim veda. İçmeden sarhoş olabilmeyi öğret bana, yeter valla.

İnsanlarla gece-gündüz demeden tartışıyorum. Her konuda, her ortamda, her şekilde. Nedense insanların karşısındakini dinlememek, dinlese bile anlamamak gibi bir sorunu var. Ben diyorum Kürt vardır, sen diyorsun Türk vardır. Ulen Türk yoktur demedim ki, neyin peşindesin. İlla beni vatan haini, illa beni terörist belleyecek. Hani sadece kendi bellese sorun yok, bir de başkalarına belletmeye çalışma gibi bir durumları var. Çok komiksiniz. Bu vatanı böldürtmeyiz. Zannedersin, vatanı kendisine tapulamış, zannedersin Kürtler Amerika'dan gelmiş, burayı bölecek. Ona ayrılıkçılık denir, önce onu öğrenmelisin. Sonra birazcık düşünmelisin. Dünyanın kaç büyük demokrasisinde, ayrılıkçılığın siyasetini yapmak suç. Avrupa'nın kaç ülkesinde, ayrılıkçı partiler mecliste. Peki ya kaçında iktidarda? Bir kaç örnek verelim, siz araştırın. Hollanda, Belçika, İspanya, Britanya, İrlanda vs.

Gelelim terörist mevzusuna. Şimdi bu PKK'lıların ve sempatizanlarının ve siyasi aktörlerinin ve siyasi destekçilerinin hepsi terörist öyle mi? Neden? İnsan öldürdükleri için mi? Amerika iç savaşında terörist kimdi? Kuzeyliler mi, güneyliler mi? Faşist, ırkçı ama aynı zamanda anayasal haklarını korumak isteyen güneyliler mi? Yoksa buna karşı çıkıp daha özgür daha eşitlikçi bir anayasa diyen kuzeyliler mi? Ya da Belçika'da eski düzen devam etsin diyen Valonlar mı teröristtir, yoksa ayrılacaz da ayrılacaz diyen zengin Flamanlar mı? Çin'de hakkını arayan Türkler mi terörist, yoksa bugün bu hakkı verirsek yarın ayrı ülke de isterler diyen Çinliler mi? PKK'lıların içerisinde mutlaka terörist kafasında yaşayan insanlar var, burası kesin. Sempatizanları arasında da var, burası da kesin. Eee, Türkiyenin geri kalanında da bu kafada yaşayan insanlar yok mu?  Beşikten başlayıp hepsini öldürelim kafasında yaşayan, ayrılıkçı fikirlere sahip tüm Kürtleri öldürelim, yakalım kafasında yaşayan Türkler'e ne diyecez? Aaa, pardon, onlar ülkenin sahibiydi değil mi? Hı hı, haklısınız.


Sadece bunu tartışmıyoruz tabi ki her gün, gün geliyor bir kadına, güzelsin ya sen diyorum. Hatun kişilik anlıyor ki, seninle yatmak istiyorum. Yok abicim öyle bir şey. Herkes seninle yatmak için can atmıyor. Maalesef abazan kitlenin fazla olduğu bir ülkede yaşıyoruz ve maalesef kadınlarımızın götü abazanların bu ilgisi sebebiyle birazcık kalkık oluyor. İyi de güzel ablam, benim suçum ne peki? Ben sana güzelsin diyorum sen bana, böyle şeylerden bahsetmeyelim diyorsun, politikadan çakmıyorsun, edebiyat desen, kıytırık bilim kurgulardan, polisiyelerden ibaretsin, sinema diyorum, Avatar diyorsun, müzik diyorum, Beyonce, diyorsun. Neyden konusacaz be ablam?


Kaldı ki, "sevişelim mi" sorusu da tü kaka bir soru değildir. Sevilşelim mi denir, istemiyorsan hayır dersin, biter. Bunun ardından vay efendim terbiyesizsin, vay efendim iğrenç bir insansın demenin gereği var mı? Sevgilim dediğin insanın, kendisine tokat atmasına izin verip, benim sevişelim mi dememden iğrenç bir şeymişçesine bahseden, garip akıllı, fazla kıllı, yandan çarklı insanlar yaşıyor bu ülkede. Sevgiyle tokadı yan yana yakıştıran zihniyet, sevişmekle, insanı yanayana yakıştıramıyor. Alın size, özgür dünya anlayışı.


Bazı insanlarla aram çabuk açılır, küçük şakaları kaldıramazlar. Mesela Kaybedenler Kulübü'nü izler, tapar; Charles Bukowski okur, bayılır. Rock'n Roll kültürü beni yansıtıyor yiaaa der. Sonra sen dersin ki, iyi hadi o zaman içelim, sonra da sevişiriz. Manyak mısın sen ya diye başlayan cümlenin sonu, muhtemelen anaya kadar giden küfürlere bağlanır. Valla hangimiz manyağız, ortada.


Sapık bir herif değilimdir, oldukça saygılıyımdır, hayır cevabından anlarım, uzatmam. Sevmediğim bir kadına sevdiğim yalanını söylemem, sırf yatağa atmak için, birine ilgi göstermem. Bunların hepsini yapan adamdan sevgili olur da, benden olsa olsa, iğrenç bir pislik olur. Toplumun kuralları insanı, yalancı olmaya teşvik eder. Medeni dünya seni, maske takmaya zorlar.


Sıklıkla okurum, okumayı seviyorum. Aklımın düşünemeyeceği bir ton şey var, başıma gelmeyecek bir ton şey var, bu eksikleri okuyarak kapatmaya çalışıyorum. Peki yazarak ne bok yemeye çalışıyorum? Yaşamaya çalışıyorum, sadece yaşamaya çalışıyorum. Yazmaktan başka yapabileceğim hiç bir şey yok dünyada. Hikaye, roman, şiir, senaryo, masal, destan.. Ne olursa. Bir şeyler yazmalıyım. Yoksa ölürüm.


Bugün kadının biri bana, Senin kuzenini PKK'lılar öldürdü mü diye sordu? Belli ki, kuzenini, dağdakiler öldürmüş. Şöyle bir cevap verme ihtiyacı hissettim;
"en başta şöyle bir soru sorman daha iyi olurdu. senin için akraba ne demek, bir anlamı var mı? klasik anlamda ailesel işleyiş sistemine dayalı toplumsal düzenle alakalı sorunlarım var zaten. ailesel yakınlığa göre bir değer atfetmeyi, feodaliteye bağlarım ki, hiçte mantıksız olmayan bir bağ içerir.

yani benim için senin kuzeninin pkk'lılar tarafından öldürülmesiyle, benimn kuzenimin pkk'lılar tarafından öldürülmesi arasında hiç bir fark yok. ikisinde de canım acır, kuzenin ya da kuzenim öldü diye değil, bir insan öldü diye.

şu an abim askerde, batıda görev(!) yaptığı için, ailedekilerin kafası biraz rahat tabi, kendisi bana telefon açtığı zaman bir tek şey söylüyor, ne yap et askere gitme. şehirde ana kucağında büyümüş, ekmek elden su gölden büyüyen bir insan askerlik yaparsa, söyleyeceği şey bu olur işte.

her zaman söylüyorum, bir askerimizin öldürülmesine neden olan asıl sorumlu pkk değil, asıl sorumlu, kirli düzen, kirli siyaset ve kapitalizmin kendisidir.

michael moore'un (ki kendisi pek sevmediği, anlaşamadığımız liberal kesime mensuptur) bowling for columbine belgeselini izlemeni tavsiye ederim. hükümetler neden nasıl bir "korku" imparatorluğu kurarlar, neden iki milleti, iki dini, iki ırkı, ik ikültürü birbirine düşman ederler, daha net, daha somut bir biçimde anlarsın."

Yani anlayamıyorum insanları, sanki kuzeni öldürülenler arasında olmasaymış, canı yanmıyacakmış gibi söyleyiveriyordu bunu. Garipsiniz, çok garip. Yönetim kadrosunda yer almayan, her insanın ölümü canımı acıtıyor. Sizin söylediğiniz gibi değil hemde, gerçekten acıtıyor. Hemen arakasından dans edip oynamıyorum yani, diskolara felan gitmiyorum. Kafaya takıyorum, ne yapılabilir diyerek okuyorum, araştırıyorum, yazıyorum, düşünüyorum. Ulen şimdi oraya bizim ordu gider, hepsini öldürür gelir, sorun çözülür diyerek, ilkokullu gibi davranmıyorum.

Beyoğlu'nda neler oluyor, bilemiyorum. Önce sigara yasağı dediler, sonra koltuklar toplanacak dediler, şimdi de Galata'nın önünde içemezsiniz deniyor. O da yetmezmiş gibi, sokak sanatçılarına da karışır olmuşlar. Ulan alın alın, İstiklal'i de alında elimizden, sağda solda içiyoruz diye mahalleli bizi linç etsin, tüm içenlerden kurtulun. Malum İran'da içene terörist gözüyle bakıyorlar, belki yakında bize de o gözle bakarlar, belli olmaz. Ama yine de bir şeyler söylemek icap eder. İstiklal sigarasıyla, İstiklal alkolüyle, İstiklal sevişenleriyle, İstiklal LGBT bireyleriyle İstiklal'dir. Kapitalizmin uşağı insanlar, avm avm gezecek diye, İstiklal'i yedirmeyiz. Siz yemek istersiniz, biz yedirmeyiz. İsterseniz sokak sanatçılarını kaldırın, isterseniz sokakta alkol almayı da yasaklayın. Bu iğrenç sesimle gelir orda müzik yaparım, ellerimde kasa biralarla gelir, her gün içerim. İstiklal'i de bok püsür zengin mekanı yapacaksanız, sikeyim öyle özgür yaşamayı.


16 Ağustos 2011 Salı

BİR SARHOŞUN NOTLARI

Sevmeyi seviyorum. Güzel oluyor, sevmek. Ne bilim bir insana değer vermek, bir insan için ömründen dakikalar harcamak, enterasan geliyor bana. Düşünsenize, Tanrı, ömrünüzün son gününde yanınıza geliyor, ve diyor ki, ulen can, bunca yıl boku bokuna yaşadın, bir yarrağıma ağız olamadın, senin canını alıp, ruhunu cennete gönderecem. Eeee, bunu duyan ruh, götte durur mu? Durmaz yeminle. Gideyim de gideyim diye tutturur, işte tam o sırada, Allah'ım bunu yapacağına beni 3-5 daha yaşatta, sevdiğime ver bu cenneti diyebiliyorsan, işte o zaman birini gerçekten seviyorsun demektir be oğlum. Zaten, normalde de sevmek öyledir işte. Tanrı'ya siktir çekmek gibidir. Nasıl ki kız babası, kızını seven erkeğe bir gıcıkla bakıyorsa, tanrı da muhtemelen birbirini gerçekten sevenlere böyle bakıyordur. Normaldir. Düşünsenize, sizi yaratmış etmiş, siz gidiyorsunuz, bokun birini seviyorsunuz. İntihar sebebi lan. Tanrı intihar edebiliyorsa eğer, muhtemelen böyle bir sebepten intihar eder. Garanti.

Her neyse, imandan, inançtan çıkıp, biraz somut donelere gelelim. Done neydi lan, bilmiyom valla, kullandım gitti. Ben içen bir insaım, mütemadiyen içerim. Her boşlukta, her dolulukta, sabah, öğle, akşam demeden içerim. Eeee, içtim de bir bok mu oldum. Yooo, kimse içtiği için bir bok olmaz. Alkole sebepsizce bir yücelik grift etmenin anlamı yok. Alkol, alkoldür işte. Zeki insanlarca alındığında, dahiyane fikirlere, aaptallarca alındığında dahiliye müdahelelere gebedir. Ben zeki miyim, kesinlikle, sen aptal mısın, bilmiyorum.

Aşka değer veren bir insanım. Fazlasıyla değer veririm hemde. Beni tanıyan çoğu insan, benim aşka değer verdiğime inanmaz. Onlara göre piçin tekiyimdir, ya da eğlenmeyi seven, gönlünü seven bir şıpsevdiyimdir. Hani eski türk filmlerinde zengin piçleri olur ya. Tam da oyumdur ben. Sadece zengin değilim, o kadar. Esas olay da o zaten diyorsunuz değil mi? Biliyorum. Ne yaparsınız, esas noktayı hep kaçırıırım zaten.

Mesela ben, biriyle yatmanın, sevgilini aldatmak anlamına gelmediğini savnurum. Sırf bunu savunuyorum diye bol bol azar işitirim. Halbuki bugüne kadar, kaç tane sevgilisi olan arkadaşım olduysa, hepsi sevgilisini gözlerimin önünde aldattı ya da aldatmaya teşebbüs etti. Bir kıza laf etti mesela. Ben eminim o kız dönse, götünü açsa, direk atlayacak, etrafta milletin olması, başlığın "public" olması felan farketmyecek yani. Atlayacak, kesin. İnsan arkadaşını tanımaz mı?

Sonra da çıkıp hala aşk diyorlar. Rakı sofrası kuruyorsun. Yüzlerce lira döküyorsun o masaya. Giden paranın hiç bir önemi yok benim için. Ekmek yiyecek param olmasın, yine de arkadaşım için ne yapar eder, o rakı masasını kurarım ben. Onda bir sorun yok. Ama yalan. O masa tümden yalan. Neymiş, Ayşe'ye aşıkmış. Neymiş seviyormuş. Tamam, aşıksın, tamam, seviyorsun. Ulen aşıkken seviyorken beraberken, ne diyordun; onla dolaşma ayşe bunla dolaşma ayşe. Demek ki nasıl düşünüyorsun, ayşe onla beraberse beni sevmiyordur, bunla geziyorsa bana değer vermiyordur. Değil mi? E, peki öyleyse, o günden sonra ne değişiyor da, ben sana jennifer'ı gösterince şaftın kayıyor. O günden sonra ne değişiyor da ben sana nikita'yı gösterince salyaların akıyor. Birazcık tutarlı olacaksın abim, birazcık kendi söylediklerinin arkasında duracaksın. Durmuyorsan, öyle sevmeyi de sikim, öyle aşkı da sikim.

Peki kadınlar farklı mı? Valla değil. Yemin bile ederim lan, hatta az önce etmiş bulundum. Sevgilisi olan kadınlarla yatıyorum, yattım, yatarım. O dangalak erkekler umrumda bile değil. Sevmeye devam etsinler. Yatmadığım sevgilisi olan kadınlarla da sanki yatacakmışçasına muhabbet ettim. Bugüne kadar hiçbir kadından, ya can benim sevgilim var, bu tarz konularda böyle konuşamam gibilerinden bir cevap almadım. Abartmıyorum haaaa, hakkaten böyle bir cevap almadım. Sen yavşadığın ölüçüde sana yavşarlar, yeterince yavşamadan, yiyişmeye getirirsen olayı geri teper, ama yeterince yavşayabildikten sonra buluşup yiyişirseniz, hiç bir problem yoktur. Bir hatasındır, hata olarak anılırsın, ve hafızalardan silinirsin.

Erkekte ise öyle değildir. Problem orda çıkıyor zaten. Mesela kadın seni becerir, becerir, becerir; iliğini kurutur. Sonra da unutur. Erkek için öyle değildir ama. Erkek bir kadını becerir, becerir, becerir, iliğini kurutur, sonra o ilikten beslenmeye devam etmek ister. Lan bitti işte, siktir git. Yok abi, o kadar zaman geçti, o kadar yıl oldu, ay oldu, niye devam etmeyelim. Erkekteki bu tavrın tek sebebi, erkeğin kadın bulmasındaki zorluklardır. Kadın birini bıraktıktan sonra, 5 dk içerisinde, çift basamaklı sayılarda gruplar oluşturabilecek kadar, seks meraklısı, öküz erkeği bir araya toplayabilir. Peki erkek kaç kişiyi toplayabilir? Sıfır. Tamamiyle sıfır. Daha erkek tanışacakta, konuşacakta, kadını etkileyecekte sevişecek. Ölme eşşeğim, göte girelim. Yok ya. Ondan sonra, erkek sevgisi öldürüyor dersiniz. Öldürür tabi.

Sevmek garip şeydir, gerçekten. Birini sevdiğini düşünürsün, o sevdiği biri mutlaka seni sevmiyor ya da sevmiyecek olur. O garantidir yani. Aksi düşünülemez. Eeee, nasıl oluyor da, birbirini tutkuyla seven çiftler var diyorsun değil mi? Onlar birbirlerini tutkuyla sevmiyorlar aslında, birbirlerini tutkuyla sikiyorlar. Olay bundan ibaeret. Birbirlerini tutkuyla sevip, sikişmeyen çiftler gördünüz mü hiç? Göremezsiniz. Sikişmeyen insanların birbirlerini sevmesi imkansızdır. Çok çok öyle olduğunu zannederler, o da ilkokuldayken yaşanır. Sonrası malum. Büyürsün ve sikişirsin. Bunun üzerine çok fazla düşünmeye gerek yok.

Eski sevgililerimiz vardır bir de, inanılmaz bir durumdur. Mesela yeni bir hatunla sevişiyorsundur, o sırada eski sevgilin aklına gelir. O da başkasıyla mı sevişiyordur? Muhtemelen. Gaza gelirsin. Ulan ben daha iyi sevişirim dersin, gidiş gelişlerin hızlanır, sertleşir. Olmayan bir ilişkiyle yarışa girersin. Ben daha iyiyim lan dersin. Sikim daha büyük, hani küçükse bile, ben geç boşalıyorum, hadi diyelim ki erken boşaldım, olsun farketmez ki, ben defalarca boşabiliirm, sabaha kadar gidip gelebilirim hiç sorun değil dersin. Yeni partnerin de bundan hiç bir şey anlamaz. Çok çok sabahın bir vakti; "vajinam çok tahriş oldu ya, hayvan seni" deriz. Hoşumuza gider. Halbuki o insan gece boyu kimi nerede ne şekilde düşünmüştür. Önemli olan düşündüğü değil, yaptığıdır. İşte bu yüzden "medeni" insanlarız. Düşündüklerimizle değil yaptıklarımızla değerlendiriliyoruz.

Bu eski sevgili olayı biraz ilginç. Mesela eski sevgilinizden hala hoşalnıyorsunuz, ama "o" kişi size olan ilgisini kaybetmiş. Ne yapabilirsiniz ki? Ona yeni bir sevgili lazım işte. Kendinize yeterince güveniyorsanız, ona yeni sevgiliyi siz bulursunuz hatta. Ulen gitti şunla biraz takıl, başka sevgilililer nasılmış bir görsün dersiniz. Yani eski sevgili için, sevgilisinin yeni sevgiklisi bir katalizördür aslında. Tekrar aşka, sevgiye, orgazma gelmek için, hatta bir an önce gelmek için bir vesiledir. Şaşkın eski sevgili, şansını bu insanlarla dener, sonra bakar ki, ulan benim bu eskisi, yani "can" (burda can ben oluyorum), o kadar daşşaklı bir herifmiş ki, nasıl farkına varamamışım der ve geri döner. Burda eski sevgiliye refaket eden, geçici aşık rolündeki insana teşekkür etmek gerekir. O maldır, harcanandır, farkında değildir. Belki bir gün farkına varacaktır. O kadar.

Daha baya baya yazabilirim, sabaha kadar uzatabilirim bu yazıyı. O kadar doluyum ki? Klavyenin tuşlarına basabildiğim hız yetmiyor gerçekten. Ancak kuzenim yanımda, ve film izleyeceğimize dair söz verdim. Filme dönsek iyi olur. Buraya kadar yazdıklarımın ne mi anlamı var? Bir bok anlamı yok. Sevişin, için, okuyun. Eğer daşşaklı bir insan olduğunuza inanıyorsanız, sevdiğinizin bir başkasına meyil vermesini güzel bir şey olarak karşılayın. Ne de olsa ondaki daşşaksızlığın farkına varıp sizin daşşağınıza önem vermeye başlayacaktır. Dediğim şeyi küçümsemeyin. Her ne kadar ayyaşın teki olsam da, kafam biraz çalışıyor.

Pompaya devam, içenlere selam...

11 Ağustos 2011 Perşembe

İngiltere İsyanı, Varoşlar ve Doğulu Göçmenler

Tottenham'da başlayan isyanla alakalı bir çok şey söyleniyor. Yağma için isyanın başlatıldığı, devletin işsizlik ödemelerini kaldırdığı için aylakların çalışmak zorunda kalacağından dolayı bir öfke birikiminin yaşandığı, olayların ırkçılık karşıtı bir isyan olabileceği vs vs vs. Bunların sonucunda normal olarak, liberaller, muhafazakarlar, milliyetçiler, islamcılar, burjuvalar, tatlı su solcuları kralcı bir tutum içerisine girdiler. Biz sosyalistler, komünistler, anarşistler de şiddeti savunan, masum insanların kafasının gözünün kırılmasını destekleyen insanlar olarak yaftalanmaya başlandık. O halde, bir cevap hakkı doğdu. Cevabımızı kimseden eksik etmeyelim.

Tottenham çoğunlukla göçmenlerin ve afro-karayipli siyahların ve doğulu göçmenlerin (Türkler, Kürtler, Araplar, Sihler gibi) beraber yaşadığı bir Londra bölgesi. Bildiğimiz Londra işte. Hani sanayi devriminin başladığı ülkenin, dünyaya yön veren ülkenin başkenti olan. Peki bu kentin ne gibi sıkıntıları var, bakalım. En yüksek gelire sahip %10'luk kısım yaklaşık 900bin sterlin kazanırken en fakir %10 lık kısım 3bin sterlin kazanıyor.Yaklaşık 300 katlık bir fark var arada. Bu fark Londrada en son 19.yy da görülmüş. 200 yıl sonra Londra dönüp dolaşıp aynı yere gelmeyi bir şekilde başarmış.

Tottenham bölgesi Londra'nın varoşları olarak adlandırılabilir. Suç oranı yüksek, eğitim ve gelir seviyesi düşük. Genç nüfus işsiz, gelecekten umutsuz. Keyfi uygulamalar da almış başını gitmiş. Londranın her hangi bir bölgesinde bir insanı durdurup arayamazsınız, ancak Tottenham'da bu serbest. Polise direnmenin cezası belki de gözaltında ölmek. İşkembeden sallamıyorum son 13 yılda 330'dan fazla insan gözaltındayken ölmüş. Bu sebepten dolayı ceza alan tek bir polis bile yok. 1985'te buna benzer bir olay daha yaşanıyor. Polis bir evi basıyor, evdeki kadın kalp krizinden ölüyor. Sonrasında çıkan olaylarda 60 polis yaralanırken bir poliste hayatını kaybediyor. O günden bugüne hiç bir şey değişmemiş. Tottenham'ın iki şeyi ünlü, biri futbol takımı, diğeri film sahnelerini aratmayan çatışmaları.

Kısa Tottenham turumuzdan sonra gelelim günümüz olaylarına. Bundan tam bir hafta önce perşembe günü polis, iddialara göre silahını attıktan sonra, yani teslim olduktan sonra 29 yaşında 4 çocuk babası (sanırım ingiltere'de siyahların çoğunluk olması için uğraşıyordu) Mark Duggan'ı vurarak öldürdü. Cumartesi günü ilk organize, barışçıl yürüyüş yapıldı. Cumartesi akşam saatlerinde ise polisle ilk çatışma patlak verdi. O gün bugündür isyan bir çok bölgeye ve şehre yayılmış durumda. Çoğu insanın korkusu isyanın tüm Avrupa'yı saracak şekilde yaygınlaşması.

Şu ana kadar gözaltına alınanların sayısı 1200'ü aştı. Aşırı sağcılar sokaklara çıktı, polis isyancıları durduramıyorsa biz durdururuz diyorlar. Yani aşırı sağcılar bir kez daha devletin, bir kez daha hükümetin, bir kez daha zenginin, bir kez daha gücü elinde bulunduranın uşaklığını yapmaya gönüllü oluyorlar. Şaşılacak bir durum değil tabi ki, aşırı sağcılardan da bunu beklerdik.

Peki polis gerçekten de yetersiz mi kalıyor? Bugünlerde ortaya atılan iddialardan bir tanesi, elinde çok fazla hak olmadığını iddia eden polisin sırf daha fazla yetki kapmak için isyancılara müdahele etmediği yönünde. Yani polis diyor ki; ulen madem bana asıp kesme yetkisi vermiyorsunuz, o zaman şunlar sizin ağzınızı yüzünüzü bir kırsında aklınız başınıza gelsin, sonra biz alalım yetkimizi, hepsinin ağzını yüzünü kıralım. Nasıl ama, mantıklı değil mi? Oldukça mantıklı tabi ki, polistir, ne yapsa yeridir.

Peki, o halde, gelelim Türklerin başını çektiği doğulu göçmenlere. Bu kardeşlerimiz ne yapmışlar, ellerine levye alma genlerinden olsa gerek, oralarda daha revaçta olan beyzbol sopalarına yönelerek nöbet tutmaya başlamışlar. Ne nöbetiymiş bu, isyancı nöbeti. Yani isyancıların burunlarını, kaburkalarını, kafalarını kırmak için nöbet tutmaya başlamışlar. Mazaret belli, isyancılar yıllarca emek verip biriktirdiğimizi yağmalayacak, dükkanlarımızı ateşe verecek felan da filan. E, güzel kardeşim, senin o insanlarla omuz omuza sokakta olman gerekmiyor muydu? Sen o insanlarla omuz omuza sokakta olsan, dükkanına destek pankartlarını assan, onlar sana aynı tepkiyi verirler mi? Diyelim ki verdiler, onların bu tepkisinin, devletin politikalarından kaynaklandığını görmen gerekmez mi? Bu yüzden senin de eline sopanı alıp bu insanlara karşı değil de, hükümete karşı, sisteme karşı sokağa çıkman gerekmez mi? Yok efendim ben yılda çalışarak 900bin sterlin kaznıyorumgiller sınıfındansan diyecek sözüm olmaz tabi ki. Sen emeğinle 900binini kazanmaya devam et, başın sıkışınca da eline sopa alırsın ne de olsa.

Kahraman doğulu göçmenler gerçekten de kahramandır, tuzu kuru İngilizlerin, hükümetin, polisin, beyaz Türklerin kahramanlarıdırlar. Ancak yok ben mazlumun kahramanıyım dersen orda bir dakika dur derim. Mazlum olan suç batağına saplanmak zorunda bırakılmış, tüm güvenceleri elinden alınmış, umutsuzluğa terkedilmiş olanlar mıdır, yoksa göbeğini kaşıyıp, günde sekiz saat çalışarak, emeğiyle yüz binlerce sterlin kazananlar mıdır? İki kuruşluk mal için, güçlünün yanında saf tutmanın hiç bir onurlu tarafı yoktur. Doğulu göçmenlerin olması gereken yer, fakir halkın yanıdır. Lakin, dünya, onurluca yaşamanın, şerefiyle yaşamanın para etmediği, para etmeyenin de, ezildiği bir sisteme terkedildiği için, üç-beş kuruşluk mal sahibi insanlardan bu davranışları beklemekte, günümüz medeni insanını tanımamak olur.
Peki ben yağmayı destekliyor muyum? Evet, destekliyorum. Alışveriş merkezlerinin yağmalanmasını destekliyorum, değişik ayak oyunlarıyla milyarlarına milyar ekleyenlerin yağmalanmasını destekliyorum, lüks arabaların yakılmasını destekliyorum, insansız hükümet binalarının yakılmasını destekliyorum, bankaların yakılmasını destekliyorum. Fakir halkın, kendisinden koparılmış olanı, hakkı olanı almasını destekliyorum. Fakir halkın, zengini yağmalamasını destekliyorum. Topraksız köylünün, binlerce dönümü olan toprak ağlarının elindeki toprağı gasp etmesini destekliyorum, barakalarda yaşayan mevsim işçilerinin, villaları yağamalamasını destekliyorum, sistemin bok ettiği, eşitsizliğin normalleştirildiği bir dünyada, eşitliğin illegal yollardan elde edilmesini destekliyorum. Yeter ki, insanlar yakılmasın, yeter ki insanlar öldüresiye dövülmesin.

Tottenham'a selam, isyana devam!

Dipnot: İngiltere Başbakanı, David Cameron polislerin davranışlarının doğru olmadığını, olayların fitilini ateşleyen olayda polislerin hatalarının olduğunu kabul etti. Kraldan çok kralcı olanlara gelsin.

Dipnot2: Bandista'dan Gavur İmam İsyanı geldi nedense aklıma, dinlenesi; http://fizy.com/#s/1mahjg




9 Ağustos 2011 Salı

ORUÇ VE SOMALİ

Malumunuz, oruç ayındayız. Yani ramazandayız. Onbir ayın sultanı, başımızın tacı. Aklıma takılan bir kaç küçük soruyu es geçmekte fayda var. Ramazan ayının neden onbir ayın sultanı olduğu gibi. Ya da nefsimizi terbiye edeceğimiz, açın halinden anlayacağımız bir sadelikler, alçakgönüllülükler ayı olan bu ayda, neden camilerin görkemli bir şekilde süslendiğine, bu süslemelere ne kadar para harcandığına değinmeyecem. Bazılarının bam teline, en azından bu ayda basmaya gerek yok. Belki de var ama, şu sıralar ben bunlarla uğraşamam. Diyorum ya, sonraya kalsın.

Eee, peki hangi konulara değinecez. Mesela orucun anlamıyla başlayabiliriz. Neden oruç tutulur? Bu soruya gerçekten de bir çok insanın vereceği cevap, Allah öyle emretmişten ibaret olacaktır. Bir kısmı da cehennemden kıçını kurtarmak ister, kimisi huri düşkünüdür, bazıları da önüne serilecek testi testi şarabı düşünür. Bu kadar kendini bilmez, bu kadar islam ahlakından uzak müslüman olur mu demeyin, olur. Maalesef bu insanların sayısı azınlık değil, çoğunluk. O halde oruç neden tutulur? Nefs terbiyesi için tutulur, var olan nimetlerin değerini anlamak için tutulur, açın halinden anlamak için tutulur, ortaklaştırmanın önemini anlamamız için tutulur. Mesela oruç; eşe dosta beş-altı çeşit yemek yapmak için tutulmaz, iftar vaktini masada bekleyerek ezanın okunmasıyla birlikte kabaplara, lahmacunlara, etlere saldırarak ağızını yakmak için tutulmaz ya da dostlar alışverişte görsün diyerek de tutulmaz. Orucu alıp, içini boşaltıp, ben oruç tutuyorum derseniz, birileri de çıkar hasssssiktirrr ordan der. Bu lafın üzerine sinirlenmeye, öfkelenmeye, bağırığ çağırmaya gerek yok. Gerçekten de hasssiktiirrrin ordan.

Olayın Somali'yle ne alakası var o zaman? Şu alakası var; her sene ramazan ayında (hani madem bu aya geldik bir şeyler yapalım tadında) bir yerlere yardım kampanyası başlatılır. Yardım kampanyası kötü bir şey midir? Değildir. Yardımlaşmakta fayda var. İnsanların anlamadığı durum ise yardımın olduğu yerde eşitsizliğin olduğu gerçeğidir. Eşitsizlikte sen birilerine yardım ettiğin için ortadan kalkmaz güzel kardeşim. Ancak bireyler üstü bir politikayla ortadan kalkabilir. Aksi durum, bir toplumdan onlarca milyar doları alıp, önlerine bir kaç milyon dolar atmaktan ibarettir. Bunun üzerine çıkıpta ne güzel bir iş yaptık arkadaş diyorsanız, diyebileceğim tek bir şey var, beyninize sıçayım.

Afrika'da açlık yeni değil. Sadece bu sene normalden daha kurak geçtiği için, ölenlerin sayısı fazla. Yani ölen ya da ölecek olan çocukların sayısı daha fazla olmasaydı, tuzu kuru halkların sikinde bile olmayacaktı Afrika. Yıllardır sömürülen bir topraktan bahsediyoruz, yıllardır Avrupa'dan Amerika'ya bir çok ülke tarafından sömürülmüş bir kıtadan bahsediyoruz. E be güzel kardeşim, o zaman senin 5 lira göndermekten çok daha fazlasını yapman gerekmiyor mu? Hükümetlere toplumsal baskı ne demek, göstermen gerekmiyor mu? Silaha harcanan paranın hesabını sorman gerekmiyor mu? İnsanlar açlıktan ölürken sen nasıl kaldırım yaparsın demen gerekmiyor mu? Sadece sen değil güzel kardeşim, İngiltere halkının, Fransa halkının, A.B.D halkının, Almanya halkının, Japonya halkının bunu demesi gerekmiyor mu? Afrika bizi yakalayana kadar bu ülkeden siktirip gidin denmesi gerekmiyor mu? Peki Afrika'ya komik denilebilecek ölçüde yardım ayıran, Birleşmiş Milletler'e, Avrupa Birliği'ne, IMF'ye, Dünya Bankası'na, G-8, G-20, G-? ülkelerine siktirin gidin dememiz gerekmiyor mu? Bunun yanı sıra her yıl silahlanmaya tonlarca yatırım yapan, uyuşturucuya tonlarca yatırım yapan, ülkede milyonerlerin sayısını arttırmak için kıçını yırtan hükümetlere siktirin gidin dememiz gerekmiyor mu? O halde neden demiyorsun güzel kardeşim? O halde neden sms attım, elimden geleni yaptım diyip işin kolayına kaçıyorsun. Neden insanların balık tutmasını değil de, balık artıklarıyla idare etmesine göz yumuyorsun? Nasıl bir vicdanınız var ki, iki sms'e fit olup, sizi rahat bırakabiliyor, nasıl bir vicdanınız var ki, iki sms'e yardım ettim diyebiliyorsunuz?

Düşünün güzel kardeşim, birazcık düşünün. Malum ramazan ayındayız, malum küçük bir zaman diliminde de olsa açsınız, susuzsunuz. Ne demek olduğunu birazcık düşünün, sonra da bana iki sms attım, elimden geleni yaptım, diyin, hala diyebiliyorsanız.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

SEV(İL)MEK

Sevmek mi sevilmek mi üzerine yazsam, yazsam mı yazmasam mı derken, karalamaya karar verdim. İşe aklımı karalayarak başlamakta fayda var. Yetersizakıllılar familyasından, hiçbirşeyitamolarakkavrayamayanlar sınıfına  dahilim. Bir kaç şey bilirim, bildiğimi zannederim, bununla böbürlenir, hava atmaya, hatun kaldırmaya çalışırım. Kaldırıp ne mi yapacam, spor işte. Malum sağlıklı akıl sağlıklı bedende bulunurmuş. Kim salladıysa bunu da. Alakaya gel. Böyle bir kafadır işte benimkisi, gördüğünü, okuduğunu, duyduğunu iyi analiz ettiğini zanneder, kimsenin onu anlayamayacağı kadar iyi olduğuna inanır, başarısızlığına kılıfı hemencecik orada dikiverir. Terzilik usta olduğu bir kaç zanaattan biridir.

Şimdi böylesine ne idüğü belirsiz bir kafanın sev(il)mek hakkında neler diyebileceğine bir bakalım. O da umrumuzdaysa tabi. Benim umrumda değil, çaktırmayın. Sevmenin nedensizliğine inanırdım hep. Ne yani birini zeki olduğu için mi sevecem, ya daha zekisiyle yakınlaşırsam? o zaman ne olacak, bu sefer daha zeki olanını mı sevecem. Güzel olduğu için biri sevilir mi peki? Basbaya sevilir, baksana, güzel kadınların hepsi birileriyle sevgili. Hoş, o birileriyle bu birileri sikişmiyor olsaydı, kaçı hala sevgili olmaya devam ediyor olurdu, orası dar bakışlı akıllar için bir muamma. Peki benim için muamma mı? E tabi ki, dar akıllıyım ne de olsa. Dar kıçlıları da severim bu arada, öyle olduğunu düşünen varsa, özel mesajdan bana ulaşsın. Peki güzeli sevdikten sonra daha güzeliyle karşılaşırsak ne olacak? Biri sekste iyi olduğu için sevilebilir pek tabi olarak, sekste daha iyi birini bulmak için sevdiğini aldatacak değilsindir. Ama her sikişte bir aldatış değildir. Daha iyisiyle karşılaşma ihtimali her zaman vardır. O yüzden derdim kendi kendime, gerçek sevgi nedensiz olanıdır. Düşünür, düşünür, düşünür neden sevdiğine bir neden bulamazsın. Al işte odur sevgi, sıkı tut, hiç bırakma. Her ne kadar o sevgi de zamanla siki tut, sakın bırakmaya dönüşse de, ilk başta masumane gelirdi bana. Bu yüzden ilk önce, insanın sürekli başkalarını sevmesi gerektiğini düşünmeye başladım. Yani sevgi bir insana bağlı kalmak demek olmamalıydı, önce birini sevmeliydin, nedensizce; iyi, kötü, çirkin, güzel, zengin, zeki, fakir, aptal, gerizekalı, faşist, komünist ayırmadan. Ama sonra, günler geçtikçe sevginin nedenselleştiğini farketmeye başladığında, yani artık, ya ne kadar iyi bir insana dönüşmeye başladığında olay, bırakıp gitmek lazım dedim. İşte o zaman sevgine bir değer biçmeye başladın demektir, işte o zaman gün gelecek, ya ne kadar da iyi bir insan diyeceğin bir başkası çıkacak demektir. Uzatıpta karşılıklı üzülmenin manası yok. Her şey güzelken ayrılıvereceksin derdim.

Zaman geçtikçe buna karşı olan inancımı da kaybettim. Sevmek ne demekti ki? Ne anlama geliyordu? Sevmek, senin bir insandan bir şey beklemene sebep oluyor muydu? Beraber olmak istiyor muydun mesela, onu görmek istiyor muydun, gözlerine bakmak, elini tutmak, dudaklarına dudaklarının değmesi, terlerinizin karışması, bacak arasına uzanan dilin. Bunları bekliyor muydun severken. O zaman sevmenin neresi yüce bir duyguydu ki? Seni seviyorsam bundan sanane diyemedikten sonra, sevmenin ne tarafı iyi olabilirdi? Derken aklıma dünyanın boktanlığı geldi. Evet, kendimi yüce bir insan olarak görüyorum, götüm kalkık, burnum büyük, yerindibinebatasıca bir herifim. Alkolden, kitaplardan, filmlerden, seksten zevk alıyorum. Belki de belli mi olur günün birinde buna "mutluluk" bile diyebilirim. Ancak dünya çok boktan be. Hele bir de ölümden sonra hayat yok diyorlar ya, ulen ne bok yemeye yaşıyoruz ki o zaman bu boktan dünyada diye düşünmeye başladım. E, seviyoruz abi işte. Kadınları, erkekleri, sikişmeyi, içmeyi, okumayı, muhabbeti, bugs bunnyi, parayı, aşağılamayı, aşağılanmayı... Seviyoruz da seviyoruz. Demek ki yaşamak için sevmek lazım. Onu, bunu ya da şunu. Farketmez, sıçtığınız boku da sevseniz, sümkürdüğünüz boku da sevseniz, birilerinin suratına işemekten de hoşlansanız, bir şeyleri sevmek zorundasınız. Yoksa yaşanır mı, yaşanmaz, yaşanmıyor da zaten. Yani o halde sevmek nedir, var olanın var olmaya devam edebilmesi için yok olanın varmış gibi zannedilmesi değilde nedir? Sevmek diye bir şey yok kızım, harbiden yok, cidden yok. Sen varsın, ben varım, ama sevmek yok. Olsaydı emin olun ticareti yapılmaya başlanırdı, bakkaldan birazcık sevgi alabilirdik mesela, kredi kartı limitlerimize sevgi puanları eklenirdi, yemek fişi değil, sevgi fişi veririlerdi iş yerlerinde .Şimdi diyeceksiniz ki, sevgi hiçbir şeyle satın alınamaz. Birazcık düşünmekte fayda var, bir şeyi sevip, isteyip onu satın alamayacağın ne var bu dünyada? Satın alma işi olarak sadece parayı görmeyelim, aklımız bu kadar sığ sularda gezmesin, karaya oturur mazallah.

Evet güzel kardeşim, sevmek senin için sevmek sadece. Sevmekten kastımız, bir şeyi elde etme dürtüsü, ihtiyacı. Elde edilen sevilmez güzel kardeşim, sevilen de elde edilmediği sürece sevilmiş sayılmaz. Bu durumda sevmekten bahsedilemez güzel kardeşim. Sevmek, hayatımız için uydurduğumuz bir değer. Ya da eğer ki tanrı varsa, ki ben var diyorum, gittin de gördün mü pezevenk, yoo görmedim, dogmatik kafana sıçayim, buyrun sıçın, sevmek hayatımızın devamlılığı için varlığımıza inanmamız gereken bir soyut kavram olarak yok edilmiş. İnsanları oyalaması istenmiş, çocuğun önüne konulan oyuncak misali, ite atılan kemik misali, kediye verilen yumak misali.

Eeee peki Can kardeşim, sonuna kadar okuduk okuduk okuduk da sen bize ne anlatmaya çalışıyon diyen mi var? Ben bir şey anlatmaya çalışmam, konuşurum, yazarım o kadar. Bir şeyler anlayan, bir şeyler anlamıştır, anlamayan anlamamıştır. Anlayanla anlamayan arasındaki tek fark, zeki olduğunu zannedenle zeki olduğunu zannetmeyen arasındaki farktır.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

2002'DEN 2010'A AKP'NİN EKONOMİ POLİTİKASINA KISA BİR BAKIŞ

Öncelikle ekonomist olmadığımı söyleyerek başlamamda fayda var. Yazı sadece, benim düşündüğüm ekonomik gelişim biçimiyle, AKP'nin uyguladığı, uyguladığını söylediği ve bunda da başarı sağladığını iddia ettiği ekonomik gelişim biçiminin çatıştığı noktaları gösterecek. Bunun için devletin sayısal istatistiklerine, bazı kurumların verilerine, somut örneklere başvurup, neden AKP'nin ekonomi politakalarına karşı olduğumu açıklamaya çalışacam. Naçizane bir üniversite öğrencisinin, naçizane düşünceleridir efendim. Abartmayınız.

Bu noktada kısaca AKP tarihçesine değinmekte fayda var. 14 Ağustos 2001 yılında Fazilet'ten kopanlar, Doğru Yol ve Anavatan çizgisindeki bazı isimlerle desteklenerek, AKP'yi kurdular. 2002, 2007 ve 2011 genel seçimlerini sırasıyla %34, %46 ve %49' la kazanan AKP, 2004 ve 2009 yerel seçimlerini de sırasıyla; %41 ve %38'le kazandı. Bu oy oranlarını vermemde ki temel nokta, halkın AKP'ye olan güvenini göstermek ve AKP'nin her türlü ekonomik atılımı yapmak için elinde bulundurduğu güce dikkat çekmek. Yani bu oy oranlarından sonra AKP'nin bana gereken ortam sağlanmadı, halk arkamda yeterince durmadı gibi söylemlerle kendisini kurtarmaya çalışmasının imkanı yok.

Peki gelişen bir ekonomiden bahsetmek için nelere dikkat etmek lazım? Dış ticaret açığı, iç ve dış borçlanma, tüketicinin geliri ve borçlanmasındaki artışlar, işsizlik oranı gibi rakamlara bakmakta fayda var.

İŞSİZLİK ORANLARI

2002 yılında %10,6 ve 2001 yılında %8,5 olan işsizlik oranları 2007'de %10,3, 2008'de %11, 2009'da %14 ve 2010'da %12 olarak açıklandı.Genç nüfusun işsizliği ise %25 seviyesine çıkmış durumda. AKP hükümetinin kriz döneminde bile %10,6 ya çıkmış işsizliğe 8 yılda her hangi bir çözüm üretemediği, işsizlik oranlarını küçültmeyi başaramadığı açıkça gözüküyor. Zaten kapitalizmin, liberal ekonominin işsizliği tamamen bitirmeyeceğini biliyoruz. Buna rağmen Türkiye'de var olan işsizlik oranı oldukça fazladır. OECD ülkelerinin işsizlik oranının %5,5 lar seviyesinde seyrettiğini düşünecek olursak, bunda yanılma payımın olmadığını göreceksiniz. 

DIŞ TİCARET AÇIĞI

Dış ticaret açığındaki temel nokta, ithilat ve ihracat arasındaki dengedir. Peki AKP hükümeti zamanında bu denge nasıl bir değişim geçirmiş. Kısaca göz gezdirmekte fayda var. 2002 yılında ihracatın ithalatı karşılama oranı, %69,9 iken, 2010 yılında %61,4'tü. 8 yıl içerisinde bu oran kimi zaman 2002 yılındaki durumdan birazcık daha iyi bir hale gelse de, genel olarak bir iyileşme kaydedilemedi. Bununla birlikte cari açık meselesine de herhangi bir çözüm bulunamadı. Cari açığın tek başına kapatılması da ekonominin gelişimi için yeterli bir durum değil tabi ki. Önemli olan ekonomik hacim küçülmeden, cari açığın kapatılabilmesi. Bu da bugüne kadar başarılabilmiş bir durum değil. 


GSYH-SGP-(SGP-KBMG) MEVZUSU

Öncelikle kısa bir biçimde bu kısaltmaları tanımlayalım. GSYH, gayri safi yurtiçi hasılanın kısaltmasıdır. Yani, bir ülkenin sınırları içerisinde üretilen tüm nihai mal ve hizmetlerin parasal olarak değerinin toplamıdır. Bunun yanında SGPnin açılımı; satınalma gücü paritesidir. Bu da bir coğrafyadaki 1 doların karşılığının ne olduğunu belirleyen sistemi tanımlar. SGP-KBMG ise satınalma gücü paritesine göre kişi başına düşen milli geliri ifade eder. Şimdi bu istatistiklere göz gezdirelim; 1998 yılında 70.203 milyon tl olan GSYH 2002 yılında 350.476 milyon tl'na, 2008 yılında ise 950.098 milyon tl'na çıkmış. Aynı dönemde SGP-KBMG 1998'de 8.573 dolarken, 2002'de 8.667 dolar, 2008'de ise 14.041 dolar olmuş. Bu yükselme AKP hükümeti ve destekçileri tarafından sürekli olarak halkın refah seviyesinin yükseltilmesi olarak gösteriliyor. Peki gerçekten böyle mi? Yoksulluk sınırında yaşayan insanların sayısına bakmakta fayda var. Madem SGP-KBMG 2002 yılında 8.667 dolarken, 2008'de 14.041 dolar çıkmış, o zaman yoksulluk sınırında yaşayan insan sayısında da gözle görülür bir azalma olmuş olması gerekir diye düşünebiliriz. Peki bu azalma yaşanmış mı? 2002 yılında krizin ardından en yüksek yoksulluk sayısına ulaşılmış. 18 milyon 441 bin kişi yoksulluk seviyesinin altında yaşıyormuş. Bu sayı 2006 yılında 12 milyon 900 bin seviyesine yani kriz öncesi var olan sayıya gerilemiş. Bir nevi geçici yoksulluk durumu. Bu yıldan sonra 2010 yılına kadar bu sayıda bir azalma görmüyoruz. Her yıl SGP-KBMG yükselmeye deam ediyor eğiliminde olsa da, yoksul sayısındaki azalmanın durmuş olması, gelirin yoksul tarafından değil, zaten parası olan tarafından sağlandığını ortaya çıkıyor. Yani zengin daha çok zenginleşirken, fakir fakir kalmaya devam ediyor. Tabi ki bu istatistiklerin, TÜİK tarafından verildiğini unutmamak lazım. Sendikaların oluşturduğu kriterlerle göre yapılan değerlendirmelerde durum çok daha vahim.

DIŞ-İÇ BORÇLANMA VE VATANDAŞIN BORCU
 
Her ne kadar Türkiye'nin IMF'ye olan borcu 25 milyar dolar seviyesinden 5 milyar dolar seviyesine inmiş olsa da, toplam dış borcu; 120 milyar dolar seviyesinden 300 milyar dolara çıkmış durumda. İç borçlanma da iki buçuk kat artmış durumda. Yine de ülke borç stoğunun GSYH'ye oranı 2002 yılına göre %69'dan %43'e inmiş durumda. Bunun yanı sıra son yedi yılda hanehalkının toplam varlığı iki katına çıkarken, borcu 22 kat arttı. Şu an halkın borcunun toplam varlığına oranı %35 seviyesine çıkmış durumda. 2003 yılında bu oran sadece %5'ti. Dış ve iç borçların GSYH oranına göre düşmesi bir başarı olarak gözükse de, özelleştirmelerin bundaki etkisini de görmek lazım.  AKP Hükümeti, 8 yılda 57 kuruluşta bulunan kamu hisseleri ve 51 işletmede hisse/varlık satış/devir yoluyla özelleştirme gerçekleştirdi. Özelleştirme uygulamaları kapsamında toplam 31 milyar 603 milyon 630 bin 785 ABD Doları tahsil edildi. Özelleştirilen yerlerin şu an ki değerlerini hesaplamaya kalksak 31 milyar dolarlık bu meblanın ne kadar komik bir rakamı ifade edeceğini görebiliriz. En basitinden TÜPRAŞ önce 1,3 milyar dolara satılmış, PETROL-İŞ sendikasının itirazıyla satış iptal edilmiş, sadece bir yıl sonrasında yapılan ikinci ihalede satış 4,14 milyar dolara gerçekleştirilmiştir. PETROL-İŞ sendikasının çabalarıyla ülkeye en azından 3 milyar dolarlık bir katkı sağlanmıştır. TÜPRAŞ bu satıştan sonra yıllık 740 milyon net kar sağlayan bir şirket haline gelmiştir. Ülkenin kaybettiği bir değer daha. 


Ekonomide iyi gelişmeler de var tabi ki, enflasyonun azalmış olması, eğitime ayrılan payın %6'dan %9'a yükseltilmesi. sağlığa ayrılan payın %4'ten %5,5 seviyelerine çıkması gibi. Ancak genel olarak bir ekonomik iyileşmeden söz edilemez. Türkiye'de milyoner sayısının arttığı doğrudur, sermaya sahiplerinin zenginleştiği de doğrudur. Ekonomide görülen iyileşme de bunun iyileşmesinden ibarettir. Mazlum halkımın, ezilen halkımın hayatında değişen hiç bir şey yoktur. Memurun, işçinin, öğrencinin, çiftçinin hayatında gelişen, değişen bir şey yoktur.