1 Aralık 2015 Salı

Bir Sarhoşun Notları

Merhaba Can'lar. Sana da merhaba, boş bir mideyle umarsızca kalem sallayanın ayak uçlarına teklifsizce sokulan mağrur aralık soğuğu. (Şairane oldu mu? olamadı.)

Tahir Elçi'yi öldürdüler. Entelektüel/aydın ya da mevkî "fatih"i birileri ekranlarda çok görünür olmaya başladığında, babam; "Sonraki dönemde vekil olur bu" derdi. Tahir Elçi'nin son dönemdeki bu görünürlüğü babamın bu sözünü hatrıma düşürüyordu ki vuruldu Tahir Elçi, vekil de olmadı. Bilmiyorum, vekil olmak gibi bir insiyatifi, düşüncesi yoktu belki. Malum, Kürt'ün, sıkı Kürt avukatlara ihtiyacı var(etnik milliyetçilik demeyin, tepelerim).  İktidarın/egemenin olduğu yerde, bizim için Türkiye'de, Kürt'ün payına düşen bu kampın karşısında kalmak ve tabii ki suçsuzluğunu/meşruluğunu tekrar ve tekrar, bu kampa, ispat etmek zorunluluğudur. Haliyle Tahir Elçi gibi "sıkı-avukat"lara çokça ihtiyacı var Kürtlerin. Yine bu ihtiyaç sebebiyle de öldürülmüş olması pek beklenir bir durum. Ne olacaktı? Bir de besleyecekler miydi? "Su testisi su yolunda kırılır" diyen bile olacak derdim ama, ben bunu söyleyemeden mevzu bahis cümle pek aydın olanlarımızca kusulmuş vaziyette.

"Su testisi su yolunda kırılır" diyen akademiklerin olduğu bir toplumda Tahir Elçi'yi kim öldürdü sorusu da anlamsızlaşıyor. Polis memuru öldürse ne olur, PKK memuru(militan-memur ayrımı burada önemli) öldürse ne olur? Öldürenlerin, öldürenleri azmettirenlerin, azmettirenleri var edenlerin ortaya çıkarılması neyi değiştirebilir? Bundan sonra benzeri bir durumu ortaya koyacak olanlar çekinsin/ürksün diye bu insanların cezalandırılmasını istemek; tecavüz edeni hadım etme arzusuyla ya da ibret olsun diye Taksim Meydanı'nda 3-5 kişiyi sallandırma arzusuyla çokça ilintili. Her bireyin kendisini kendince ifade edebileceği, bu ifade araçlarına rahatlıkla ulaşabileceği ve kişinin kendisini yönetilir ve hatta yönetilmesi gereken şey olarak görmekten vazgeçtiği, kısaca kişi'liğini, kişi olma ehliyetini önemsediği bir toplum hasıl olmadıkça; bugün Tahir Elçi öldürülür, dün Hrant Dink öldürüldü, yarın da bir başkası öldürülecek. Birilerini, bu olmasın diye, daha önce bunu gerçekleştirenler üzerinde yapmış olduğunuz kötü muameleyle, işkencelerle korkutabilirsiniz. Kimsenin kimseyi silahla öldürmediği bir toplum da yaratabilirsiniz. Ne var ki, suikast ve cinayet, insanların aklından, zihninden çıkartamayacağınız bir yönelim olarak yaşamaya ve sadece izin görmediği alanları terk edip meşru algılanabileceği yeni alanları işgal ederek var olmaya devam eder. Tabii ki bir can'ın yitmemesi, "kutsal bir tür olarak insan" söylevine(evet, bir nutuktur bu) yaslanarak önemseyeceğimiz bir durum olabilir. Ne var ki sadece bir ilizyondan ibarettir bu; çözüm değil, vicdani bir rahatlık kurgusudur.

Tarkovski'nin Offret'indeki şu sekansta bahsi geçen ya da kilise müziğinde var olan veya Foucault'nun Cinselliğin Tarihi'sinin şu sayfasının bu paragrafında geçenli cümleler kuramayacağım hiçbir zaman.  Halbuki nasıl piyasası var bu işin, anlatılmaz. Ciddi bir pazarı olan önemli bir ürün-söylem. Çoğunlukla bu tarz cümleler otorite-argüman diyebileceğimiz bir kavramın zorlamasıyla sohbete boca edilir. Kurulan cümlelerin niteliği değil, kaynağı önemli hale gelir ve en zayıf anınızda Marx'ın kurduğu bir cümlenin zikri (ya da en azından kurduğuna inanılan) tartışmayı lehinize çevirmek için yeterli olabilir. Hoş değil ama, etkili. Dona kaçan "bir kısım bok" kadar etkili.

Bilginin görünümü değişti. Bir vakit kadar önce bir şeyleri bilmek, pek çok şeyi anlamakla vuku bulan bir vaziyetken, şimdilerde, bilmek, bilinenin bilindiğinde dair düşülen ansiklopedik notlara sahip olmak veya bu notlara ulaşabilmek için gereken araçlara sahip olmakla sınırlı. Tabii ki eski filozof-bilim insanlarından(onlar tabii ki bilim adamıydı, bilim insanı değil) bu yana bilgi'nin kapsamına alabileceğimiz pek çok şey icat edildi, keşfedildi ya da inşa edildi. Haliyle, tabii ki Aristoteles, Sokrates ve hatta Schopenhauer, Nietzsche gibi her şeye hakim "otorite" figürler bekliyor ya da arzuluyor değilim. Ne var ki "bilmek" de böyle bir şey değil. Ortada "bilme"ye karşı işlenmiş bir suç varmış gibi görünüyor ve ilk taşı atanlar da Fransız akademi çevresi ve/veya ansiklopedi çevresi gibi. Bu tespit ile kurtulmak mümkün mü? değil. Aramayarak, incelemeyerek, sormayarak, kavramayarak sorumlusuyuz bu ihanetin.

İhanet deyince bir irkilmedim değil doğrusu. Bu gibi kelimelerden(ne gibi?) rahatsızlık duyuyorum. İhanet, kavramsal kurgusu gereği(ontolojik denebilir mi?) bir egemene ve bu egemene biata ihtiyaç duyar. Bir piramit kurar ve bu piramide bağlılık bekler. Bir yandan buna itiraz ederken bir yandan da piramitin inşasına katkıda bulunanın piramidi teklifsizce terk edişine bir meşruluk alanı açmamaya gayret etmek de gerek. İhanet, ancak, oluşturulanın inşasında görev alanın, bu görevi arzulayanın, bir makam işgal edenin bu görevi ve makamı inşanın çıkarından ayrıksı bir bağlamda kullanmasıyla söz konusu olabilir diyebiliriz bu halde. Tesadüfi bir ilişkinin içerisinde tesadüfen kalmış bireyin herhangi bir eyleminden "ihanet" olarak söz etmek; klasik milliyetçi/cemaatçi söyleme angaje olduğumuzu gösterebilir. Yanlış anlaşılmasın, belirtelim.

Post-modernizme meyli olan birisiyim. Böyle söylediğimde nedense bir yücelik kaplıyor içimi. Deleuze, Lyotard, Derrida, Foucault(post-modernist mi evladım Fuko) okuyor olmak kendi başına bir kıymetlilik belirtisi gibi. Peki gerçekten öyle mi? Sıradan bir "kendiliğinden" okuma serüveni(kendiliğindenlik belirli bir öğretim sistemine tabi olmadan yapılan bir okumayı imliyor. Yoksa okuma serüveni, kaçınılmaz olarak, okunmuşların açtığı yolda olmak zorundadır, haliyle kendindenlikle bir ilgisi pek yoktur.) mevzuyu Marx'a, Engels'e; onlar da işlevselcilere, yapısalcılara, eleştirel kuramcılara ve doğal olarak post-modernistlere kadar zaruri olarak getiriyor. Doğal bir süreç bu. Döngünün dışarısında kalmak da pek olası değil. Bununla kendini kıymetli hissetmek, "%99'u" Müslüman olan bir ülkede Müslüman olmaktan gurur duymaya benziyor. Olmasaydın kıymetliydin, bu da belki.

Roland Barthes, nedendir bilinmez(ben biliyorum da, siz bilmeyin), bir yerlerde "sokaktaki köpek havlar, resimdeki köpek havlamaz" dediğinde ne müthiş hataya düşeceğini tahmin edebilir miydi? Hayır, ifadeniz baş aşağı duruyor; "sokaktaki köpek havlamaz, resimdeki köpek havlar". Bir şeyi, eylemi, vaziyeti ifade edebilmek, ifade edilecek olanı tanıma, anlamlandırma ile, yani, daha önce var olan anlam ile ilişkilendirip tekrar kullanıma sunmak ile mümkün olabilir. Bu var olanın ifadesi değil, var olanın çağrıştırdığının ifadesidir. Köpeğin köpekliği daha önceden bildirilmiş köpek görüntüsü ile anlaşılır ve bu görüntü köpeğin köpekliğine meşru bir alan açar. Ne var ki köpeğin köpekliği sadece bildirilmiş olanın görüntüsünden ibarettir ve yalnızca görenin, ifade etmek isteyenin o dar kavrayış ve ifade ediş sürecinde bir anlam kazanır. Sokaktaki köpek havlamaz, sokaktaki köpek koşmaz, sokaktaki köpek vals yapmaz. Sokaktaki köpeğin sokaktaki köpek oluşu dahi ancak sokaktaki köpek dediğimizin bizde zaten var olan bilgisi ile mümkündür. Haliyle sokaktaki köpek havlamaz; havlayan, bize daha önce bildirilmiş olandır. Havlama sadece tekrar tekrar karşılaştığımız bir koddan ibarettir. Durduğu yerden arada sırada çıkarırız. Tam da bu sebepten, eğer bir köpek havlayacaksa ve biz bu bilgiye sahip olabileceksek, bu ancak sanat gibi ortaya çıkarılan, inşa edilen bir yerde mümkün olabilir. Durduğu yerden havlayan köpeği çıkarırız ve havlayan köpek olarak istediğimiz yere bırakırız. Üzgünüm Barthes, size katılamayacağım.

Saçma'ya sarılınız. Çirkine, ucubeye, şizofrene, deliye, pagana, anonime, manası kavranmamışa, gölgesi satılmamışa, yolu olmayana sarılınız. Hoş şeyler olacak bu çevrede, merak etmeyin.

Metnin şarkı önerisi; Transglobal Underground-Step Across the Edge
Metnin film önerisi; Shohei Imamura-Kuroi Ame

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder