24 Temmuz 2011 Pazar

ANDIMIZ, İSTİKLAL MARŞI VE MİLLETVEKİLİ YEMİNİ

Zaman zaman "andımız", zaman zaman "istiklal marşı", son zamanlarda da "milletvekili yemini" mevzuları gereklilik tartışması çerçevesinde gündeme geliyor. Gerekli midir, nasıl olması, nasıl okunması gerekir, faydası nedir vb vb vb. Bu üç toplumsal sözleşme ve istençlerin birbirleriyle farkları bulunmakla birlikte esasında, aynı noktadan çıkıp filizlenen kelamlardır. Öncelikle yemin ve marş gibi mevzulara genel bir pencereden bakmakta fayda var.

Yemin etmenin iki genel anlamı vardır. Birisi daha çok dini anlamı olan, tanrıya ya da kutsal varlığa dayanarak yapılan bir işi, tanık olunan bir vaziyeti doğrulama anlamıdır. "Andımız" ve "milletvekili yemini" gibi durumlarda edilen yemin ise, yeminin kendi kendine söz verme anlamını içerir. Yani yemin etmek; olsa olsa bir kendinle yapılan antlaşma, kendine verdiğin sözdür. Bir ikinci kişiyi ilgilendirmediği gibi, halkın tamamını hiç ilgilendirmeyen bir durumdur. Yemin etmek, insanın kendi değerlerinin, kendi erdemlerinin çizgisini yansıtan bir kendine söz verme durumu olmak zorundadır. Bir kurala, bir kesinliğe, başkası tarafından yazılmış bir metine bağlı kalınarak edilen yeminin, insanın vicdanı için de , aklı için de bağlayıcı olabileceğini düşünmek, saflıktan başka bir şey değildir. 

Marşların varlığı son yüzyıllarda önemli bir konu olmuştur. Her siyasi görüşten grubun, her topluluğun, her takımın kitlesini birleştireceğini düşündüğü, değerlerini ortaya koyan marşları vardır. Marşların esas amacı, marşın temsil ettiği kitlenin, birliği ve bütünlüğünü muhafaza etmektir. Bu da ancak ve ancak kitlenin mutabık olduğu bir toplumsal pakt ile belirlenebilir. Marşlar değiştirilemez, düzeltilemez, hatta bunların yapılması teklif dahi edilemez bir hale gelmişse, ortada yanlış giden bir şeyler var demektir. Çünkü var olan toplumasl değişimin, toplumasl değerleri de değiştirmediği düşünülemez. Bir kitleyi temsil eden marş da, bu değişime ortak olmak zorundadır. 

Konuya dair yaptığım bu küçük girizgahtan sonra, daha derinlemesine bir bakışla, her üç konuyu da tek tek ele almam gerek. Her ne kadar haddimi aşıyor gözüksem de. Andımızla başlamakta fayda var. Malum, zihnimizin çevresel etkilere en açık olduğu dönemleri, andımızı ezberleyip okuyarak geçiriyoruz. Andımızı hiç birinizin unutmadığını bilsem de, yeniden paylaşmakta fayda var; 

Türküm, doğruyum, çalışkanım,
İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak,
yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe
durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
"Ne mutlu Türküm diyene!"


Andımızın tarihçesine, kim tarafından hangi amaçlarla yazıldığına birazdan gelecem. Ona gelmeden önce, bize tam olarak neyin yemininin ettirildiğine bakmakta fayda var. 

İlk mısradaki, etnik milliyetçi yaklaşımı bir kenara bıraksak bile (öyle olmadığını iddia edenler var tabi ki), çalışkanım ifadesi, başlı başına çalışmayı yücelten, gereğince çalışmayı değil, çok çalışmayı erdemleştiren bir kavramı ifade ediyor. Yine de andımızın sıkıntılı sayılabilecek mısrası ilk mısra değil. Devam etmekte fayda var. 

Daha henüz ikinci mısrada ilkemiz olarak (yani prensip) küçükleri korumamız, büyükleri saymamız gösteriliyor. Küçüğün saygıya ihtiyacı yokmuş gibi, ya da küçük olanın bizim muhafazamız altınad kalması gerekiyormuş gibi. Küçük büyük ayrımının sevgi, saygı, güvenlik gibi herkesi ilgilendiren mevzularda yapılmaya başlanması, gerentokrasiyi yücelten bir başlangıcı da beraberinde getirir. Kimse büyük olduğu için asygıyı haketmediği gibi, kimse küçük olduğundan dolayı da korunmaya muhtaç değildir. İhtiyarlığın, yaşça büyüklüğün bu denli kutsandığı bir yeminin, önümüze küçücük yaşımızda, kutsal bir yemin olarak sunulması, kabul edilemez bir durumdur. Yine de yolumuza devam edelim.

Andımızın üçüncü mısrası bize yurdumuzu ve milletimizi özümüzden çok sevmemiz gerektiğini söyler. İlk bakışta bireysellik yerine toplumsallığı koymamız gerektiğini söylediğini zannedebiliriz. Libareller dışında kimseye de pek de sıkıntılı bir mısraymış gibi gelmez. Ancak, her hangi bir kurumu, zümreyi, kişiyi, özünden fazla sevme hali, özünün değerini, kullanışlılığını ve faydasıını düşüreceği gibi, özünün topluma kattığı değeri de düşürür. Kamu yararı uğruna özü feda etmek kabul edilebilir bir düşünce değildir, önemli olan toplumsal yarar uğruna özü parlatabilmektir. Özünü yeterince sevmeyen bir insanın, vatan sevgisinden de, millet sevgisinden de bahsedilemez. Özünü sevdiğin ölçüde, özüne değer verdiğin ölçüde başka kurumları, başka değerleri sevebilir, değer verebilirsin. 

Ülkümüz, amacımız, ereğimiz ise yükselmek ve ileri gitmek olarak belirlenmiş andımızda. Ancak ileri gitmek uğruna nelerden vazgeçebileceğimiz, yükselmek uğruna kimlerin omzuna basabileceğimiz ise belirtilmiyor. Yükselmenin ve ileri gitmenin neye ya da kime göre belirleneceği ise bir sonraki dizeden anlaşılıyor. "Ey büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim". Yani bu topraklarda büyüyen her birey Mustafa Kemal'in yolunu en doğru yol, hedeflerini de en doğru hedef olarak seçmek, bu yol içerisinde bu hedeflere ulaşmaya çalışmak zorundadır. Hedefi aynı kabul edip, yolu değiştirmek bile kabul edilemez bir durumdur. Mustafa Kemal'in yolunu, metodlarını, benimsediklerini takip etmek, hedefe öyle ulaşmak zorundasınızdır. Sanırım çizilen hedef de muasır medeniyetler seviyesine çıkmak olsa gerek.

Son iki mısra ise, vurucu bir etnik otoriteye vurguda bulunuyor. Varlığımızı; yani ruhumuz, bedenimiz, aklımız ve vicdanımızı "Türk" varlığına armağan etmemiz beklendiği gibi, "Ne mutlu Türk'üm diyene" ifadesi de andın sonuna ekleniyor. Öncelikle küçücük bir insan, neden varlığını her hangi bir ırk ya da millete armağan etmek zorunda kalsın? Bir şeyleri, birilerine armağan etmek, kişinin kendi insiyatifinde olan bir durumdur. Aksi düşünülebilir mi? Ben şahsi kanaatimce varlığımı ne Türk ulusuna ne de her hangi başka bir ulusa armağan edecek değilim. Varlığım benim olmaya devam ettiği sürece bir anlam ifade eder. Aksi halde varlığımın da bir anlamı kalmayacaktır. 

Gelelim son mısraya. "Ne mutlu Türk'üm diyene" ifadesini savunanların temel dayanak noktası, bu cümlede geçen "Türk" ifadesenin bir etnisiteyi ifade etmediği, bu cumhuriyette yaşayan tüm etnik grupların, üst kimliği olarak ifade kullanıldığı düşüncesidir. Esasında durumun böyle olmadığı, o zamanın, resmi devlet yazışmalarındaki, Türk kültürünün, örf ve adetlerinin diğer etnik gruplara kabul ettirilmesi, diğer etnik gruplarının Türk etnik unsurlarını barındıran gruplar içerisinde eritilmesine yönelik ifadelerde kendini oldukça açık bir şekilde ortaya koyuyor. Dönemin iç işleri bakanı Şükrü Kaya, o zaman çıkan iskan kanunuyla alakalı olarak 1934 senesinde şu ifadeleri kullanır;
“..İskan kanunu, Türkiye cumhuriyetinin otoritesine, diline, bayrağına bağlı olan tek kimlikli bir Türk nüfusu yaratmak..,Türk kültürüne bağlı olmayan ve ana dili Türkçe olmayanların Türk nüfusa entegre edilmesini,Türklük içinde eritilmesini…"

Yine 1932 yılında meclise sunulan, 1934 yılında yasalaşan iskan kanunu üşenmeden, bir kere de olsa okuyabilirseniz eğer, "Ne mutlu Türk'üm diyene" söylevinin nasıl bir etnik baskıcılığı barındırdığını görebilirsiniz. Çok zor değil, sadece okuyun.

Bu küçük açıklamalardan sonra, andımızın tarihçesine kısaca bir göz gezdirelim. Andımızın ilk ortaya çıkışı 1933. Dr. Reşit Galip, 1933 yılında bu andı, çocuklarıyla bayramlaşırken, çocuklarına okuyor. Sonra da bu okuduklarını not edip köşke çıkıyor ve Afet İnan'a bir kağıda yazılı biçimde vererek, andın çocuklarına bayramda bir şeyler söylerken ortaya çıktığını, bu andın cumhuriyetin 23 nisanda çocuklara bir armağanı olarak sunulması gerektiğini söylüyor. O zamanlar Dr. Reşit Galip sağlık sebepleriyle sadece bir sene sürecek olan milli eğitim bakanlığı görevinde. Aynı zamanda Türk Tarih Kurumunun kurucularından. Yani bir adamın, çocuklarına bayramda söylediği bir kaç cümlenin, kağıda dökülmesi sebebiyle 78 yıldır bu andı tekrarlayıp duruyoruz. Andımıza daha sonra, 1972 yılında bir kaç ekleme yapılıyor. Ve bugünkü halini alıyor. 

Peki bu Dr. Reşit Galip kimdir? Birazcık tanımakta fayda var. Dr Reşit Galip bir Türkçü. Hem de en koyularından. İslamı Türklüğün milli dini olarak görüyor. Yani ona gören müslüman olmayan Türk olamaz. Biraz abartılı tespitleri var. Hz. Muhammed'in, Türk olduğunu iddia ediyor. Daha sonra Türk ırkı tanımlaması yapıyor; uzun boy, beyaz sima, düz ve ya ince kemerli burun, muntazam dudaklar, genellikle mavi, çekik değil badem gözler. Kısacası, farklı bir kafada yaşayan, ırkçı bir amcamızdır Dr. Reşit Galip. Ve Dr. Reşit Galip'in yazdığı andın, ırkçı olmadığı savunulur. Andımızı kimin yazdığını bile bilmeden savunmak, körü körüne bağlılık, hep o ilkokul sıralarından bize miras kalan, üzerimize yapışan özelliğimizdir.

Gelelim İstiklal Marşına. Elbette her devletin bir marşı vardır, diğerlerinden eksik mi kalacaz yahu diyerek bizim de bir marşımız olmak zorunda gibi bir hisse kapılmışızdır. Varsın bir marşımız olsun. Sorun marşımız olmasında değil, nasıl bir marşımızın olduğunda. İlk iki kıtanın sonunda Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal diye bir ifade geçer. Ordaki "Hakk'a" kısmının tam olarak bu şekilde yazılması, Hakk'ın tanrı olduğunu göstermek için yeterlidir. Yani marşımız, bu halkın ateist olmasına müsade etmeyen laiklikten uzak bir mısrayla son bulmaktadır. İlk iki kıtadan sonraki tüm kıtalarda da aynı şekilde bir inaç dayatması vardır. 

Tüm bunlara rağmen, istiklal marşını en çok savuınanlar, laiklerdir. İstiklal marşının yazarının Mehmet Akif Ersoy olduğunu bilmelerine rağmen; istiklal marşını en çok laikler savunur. Her şeye rağmen istiklal marşıyla aramda çok fazla sorun yok. Buna müteakip Yeni bir marşın gerekliliği oldukça açık ve net. Dinden arındırılmış, üslubu ve dili revize edilmiş bir marşa ihtiyacımız var. Düşüncesizce yapılan bir istiklal marşı savunmasının anlamı da, mantığı da yok. 

Milletvekili yemininin üzerinde daha fazla durmak lazım. İlk başta açıkladığım şeyi tekrar etmekte fayda var. Öncelikle bir insanın edeceği yemin kendisine verdiği sözden ibarettir. Burdan yola çıkacak olursak, milletvekili yemini diye bir yeminin var olması gerekli midir, buna bir cevap vermek gerekir. Milletvekili yemini gibilerinden bir yeminin bir şeyler ifade etmesi için, o yemini herkesin istediği gibi ediyor olması gerekir. Böylece halk hangi milletvekilinin hangi değerleri savunduğunu, hangi erdemlere gönül verdiğini en net, en duru şekilde görme imkanı yakalar. Aksi taktirde, edilen yeminden her hangi bir çıkarsama yapmak, ya da o yemin sayesinde, insanların o çizgide bir düşünce yapısıyla hareket edeceğini düşünmek, okul öncesi çocuklarının düşüncesinde olmakla açıklanabilir. Peki milletvekili yemini nasıl bir yemindir. Bakalım; 

Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.

Yukarda bahsi geçen konuların bir çoğuyla alakalı, tersini düşünüyor olabilir, hatta bunları savunuyor bile olabilmeniz gerekir. Demokratik cumhuriyete bağlılık yemini edip, bir yandan da Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı kalmak, milli dayanışmayı, bölünmez bütünlüğü savunmak zorunda bırakılmak nasıl bir çelişkinin ürünüdür, bilemiyorum. 

Dünyanın tüm gelişmik demokrasilerinde, buna benzer tek bir yeminin bulunması halinde, afedersiniz ben bir bok yemişim, özür diliyorum, haklıymışsınız diyeceğim. Her hangi bir kişiye, sadece tek bir kişinin ilke ve inkilaplarına bağlılık ve bölünmez bütünlüğün korunmasının beraber bir yemin içerisinde bulunduğu tek bir gelişmiş demokrasinin bulunması halinde, milletvekili yemininin mevcut durumu itibariyle nasıl bir gereklilik arz ettiğini kabul edecem.

Yeminin tamamiyle kaldırılması ya da herkesin kendi değerleri ve erdemleri üzerinden kendi vicdanı, mantığıyla yemin etmesi, en mantıklı tercih olacaktır. Aksi durumda, boş sebeplerden dolayı, tartışmaya, zaman kaybetmeye devam edecez.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder