23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim, 10 Kasım…
Resmi ideoloji kendi devamlılığına katkı sağlayacağını
düşündüğü her “önemli” anı devlet
kurumları eliyle resmi “bayramlara” dönüştürüp, günün anlam ve önemini
bireylere hatırlattığı gibi, bir yandan da, cumhuriyet rejimine geçişi kimlerin
sağladığını, bu ülkeyi kimlerin “kurtardığını”, dolayısıyla da kimlere şükran
duymamız gerektiğini bireylere öğretir. 23 Nisan’da meclisin açılışını, 19
Mayıs’da kurtuluşa giden yolu, 29 Ekim’de cumhuriyeti kutlatıp, 10 Kasım’da da
yüce kurtarıcıyı, Ata’yı andırır. Bu günleri kutlayarak ya da duruma göre
anarak geçirmeyenleri lanetler, fişler ve çoğu zaman da gerici-yobaz olarak
kodlar(dı).
Resmi ideolojinin “önemli” kabul ettiği kavram ve olayların
sembolik olarak bir güne tekabül ettirilerek önümüze çıkartılmasının ne gibi
zararları olduğunu şimdilik bir kenara bırakalım. “Elit” bireylerin gerici
olarak kodladığı Ak Parti iktidarına karşı agresif bir reaksiyonla sokaklara
dökülerek malum günler de “cumhuriyet bekçiliği” yapmalarını da göz ardı
edelim. Kendimize neyi kutladığımızı sorup, cevaplarını arayalım.
23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ismiyle 1980’den
beri kutlanıyor. Daha önceleri 1927’de kutlanmaya başlanan 23 Nisan Çocuk
Bayramı, 1933’te saltanatın kaldırılmasıyla kutlanmaya başlanan 1 Kasım
Hakimiyet-i Milliye bayramıyla birleştiriliyor. Yani 23 Nisan’da seksen yıldır
neyi kutluyoruz? Hem milli egemenliği hem de çocukluğumuzu, çocuklarımızı,
geleceğimizi. Öncelikle milli egemenlik kısmına bakmakta fayda var. Ülkemizde
gerçekten de milli egemenlik sağlanmış mıdır? Meclisin varlığı tabi ki
anlamlıdır, temsili demokrasinin de krallık rejiminden daha ilerici olduğu
hemen hemen aşikardır. Ancak temsili demokrasinin en önemli ayaklarından biri
de, temsil edenin temsil edilen tarafından denetlenebilmesi, hesap
sorulabilmesidir. Memleketi yanlış yollara sokanları ya da halkın isteğinin
dışında yönetenleri, halk bir daha ki seçimde cezalandırır demek olsa olsa
politik kurnazlıktır. Önemli olan bir daha ki seçimlerde yanlış yaptığını
düşündüklerimizi meclisin dışında bırakmak değil, yaptıkları yanlışların
hesabını sorabilmektir. Bugüne kadar hangi siyasetçi halk tarafından
sorgulanabilmiş, halk tarafından cezalandırılabilmiştir? Cumhuriyetin ilk
yıllarında “Tek Adam” Mustafa Kemal’in kişisel infazları ile sonraki dönemlerde
periyodik olarak yapılagelmiş darbelerle ordunun keyfi infazları vardır. Ancak
halkın hesap sorduğu bir siyasetçi, ceza alan bir siyasetçi yoktur. Bu da
yetmezmiş gibi cumhuriyetimizin tarihi, resmi ideolojinin dışında kalan,
dışında hareket eden ve bu ideolojiye başkaldıran sosyalistlerin, sosyal
demokratların, İslamcıların, ayrılıkçıların zindanlara atılmasıyla,
katledilmesiyle yazılmıştır. Böyle bir ortamda milli egemenliğin var olduğunu
zannetmek saflıktır.
23 Nisan’ın diğer ucunu da Çocuk Bayramı oluşturur.
Ülkemizin bireylerinin çocuk gelinlerin olduğu, açlıktan bebeklerin öldüğü,
sokak çocuklarının cirit attığı bir zamanda, hiç utanmadan, hiç düşünmeden neyi
kutluyor olduklarına anlam veremiyorum. Gelecekleri pamuk ipliğine bağlanmış,
insanlık onurunu kaybetmeden yaşayabilmek için diğer çocukların omuzlarına
basarak yükselmek zorunda bırakılmış, ezberci eğitimin içerisinde öğütülmüş,
kafaları, ruhları, vicdanları sakat bırakılmış, farklı olmaları yadırganmış,
mekanikleştirilmiş yarış atlarının yaratıldığı düzende neyi kutluyoruz, neyi
kutlatıyoruz? Anlayabilen beri gelsin.
19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı da 1980’de
bu ismi alıyor. Daha önceleri 1938’de Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanmaya
başlanıyor. Mustafa Kemal’i anma kısmına 10 Kasım’da geliriz. Şimdilik gençlik
ve spor kısmından bahsedelim. Genç nüfusunun fazlalığından bir övünç kaynağı
yaratmayı başaran güzide ülkemiz, aynı gençlerin %25’inin işsiz kalmasını ise
engelleyememiş durumda. İşsiz genç nüfusu azaltmanın yeni yolu, üniversite
olmayan şehre üniversite, halihazırda üniversite olan şehirlere de ikinci,
üçüncü üniversiteleri açmak olsa gerek.İş güvensizliği ile bunalıma itilen
gençler, mecburi askerlik, mecburi evlilik gibi toplumsal, ailevi görevlerle
iyiden iyiye kendine yabancılaştırılıyor, bireyin kişilik kaybına, karakter
kaybına yol açıyor. Tüm bunların yanı sıra gençler, yönetim mercilerinden
uzaklaştırılıyor, genç nüfusun fazla olmasıyla övünenler, gençleri yetersiz
görüyor, ülke yönetimine katılmalarını engelliyor. Egemenler tarafından çocuk
yaşlarında torna tezgahından geçirilen çocuklar, gençlik yaşlarında yetersiz
olarak adlandırılıyor, küçümseniyor, birikimsiz-kültürsüz, apolitik oldukları
gerekçesiyle, karar alma mercilerinin dışında tutuluyor. E demezler mi, önce
öküz bireyler var etmek için uğraşıyorsun, sonra da gençler öküz olmuş ya hû
diyip yönetim kadrolarının dışında tutuyorsun, bu ne perhiz bu ne turşu. Üstüne
bir de bayram edip, kutlatacaksın. Hadi sen kutlattın, bu akılsızlar niye
kutluyor, anlaması güç de değil.
Günden çalmak için olsa gerek, bugün aynı zamanda Spor
Bayramı olarak da kutlanıyor. Sporda başarı elde ettiğimiz birkaç devşirme
atletimiz varken, Avrupa’da şubatı göremiyorken, dopingsiz sporcumuz
kalmamışken, köylerde hatta kasabalarda spor tesisinden eser yokken, genç
nüfusun kalabalıklığı ile övünüp lisanslı sporcu oranı Avrupa’ya kıyasla
yokları oynarken, hangi Spor Bayramı’nı kutluyoruz, neyin Spor Bayramı’nı
kutluyoruz? Toplumsal şizofreni böyle bir şey olsa gerek.
Gelelim 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na. Malum, “cumhuriyet
bekçileri”nin en sevdiği bayramların başında gelir Cumhuriyet Bayramı.
Gerçekten cumhuriyetin kurulduğuna, var olduğuna, yaşandığına inananların,
cumhuriyetten başka rejimin var olabileceğini düşünemeyenlerin,
kutsallaştırdıkları, aşk ve şevk ile kutladıkları bayramdır Cumhuriyet Bayramı.
Lakin Türkiye’de cumhuriyet rejimi toplumsal bir değişiklik yaratmadığı gibi,
Türkiye’ye pek uğradığı da söylenemez. Cumhuriyeti kabaca ülkenin bir kişi ya
da bir grup tarafından değil de, herkesin katkısıyla yönetildiği rejim olarak
tanımlayabiliriz. Halk devlet başkanını seçer, devlet başkanı mevcut hukuka,
yasalara göre devletin idaresinde sembolik bir rol üstlenir. Ancak adına
cumhuriyet dediğimiz rejimimizin ilk on beş yılı “Tek Adam” monarşisi, sonraki
on iki yılı da “tek parti” oligarşisi ile geçildi. Çok partili hayata geçişle
birlikte de maalesef cumhuriyet rejiminin yaşanması mümkün olmadı. Ülke
yönetimi, iş adamlarının, sermaye sahiplerinin, sözde aydınların, akademiklerin
ve hatta zamanla de facto olarak Sünni, Hanefi, Türk üçlemesinin sınırlarını
çizdiği topluluğun gasp ettiği bir alana dönüştü. Türk’ün lidere sınırsız
saygısından mı yoksa İslam’ın sözde otoriteye baş kaldırmama düsturundan dolayı
mı veya da her ikisinin ortak bir ürünü olarak mı ortaya çıktığını bilmediğim
tavırdan dolayı, cumhuriyet rejimi, tüm partilerin sadece liderlerinin
diledikleri gibi at koşturdukları bir ortamda yaşanmaya devam etmektedir. Parti
lideri ister, partinin diğer üyeleri onaylar. Birkaç kişi, birkaç dönemde
itiraz edecek olursa, ya partiden uzaklaştırılır, ya parti yönetiminden el
çektirilir, ya da parti içinde yalnızlaştırılır. Tekrar ülke yönetimine dönecek
olursak, cumhuriyet rejiminden ne kadar uzak olduğumuzu gösterecek yepyeni iki
örneğe bakmamız yeterli olacaktır. Recep Tayyip’in “tek adam”lığa özendiğini ve
hatta alıştığını görmemiz için bu örnekler yeterli olacaktır. Bunlardan
birincisi; başbakanın keyfince yasaklatıp sonra da keyfince barikatları
kaldırttığı 29 Ekim kutlamalarıdır. Bir diğeri de keyfince ortaya attığı, Apo
avukatıyla filan görüşemez söylemidir.
Cumhuriyetin ayaklarından bir tanesi hukuktur. Cumhuriyet rejimi aynı zamanda
hukukun üstünlüğü rejimidir. Bir başbakan hukuku, yasaları hiçe sayıp, kendi
keyfine, ideolojisine, iktidarına göre davranabiliyorsa, cumhuriyetten söz
etmek mümkün değildir. Bugün mecliste, Recep Tayyip kırmızı pantolon giymeyi
yasaklayalım dese, kırmızı pantolonun yasaklanacağı aşikardır. Monarşiye yakın
bir oligarşiyle yönetildiğimizin farkına varmamız gerekir. Hiçbir zaman
cumhuriyet rejimi gelmedi, gelmesi de mevcut dünya düzeninde mümkün değil. Bu
yüzden cumhuriyet elden gidecek diye sızlanmanın manası yoktur, cumhuriyet
zaten bu topraklara uğramamıştır.
Bunları söylediğim zaman Ak Parti’ye salladığımı zannederek,
ama daha önceleri böyle değildi yiee diyen 20 yaşında insanlar peyda oluyor. Bu
ülkenin tarihi, katliamların, işkencelerin, zindanların, fukaralığın tarihidir.
Periyodik olarak askeri darbenin yaşandığı, insanların sadece fikirlerinden
dolayı işkenceden geçirildiği, öldürüldüğü, sürgün edildiği, basın özgürlüğünün
hiçe sayıldığı, kitapların toplatıldığı, yakıldığı bir ülkeye bir ara
cumhuriyetin geldiğini zannetmek saflıktır. Padişah dilediği zaman kelle
alırdı, şimdi de başbakanlar dilediği zaman dilediği kişiyi zindana atıyorlar.
Bir hücrede yavaş yavaş ölmektense, kellemin alınmasını tercih edebilirim. Vakti zamanında padişah keyfince vezir atardı,
şimdi de parti liderleri keyfince milletvekili seçiyor, keyfince bakan seçiyor.
Hakimlerin “bakanlık eşeği aday gösterse eşeğe oy veririm” dediği bir ülkede
cumhuriyetin varlığından kim, hangi şekilde söz edebilir? Anadolu monarşi ile
yönetilirken çok cahil bırakılmıştı da, şimdi aydınlığa mı kavuştu? Pazarcı
Mehmet Dayı, temizlikçi Fatma Abla cumhuriyetin ne faydasını gördün? Daha fazla
bürokrasiden başka ne verdi cumhuriyet bu halka? Hangi cumhuriyet, hangi
bayram, hangi ilericilik?
Tüm bunların yanı sıra cumhuriyetin kutsanması da bir başka
akıl-fikir fukaralığıdır. Cumhuriyet konjonktür cumhuriyeti gerektiriyorsa
cumhuriyet, başka bir rejimi gerektiriyorsa başka bir rejim uygulanır.
Cumhuriyet ezeli olmadığı gibi ebedi de olmayacaktır. Dönem için daha iyi olanı
ortaya çıkarıldığında, cumhuriyet ile yer değiştirmesi, ilerici bir tavır
olacaktır.Cumhuriyet de insanın elinden çıkmış, dokunulabilir, üzerinde
tartışılabilir, döneme göre ilerici rejimden ibarettir. Değişmemesi, değiştirilmemesi
gereken bir şeymişçesine var olan haline sarılmak, olsa olsa yobazlıkla
açıklanabilir. Cumhuriyet insana, topluma bir şey vermez. Ancak ve ancak
bireyler bir araya gelerek cumhuriyete bir anlam katabilir. Bu durumda da
şükran duyulması gereken rejim değil, toplumun kendisidir.
Azıcık ilerleyip, birazcık beri gelip 10 Kasım’dan
bahsedelim. İnsanların ölmüş olanları öldükleri günde yad etmelerini doğru
bulan birisi değilim. Bir insanı seviyorsan, gittiği yolu benimsemişsen zaten
onu gün aşırı yad ediyorsun demektir. Belli bir günde toplu bir şekilde bir
insanı anma girişimi, ya toplumsal bir tehlike anında insanları birleştirmeye
yönelik davranış biçimi aynı zamanda da tehlike yarattığı düşünülen odaklara
karşı da gövde gösterisi olarak düşünülebilir, ya da devletin resmi
ideolojisinin sürekliliğini sağlamak adına bir hatırlatma, sistemleştirerek
mekanikleştirme politikası olarak uygulanagelebilir. İkisi de sağlıksız bir
tutumdur. Birincisi, hala toplumu birleştiremediğimizin, yani bir toplumdan
değil de, topluluklar yığınından bahsedebileceğimizin göstergesi olduğu gibi,
bir yandan da ölümünün üzerinden onlarca yıl geçmiş bir insandan sonra, etrafında
birleşilebilecek bir insan çıkartamadığımızın acı bir hatırlatıcısı olarak
ortaya çıkar. İkincisi ise daha vahimdir; devletin bireyleri resmi ideoloji
içerisinde eritme isteğinin, yani tek tipleştirerek, muhalifliğini
engelleyerek, farklılıklarını törpüleyerek ilerlemesini, gelişmesini engelleme
yöntemi olarak zuhur eder. Devletin eğitim-öğretim hayatında bireyin aklını
nasıl sakat bıraktığını, kendi ideolojisini nasıl yavaş yavaş bireyin aklına
zerk ettiğini hemen hemen hepimiz okul sıralarından geçerken öğrendik,
biliyoruz. Dolayısıyla devlet eliyle yapılacak anmalara, kutlamalara karşı
olmam bir mecburiyet halini alıyor. Toplumun birlik içerisinde anma hareketini
de söylediğim sebeplerden dolayı doğru bulmamakla birlikte, yine de daha kabul
edilebilir buluyorum. Genç cumhuriyetin(!) hala bir toplum yaratamamış olmasını
anlayabiliyor, Kemalistlerin günümüzde kendilerini tehlikede hissetmelerini de
mantıklı buluyorum. Ancak bu noktadan sonra da devreye bireyin bunu değiştirmek
için ne yaptığı sorusu akla geliyor. Kemalist bireyler, devletle, resmi
ideolojiyle o kadar uzun süre kucak kucağa yaşamışlar ki, devlet egemenlerine
karşı eyleme geçme pratiğini bir kenara bırakalım, böyle bir ihtimali bile
akıllarına getirememektedirler. Depolitize olmuş Kemalist bireyler,
savundukları ideolojileri, Tayyip’e söverek, yılda 4-5 defa Mustafa Kemal
fotoğraflarını farklı sosyal ağlarda profil fotoğrafı yaparak, senede bir defa
Anıtkabir, bir defa Dolmabahçe’ye giderek yaşadıklarını zannetmektedirler. Bir
kez olsun polis barikatıyla karşılaşmamış, bir kez olsun elini taşın altına
koymamış Kemalist bireyler ülke elden gidiyor yaygarasını koparmakta ise hiçbir
beis görmemektedirler. Mustafa Kemal’i 10 Kasım’da anmak isteyenler tabi ki
ansınlar, Anıtkabir’e gitmek isteyenler yine kalkıp gitsinler. Ancak bunu
yaptıktan sonra vicdanları rahatlamış, görevleri yapmış insan sürüleri olarak
dönmesinler evlerine. Madem Mustafa Kemal’in bir yol açtığına dair inanç var
ortada, madem bu yol bugün kapatılma riskiyle karşı karşıya, o halde elini
taşın altına koyacaksın, o halde mücadele edeceksin, o halde sokağa çıkacaksın,
politize olacaksın. Hayatının bir gününde Mustafa Kemal’i anmaya ilericilik
dersen, Mustafa Kemal’i anmayana da yobaz-gerici dersen, bunların üzerine bir
de gidip evinde rahat rahat uyuyorsan, kusura bakma arkadaşım, yobaz da sensin,
gerici de sen. Gericiliğe karşı hiçbir şey yapmayıp, çok şey yaptığını
zannetmenin, gericilikten çok bir farkı yoktur.
Deliye her gün bayram derler ya hani, Türkiyeliye de her gün
bayram. Hani cumhuriyet olmuş, demokrasi olmuş, meclis olmuş, spor olmuş, çocuk
olmuş, genç olmuş, yerli malı olmuş, öğretmeni olmuş, annesi olmuş, babası
olmuş da, hepsini kutluyoruz. Her şeyi tastamam yapmışız ya hani, ilerlemenin,
gelişmenin son noktasına ulaşmışız ya, kutluyoruz da kutluyoruz. 29 Ekim diyor,
cumhuriyet var zannediyoruz, 19 Mayıs diyor, sporun çok iyi olduğunu, sporda
çok iyi olduğumuzu zannediyoruz, hele o gençlik yok mu o gençlik, alnından
öperiz biz bu gençliği diyoruz, Atatürk’ü sadece 10 Kasım’da anmak yetmez bir
de 19 Mayıs’ta analım yüzü suyu hürmetine diyoruz. 23 Nisan diyor, ulusal
egemenlik var zannediyoruz, çocuklarımızın geleceğinin bok içinde olmadığına
inanmış gibi yapıyoruz. Tüm bu bayramları kutlamak, ahmaklığımızı gösteriyor
bize, hem derme çatma bir kulübe yapıyoruz, hem de ona bir sanat
eseriymişçesine hayranlık duyuyor, çok sağlam temelleri olan bir yapıymışçasına
kutluyoruz. Sonra da ilk fırtınada, ilk depremde, ilk selde yıkılıp gitmesine
şaşırıyoruz. Bu günleri kutlayarak vicdanımızı rahatlatıyor, görevimizi yaptığımızı farzediyor, öfkemizi bu günlerde coşkuya kanalize ederek gerçekten bir şeyler yapmaktan vazgeçiyoruz. Bayramlar masum değildir, farketmiyoruz.
Daha fazla uzatmadan güzel dostum, bu günlerin hepsini kutluyorsun
kutlamasına da, hani anıyorsun da Mustafa Kemal’i, peki gerçekten neyi
kutluyorsun be dostum ve gerçekten de “sen” ne yapıyorsun be dostum?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder