12 Kasım 2012 Pazartesi

Kemalistlere Her Gün Bayram


23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim, 10 Kasım…

Resmi ideoloji kendi devamlılığına katkı sağlayacağını düşündüğü  her “önemli” anı devlet kurumları eliyle resmi “bayramlara” dönüştürüp, günün anlam ve önemini bireylere hatırlattığı gibi, bir yandan da, cumhuriyet rejimine geçişi kimlerin sağladığını, bu ülkeyi kimlerin “kurtardığını”, dolayısıyla da kimlere şükran duymamız gerektiğini bireylere öğretir. 23 Nisan’da meclisin açılışını, 19 Mayıs’da kurtuluşa giden yolu, 29 Ekim’de cumhuriyeti kutlatıp, 10 Kasım’da da yüce kurtarıcıyı, Ata’yı andırır. Bu günleri kutlayarak ya da duruma göre anarak geçirmeyenleri lanetler, fişler ve çoğu zaman da gerici-yobaz olarak kodlar(dı).

Resmi ideolojinin “önemli” kabul ettiği kavram ve olayların sembolik olarak bir güne tekabül ettirilerek önümüze çıkartılmasının ne gibi zararları olduğunu şimdilik bir kenara bırakalım. “Elit” bireylerin gerici olarak kodladığı Ak Parti iktidarına karşı agresif bir reaksiyonla sokaklara dökülerek malum günler de “cumhuriyet bekçiliği” yapmalarını da göz ardı edelim. Kendimize neyi kutladığımızı sorup, cevaplarını arayalım.

23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ismiyle 1980’den beri kutlanıyor. Daha önceleri 1927’de kutlanmaya başlanan 23 Nisan Çocuk Bayramı, 1933’te saltanatın kaldırılmasıyla kutlanmaya başlanan 1 Kasım Hakimiyet-i Milliye bayramıyla birleştiriliyor. Yani 23 Nisan’da seksen yıldır neyi kutluyoruz? Hem milli egemenliği hem de çocukluğumuzu, çocuklarımızı, geleceğimizi. Öncelikle milli egemenlik kısmına bakmakta fayda var. Ülkemizde gerçekten de milli egemenlik sağlanmış mıdır? Meclisin varlığı tabi ki anlamlıdır, temsili demokrasinin de krallık rejiminden daha ilerici olduğu hemen hemen aşikardır. Ancak temsili demokrasinin en önemli ayaklarından biri de, temsil edenin temsil edilen tarafından denetlenebilmesi, hesap sorulabilmesidir. Memleketi yanlış yollara sokanları ya da halkın isteğinin dışında yönetenleri, halk bir daha ki seçimde cezalandırır demek olsa olsa politik kurnazlıktır. Önemli olan bir daha ki seçimlerde yanlış yaptığını düşündüklerimizi meclisin dışında bırakmak değil, yaptıkları yanlışların hesabını sorabilmektir. Bugüne kadar hangi siyasetçi halk tarafından sorgulanabilmiş, halk tarafından cezalandırılabilmiştir? Cumhuriyetin ilk yıllarında “Tek Adam” Mustafa Kemal’in kişisel infazları ile sonraki dönemlerde periyodik olarak yapılagelmiş darbelerle ordunun keyfi infazları vardır. Ancak halkın hesap sorduğu bir siyasetçi, ceza alan bir siyasetçi yoktur. Bu da yetmezmiş gibi cumhuriyetimizin tarihi, resmi ideolojinin dışında kalan, dışında hareket eden ve bu ideolojiye başkaldıran sosyalistlerin, sosyal demokratların, İslamcıların, ayrılıkçıların zindanlara atılmasıyla, katledilmesiyle yazılmıştır. Böyle bir ortamda milli egemenliğin var olduğunu zannetmek saflıktır.

23 Nisan’ın diğer ucunu da Çocuk Bayramı oluşturur. Ülkemizin bireylerinin çocuk gelinlerin olduğu, açlıktan bebeklerin öldüğü, sokak çocuklarının cirit attığı bir zamanda, hiç utanmadan, hiç düşünmeden neyi kutluyor olduklarına anlam veremiyorum. Gelecekleri pamuk ipliğine bağlanmış, insanlık onurunu kaybetmeden yaşayabilmek için diğer çocukların omuzlarına basarak yükselmek zorunda bırakılmış, ezberci eğitimin içerisinde öğütülmüş, kafaları, ruhları, vicdanları sakat bırakılmış, farklı olmaları yadırganmış, mekanikleştirilmiş yarış atlarının yaratıldığı düzende neyi kutluyoruz, neyi kutlatıyoruz? Anlayabilen beri gelsin.

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı da 1980’de bu ismi alıyor. Daha önceleri 1938’de Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanmaya başlanıyor. Mustafa Kemal’i anma kısmına 10 Kasım’da geliriz. Şimdilik gençlik ve spor kısmından bahsedelim. Genç nüfusunun fazlalığından bir övünç kaynağı yaratmayı başaran güzide ülkemiz, aynı gençlerin %25’inin işsiz kalmasını ise engelleyememiş durumda. İşsiz genç nüfusu azaltmanın yeni yolu, üniversite olmayan şehre üniversite, halihazırda üniversite olan şehirlere de ikinci, üçüncü üniversiteleri açmak olsa gerek.İş güvensizliği ile bunalıma itilen gençler, mecburi askerlik, mecburi evlilik gibi toplumsal, ailevi görevlerle iyiden iyiye kendine yabancılaştırılıyor, bireyin kişilik kaybına, karakter kaybına yol açıyor. Tüm bunların yanı sıra gençler, yönetim mercilerinden uzaklaştırılıyor, genç nüfusun fazla olmasıyla övünenler, gençleri yetersiz görüyor, ülke yönetimine katılmalarını engelliyor. Egemenler tarafından çocuk yaşlarında torna tezgahından geçirilen çocuklar, gençlik yaşlarında yetersiz olarak adlandırılıyor, küçümseniyor, birikimsiz-kültürsüz, apolitik oldukları gerekçesiyle, karar alma mercilerinin dışında tutuluyor. E demezler mi, önce öküz bireyler var etmek için uğraşıyorsun, sonra da gençler öküz olmuş ya hû diyip yönetim kadrolarının dışında tutuyorsun, bu ne perhiz bu ne turşu. Üstüne bir de bayram edip, kutlatacaksın. Hadi sen kutlattın, bu akılsızlar niye kutluyor, anlaması güç de değil.

Günden çalmak için olsa gerek, bugün aynı zamanda Spor Bayramı olarak da kutlanıyor. Sporda başarı elde ettiğimiz birkaç devşirme atletimiz varken, Avrupa’da şubatı göremiyorken, dopingsiz sporcumuz kalmamışken, köylerde hatta kasabalarda spor tesisinden eser yokken, genç nüfusun kalabalıklığı ile övünüp lisanslı sporcu oranı Avrupa’ya kıyasla yokları oynarken, hangi Spor Bayramı’nı kutluyoruz, neyin Spor Bayramı’nı kutluyoruz? Toplumsal şizofreni böyle bir şey olsa gerek.

Gelelim 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na. Malum, “cumhuriyet bekçileri”nin en sevdiği bayramların başında gelir Cumhuriyet Bayramı. Gerçekten cumhuriyetin kurulduğuna, var olduğuna, yaşandığına inananların, cumhuriyetten başka rejimin var olabileceğini düşünemeyenlerin, kutsallaştırdıkları, aşk ve şevk ile kutladıkları bayramdır Cumhuriyet Bayramı. Lakin Türkiye’de cumhuriyet rejimi toplumsal bir değişiklik yaratmadığı gibi, Türkiye’ye pek uğradığı da söylenemez. Cumhuriyeti kabaca ülkenin bir kişi ya da bir grup tarafından değil de, herkesin katkısıyla yönetildiği rejim olarak tanımlayabiliriz. Halk devlet başkanını seçer, devlet başkanı mevcut hukuka, yasalara göre devletin idaresinde sembolik bir rol üstlenir. Ancak adına cumhuriyet dediğimiz rejimimizin ilk on beş yılı “Tek Adam” monarşisi, sonraki on iki yılı da “tek parti” oligarşisi ile geçildi. Çok partili hayata geçişle birlikte de maalesef cumhuriyet rejiminin yaşanması mümkün olmadı. Ülke yönetimi, iş adamlarının, sermaye sahiplerinin, sözde aydınların, akademiklerin ve hatta zamanla de facto olarak Sünni, Hanefi, Türk üçlemesinin sınırlarını çizdiği topluluğun gasp ettiği bir alana dönüştü. Türk’ün lidere sınırsız saygısından mı yoksa İslam’ın sözde otoriteye baş kaldırmama düsturundan dolayı mı veya da her ikisinin ortak bir ürünü olarak mı ortaya çıktığını bilmediğim tavırdan dolayı, cumhuriyet rejimi, tüm partilerin sadece liderlerinin diledikleri gibi at koşturdukları bir ortamda yaşanmaya devam etmektedir. Parti lideri ister, partinin diğer üyeleri onaylar. Birkaç kişi, birkaç dönemde itiraz edecek olursa, ya partiden uzaklaştırılır, ya parti yönetiminden el çektirilir, ya da parti içinde yalnızlaştırılır. Tekrar ülke yönetimine dönecek olursak, cumhuriyet rejiminden ne kadar uzak olduğumuzu gösterecek yepyeni iki örneğe bakmamız yeterli olacaktır. Recep Tayyip’in “tek adam”lığa özendiğini ve hatta alıştığını görmemiz için bu örnekler yeterli olacaktır. Bunlardan birincisi; başbakanın keyfince yasaklatıp sonra da keyfince barikatları kaldırttığı 29 Ekim kutlamalarıdır. Bir diğeri de keyfince ortaya attığı, Apo avukatıyla filan görüşemez  söylemidir. Cumhuriyetin ayaklarından bir tanesi hukuktur. Cumhuriyet rejimi aynı zamanda hukukun üstünlüğü rejimidir. Bir başbakan hukuku, yasaları hiçe sayıp, kendi keyfine, ideolojisine, iktidarına göre davranabiliyorsa, cumhuriyetten söz etmek mümkün değildir. Bugün mecliste, Recep Tayyip kırmızı pantolon giymeyi yasaklayalım dese, kırmızı pantolonun yasaklanacağı aşikardır. Monarşiye yakın bir oligarşiyle yönetildiğimizin farkına varmamız gerekir. Hiçbir zaman cumhuriyet rejimi gelmedi, gelmesi de mevcut dünya düzeninde mümkün değil. Bu yüzden cumhuriyet elden gidecek diye sızlanmanın manası yoktur, cumhuriyet zaten bu topraklara uğramamıştır.

Bunları söylediğim zaman Ak Parti’ye salladığımı zannederek, ama daha önceleri böyle değildi yiee diyen 20 yaşında insanlar peyda oluyor. Bu ülkenin tarihi, katliamların, işkencelerin, zindanların, fukaralığın tarihidir. Periyodik olarak askeri darbenin yaşandığı, insanların sadece fikirlerinden dolayı işkenceden geçirildiği, öldürüldüğü, sürgün edildiği, basın özgürlüğünün hiçe sayıldığı, kitapların toplatıldığı, yakıldığı bir ülkeye bir ara cumhuriyetin geldiğini zannetmek saflıktır. Padişah dilediği zaman kelle alırdı, şimdi de başbakanlar dilediği zaman dilediği kişiyi zindana atıyorlar. Bir hücrede yavaş yavaş ölmektense, kellemin alınmasını tercih edebilirim.  Vakti zamanında padişah keyfince vezir atardı, şimdi de parti liderleri keyfince milletvekili seçiyor, keyfince bakan seçiyor. Hakimlerin “bakanlık eşeği aday gösterse eşeğe oy veririm” dediği bir ülkede cumhuriyetin varlığından kim, hangi şekilde söz edebilir? Anadolu monarşi ile yönetilirken çok cahil bırakılmıştı da, şimdi aydınlığa mı kavuştu? Pazarcı Mehmet Dayı, temizlikçi Fatma Abla cumhuriyetin ne faydasını gördün? Daha fazla bürokrasiden başka ne verdi cumhuriyet bu halka? Hangi cumhuriyet, hangi bayram, hangi ilericilik?

Tüm bunların yanı sıra cumhuriyetin kutsanması da bir başka akıl-fikir fukaralığıdır. Cumhuriyet konjonktür cumhuriyeti gerektiriyorsa cumhuriyet, başka bir rejimi gerektiriyorsa başka bir rejim uygulanır. Cumhuriyet ezeli olmadığı gibi ebedi de olmayacaktır. Dönem için daha iyi olanı ortaya çıkarıldığında, cumhuriyet ile yer değiştirmesi, ilerici bir tavır olacaktır.Cumhuriyet de insanın elinden çıkmış, dokunulabilir, üzerinde tartışılabilir, döneme göre ilerici rejimden ibarettir. Değişmemesi, değiştirilmemesi gereken bir şeymişçesine var olan haline sarılmak, olsa olsa yobazlıkla açıklanabilir. Cumhuriyet insana, topluma bir şey vermez. Ancak ve ancak bireyler bir araya gelerek cumhuriyete bir anlam katabilir. Bu durumda da şükran duyulması gereken rejim değil, toplumun kendisidir.

Azıcık ilerleyip, birazcık beri gelip 10 Kasım’dan bahsedelim. İnsanların ölmüş olanları öldükleri günde yad etmelerini doğru bulan birisi değilim. Bir insanı seviyorsan, gittiği yolu benimsemişsen zaten onu gün aşırı yad ediyorsun demektir. Belli bir günde toplu bir şekilde bir insanı anma girişimi, ya toplumsal bir tehlike anında insanları birleştirmeye yönelik davranış biçimi aynı zamanda da tehlike yarattığı düşünülen odaklara karşı da gövde gösterisi olarak düşünülebilir, ya da devletin resmi ideolojisinin sürekliliğini sağlamak adına bir hatırlatma, sistemleştirerek mekanikleştirme politikası olarak uygulanagelebilir. İkisi de sağlıksız bir tutumdur. Birincisi, hala toplumu birleştiremediğimizin, yani bir toplumdan değil de, topluluklar yığınından bahsedebileceğimizin göstergesi olduğu gibi, bir yandan da ölümünün üzerinden onlarca yıl geçmiş bir insandan sonra, etrafında birleşilebilecek bir insan çıkartamadığımızın acı bir hatırlatıcısı olarak ortaya çıkar. İkincisi ise daha vahimdir; devletin bireyleri resmi ideoloji içerisinde eritme isteğinin, yani tek tipleştirerek, muhalifliğini engelleyerek, farklılıklarını törpüleyerek ilerlemesini, gelişmesini engelleme yöntemi olarak zuhur eder. Devletin eğitim-öğretim hayatında bireyin aklını nasıl sakat bıraktığını, kendi ideolojisini nasıl yavaş yavaş bireyin aklına zerk ettiğini hemen hemen hepimiz okul sıralarından geçerken öğrendik, biliyoruz. Dolayısıyla devlet eliyle yapılacak anmalara, kutlamalara karşı olmam bir mecburiyet halini alıyor. Toplumun birlik içerisinde anma hareketini de söylediğim sebeplerden dolayı doğru bulmamakla birlikte, yine de daha kabul edilebilir buluyorum. Genç cumhuriyetin(!) hala bir toplum yaratamamış olmasını anlayabiliyor, Kemalistlerin günümüzde kendilerini tehlikede hissetmelerini de mantıklı buluyorum. Ancak bu noktadan sonra da devreye bireyin bunu değiştirmek için ne yaptığı sorusu akla geliyor. Kemalist bireyler, devletle, resmi ideolojiyle o kadar uzun süre kucak kucağa yaşamışlar ki, devlet egemenlerine karşı eyleme geçme pratiğini bir kenara bırakalım, böyle bir ihtimali bile akıllarına getirememektedirler. Depolitize olmuş Kemalist bireyler, savundukları ideolojileri, Tayyip’e söverek, yılda 4-5 defa Mustafa Kemal fotoğraflarını farklı sosyal ağlarda profil fotoğrafı yaparak, senede bir defa Anıtkabir, bir defa Dolmabahçe’ye giderek yaşadıklarını zannetmektedirler. Bir kez olsun polis barikatıyla karşılaşmamış, bir kez olsun elini taşın altına koymamış Kemalist bireyler ülke elden gidiyor yaygarasını koparmakta ise hiçbir beis görmemektedirler. Mustafa Kemal’i 10 Kasım’da anmak isteyenler tabi ki ansınlar, Anıtkabir’e gitmek isteyenler yine kalkıp gitsinler. Ancak bunu yaptıktan sonra vicdanları rahatlamış, görevleri yapmış insan sürüleri olarak dönmesinler evlerine. Madem Mustafa Kemal’in bir yol açtığına dair inanç var ortada, madem bu yol bugün kapatılma riskiyle karşı karşıya, o halde elini taşın altına koyacaksın, o halde mücadele edeceksin, o halde sokağa çıkacaksın, politize olacaksın. Hayatının bir gününde Mustafa Kemal’i anmaya ilericilik dersen, Mustafa Kemal’i anmayana da yobaz-gerici dersen, bunların üzerine bir de gidip evinde rahat rahat uyuyorsan, kusura bakma arkadaşım, yobaz da sensin, gerici de sen. Gericiliğe karşı hiçbir şey yapmayıp, çok şey yaptığını zannetmenin, gericilikten çok bir farkı yoktur.

Deliye her gün bayram derler ya hani, Türkiyeliye de her gün bayram. Hani cumhuriyet olmuş, demokrasi olmuş, meclis olmuş, spor olmuş, çocuk olmuş, genç olmuş, yerli malı olmuş, öğretmeni olmuş, annesi olmuş, babası olmuş da, hepsini kutluyoruz. Her şeyi tastamam yapmışız ya hani, ilerlemenin, gelişmenin son noktasına ulaşmışız ya, kutluyoruz da kutluyoruz. 29 Ekim diyor, cumhuriyet var zannediyoruz, 19 Mayıs diyor, sporun çok iyi olduğunu, sporda çok iyi olduğumuzu zannediyoruz, hele o gençlik yok mu o gençlik, alnından öperiz biz bu gençliği diyoruz, Atatürk’ü sadece 10 Kasım’da anmak yetmez bir de 19 Mayıs’ta analım yüzü suyu hürmetine diyoruz. 23 Nisan diyor, ulusal egemenlik var zannediyoruz, çocuklarımızın geleceğinin bok içinde olmadığına inanmış gibi yapıyoruz. Tüm bu bayramları kutlamak, ahmaklığımızı gösteriyor bize, hem derme çatma bir kulübe yapıyoruz, hem de ona bir sanat eseriymişçesine hayranlık duyuyor, çok sağlam temelleri olan bir yapıymışçasına kutluyoruz. Sonra da ilk fırtınada, ilk depremde, ilk selde yıkılıp gitmesine şaşırıyoruz. Bu günleri kutlayarak vicdanımızı rahatlatıyor, görevimizi yaptığımızı farzediyor, öfkemizi bu günlerde coşkuya kanalize ederek gerçekten bir şeyler yapmaktan vazgeçiyoruz. Bayramlar masum değildir, farketmiyoruz. 

Daha fazla uzatmadan güzel dostum, bu günlerin hepsini kutluyorsun kutlamasına da, hani anıyorsun da Mustafa Kemal’i, peki gerçekten neyi kutluyorsun be dostum ve gerçekten de “sen” ne yapıyorsun be dostum? 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder