3 Temmuz 2011 Pazar

BIBILOUSBASTARD-2


Kürtmüşüm. Öyle dedi babam: “Biz Kürdüz, bugüne kadar ayırdı mı bu devlet seni Türk’den” Mantıklı geldi, mantıksız gelmeliydi halbuki. Kürt ne demekti en başta? Peki ya Türk? Aynı sayıda harften oluşan ve hatta aynı harflerin kombinasyonundan oluşan harfler dizisiydi. Kombinasyon? Matematiği oldum olası sevmem, zeka ve çalışmanın iç içe geçip birbiriyle eklemlendiği insanlarda kendisini gösterir. Bense ne zekiyim ne çalışkan. İki olumsuz bir olumlu eder mi? Etmiyor. Sevgi beni seviyor mu, sevmiyor. Bir papatya falı açsam iyi olacak. Çiçek dalında yine durmayacak. Zaten çimlerin de üzerine büyük bir zevkle basarım. Ses çıkaramadıklarından olsa gerek. Cevap verdim babama: “Bugüne kadar Kürt değildim ki baba, bundan sonrasına bakacaz artık”. Bugüne kadar Kürt değildim demek. Neydim peki? Türktüm muhtemelen. Her gün Türk’üm, doğruyum, çalışkanım dediğime göre, öyle olmalıydım. Artık Türk olmadığıma göre-nasıl yani- doğru ve çalışkan da mı değilim? Zaten çalışkan değildim ki. O halde Türk de mi değildim? Değilmişim baksana, yalancının mumu yatsıya kadar. Hem yalancı olup, hem de Türk olamadık, yalanımız ortaya çıktı. Bugüne kadar Türk olupta nasıl bugünden sonra Kürt oldum peki? Hem Kürt ne ki? Ya da Türk. “Olur mu lan kerata, doğduğundan beri Kürtsün sen” dedi babam ince bir alayla. Alayın da incesi olur muymuş hiç, kadının incesi olur, o da güzel olmaz. Doğduğumdan beri Kürtmüşüm demek. Demek ki bu meselelere doğmadan önce karar veriliyor, kura mı çekiliyor acaba ne olduğumuzu belirlemek için. Yoksa şu kiloda, bu boyda olanlar Türk, gerisi Kürt diyerek mi toplu bir belirleme yapılıyor? Yok, yok bu mümkün olamaz, her boydan her kilodan Türkleri gördüm ben. Ama hiç Kürt görmedim. Yoksa diğer Kürtler de benim gibi yalancı mı? Türk’üm, doğruyum, çalışkanım diye başkalarını kandırmaya mı çalışıyorlar? Bu her şeyi açıklayabilir. Belki de gerçekten de sadece buğday tenli, seyrek sakallı, geniş omuzlu, geniş çeneli, orta boylu, siyah gözlü, uzun saçlı erkekler ile, buğday tenli, hafif kısaca, etine dolgun, kendisi kalçalı, yemeği salçalı, on gavur erkeği gücünde kadınlar Türk’tü. Geriye kalanın alayı yalancı pisliklerdi ve bu toprakların her köşesine sinmiş, avının ters bir hareketini, bir zayıflığını kolluyorlardı, olasıydı. Tarih öğretmenimiz belki de Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur derken bunu kastediyordu. Tabi ki dört tarafımızın düşmanlarla çevrili olduğunu söylediği zaman da. Bu durumda iki buçuk tarafı denizlerle çevrili bir ülke olarak en büyük düşmanımız sular olmalıydı. Suları hiç sevmem, kediler de sevmez, ben kedileri de sevmem. Geçinir gideriz. Kiminle? Dünyayla canım, kimle olacak, sen de. “Madem doğuştan Kürt’üm, bundan benim niye haberim yok” diyiverdim babama, hafif bir sitem içerisinde olduğumu hissettirmeye çalışarak. Sitem içerisinde değildim, olmam için bir sebep göremiyordum. Bugüne kadar Türk olmakta gayet başarılıydım, herkesi düşmanım olarak görüp, asil kanımla övünüp, kadınları aşağılıyor, bir kaçına laf atıyor, kültür-sanat peşinde koşanları da dövüyorduk. O kadardı, arada sırada Atatürk’ten bahsedip, Türk’üm, doğruyum, çalışkanım demek de yeterli oluyordu iyi bir Türk, iyi bir vatansever olmak için, kolaydı. Şimdi birdenbire Kürt olmuştum. Başarılı olabileceğimden emin değildim.  Sevgi neden sevmiyor beni? Belki de Kürt olduğumdandır. Sanırım Kürt olmak çok kötü bir şey. “Bilmiyorsun, çünkü sana söylemedik, söyleme ihtiyacı hissetmedik, sonuçta hepimiz Türk’üz” dedi babam, oldukça pişkin bir halde. Ne, nasıl yani? Kürt, Türk mü? Alman? Fransız? Herkes Türk mü? O zaman neden sadece Türk demiyoruz da, Kürt, Alman, Fransız diyerek kafa karıştırıyoruz? Bir gün herkes Türk olacak. Ahhhh, hayali bile güzel. Nerden başlıyoruz peki? Bence sorun bu Kürtlerde, yani bende. Benden başlamak lazım o zaman. Evet, başlayalım. Söyle bakalım ben; “Türk’üm(Türk’üm), doğruyum(doğruyum), çalışkanım(çalışkanım)…” Bunu her gün söyledim zaten. Yalan söyleme ben, sadece hafta içi. Evet efendim yalan söylüyorum, ben bir Kürt’üm, elimde değil, doğuştan bir Kürt, doğuştan bir yalancıyım ben. Benim gibileri Türklüğe kabul etmemelilerdi aslında. Ne gerek vardı o asil kanı kirletmeye. Bizi es geçmelilerdi, İtalyanlar ve Almanları almalılardı, Yunanlar da olurdu, güzel insanlar bu Yunanlılar, Yunan heykeli gibi adam derler hatta baksana. Biraz Latinlerden de almak gerekirdi elbet ama Yunan Latin’i gibi değil, İspanyol, hatta mümkünse deniz aşırı uçulup, Brezilyalılar alınmalıydı Türklüğe. İyi de hala bir soruya cevap vermedin ben. Hangi soruya, ben? Türk ne demek ki, ya da Kürt? Sevginin beni sevmemesi, sevginin doğasına aykırı değil mi? Neden beni bırakıp gittin Sevgi? Hiç gelmedim mi diyorsun, peki Sevgi, haklısın.
     
      Babamı az çok severim, iyi adamdır. Sıradan bir adam ne kadar iyi olabilirse o kadar iyi. Her gün evine ekmek getirmeye çalışan, sabahtan akşama kadar çalışıp akşamdan sabaha kadar uyuyan, tuvalete giderken yüzünü görebildiğimiz, bir nevi bizim için çok şey ifade edip, pek bir şey ifade etmiyormuşçasınayaşayangillerden bir insandır babam. Bir de abim var. Pek sevmem onu, küçükken döverdi beni. Dövdüğü için değil, artık beni dövemediği için sevmiyorum onu. Zeki insanı severim ben. 3-5 sene önce attığın dayağın katmerlisini aynı kişiden 3-5 sene sonra yiyeceksen, biraz gerizekalısın demektir. Babamla pek görüşmediğimiz gibi abimle de pek görüşmeyiz, arada sırada tesadüfen ararız birbirimizi; “Nasılsın?”, “İyiyim, sen?”, “İyi”, “Bir ihtiyacın var mı?”, “Neye?”, “Herhangi bir şeye”, “Ağzını yüzünü kırmak istiyorum”, “Manyaksın sen.”, “Biliyorum”, “Kapatıyorum”, “Kapat”. Birbirimizle konuşurken kelime israf etmek istemeyiz. Ne de olsa Elhamdülillahmüslümanımcılardanız. Annemse beni doğururken ölmüş. Neden öldüğü şüpheli. Dedem Amerikalılardan şüphelenirken, babam İsraillileri daha çok gözüne kestirmiş durumda. Halbuki ben Rusların işi olduğundan eminim. Bu buluşu kendime saklıyorum şimdilik, kimseler duymasın, yerin kulağı var. Peki gözü var mı? Yerin gözünün olması fena olurdu, tüm o etekaltı görüntüleri düşünsenize. Düşünmeyelim efendim, elhamdülillahmüslümanımcılardanız. Doğru efendim, yine haklısınız. Hep haklıyımdır ben. Peki, hep haklı ben. Annem yaşıyor olsaydı, beni severdi diye düşünüyorum. Zaten her zaman çok iyimserimdir. Hayır, değilimdir. Ama annemin yaşamıyor olduğu gerçekliğinden yola çıkacak olursak, babamın beni niye bu kadar çok sevdiğini anlayabiliriz. Bunu yapabilir miyiz gerçekten? Deneyebiliriz en azından. Babam, annemden ayrılmak istiyormuş, ben bir portakalda vitaminken. Sonra annem babamın kanına girmiş ve babamın kalbinden beynine pompalanmış. Böylece babamın beynini ele geçirerek, o portakalı yemesini sağlamış. Sonra Jack ve Petrus amcalar eşliğinde grupvari olaylar dönüvermiş. Kaza kurşunu işte, ne yaparsınız? Aylarca, yıllarca uğraşsan çocuk yapamazsın da, bir kez öylesine bir silahı temizleyim dersin, kucağına bir çocuk düşüverir. Bir de tanrının espri anlayışı yok derler. Annemin göbeğinin büyümesiyle beraber( haliyle kıç ve göğüsler de büyümüş olmalı, bu kısım benden saklanıyor) bizimkiler ayrılmaktan vazgeçmişler. Derken, bam, annem beni doğururken hakkı rahmetine kavuşuvermiş. Babamın beni sevmesi için başka sebep aramaya gerek var mı? Sevginin beni sevmesi için kaç sebebe ihtiyacım var peki? Sana her şeyimi vermedim mi Sevgi, sevgimi, kalbimi, aklımı? Gerçi çok akıl verdiğimden şikayet ederdin hep. Sen de çok varmış gibi derdin. Haklıydın Sevgi. Peki, annem olur musun Sevgi? Benim annem yok biliyorsun. Hiç olmadı. Biyolojik annem vardı benim sadece. Beni emzirmedi bile Sevgi. Belki de sırf bu yüzden kadınların yanında utangaçlaşıyorum. Belki de hiç meme emmediğim için. Ne dersin Sevgi? Mümkün mü bu? Memelerin benim için neden göğüs değil de meme olduğunu hep merak ederim Sevgi. Tüm arkadaşlarım göğüslerden bahsederken, ben memeler hayal ederdim. Üçgen memeler, piramitler gibi. Göğüsler avuçlanabilir şeylermiş, benim memelerim ise ancak gözleri oymak için kullanılabilirdi. Piramatti çünkü onlar. Benim gibi kem gözlüleri uzak tutmak için birer silah görevi görebilirlerdi gerektiği zaman. Kubbelerin, göğüslerden etkilenilerek yapıldığı doğru mu Sevgi? Ya da minarelerin penisten? Hatta bu durumun, tanrının en çok hoşlandığı seks türünün “titfucking” olduğuyla açıklandığı? Sırf bu yüzden erkeklerin, kadınların minarelere çıkmalarını istemedikleri biliyor musun? Kadınların bunu fark edip erkeklerin saltanatını yerle bir etmesinden korkuyorlarmış. Sadece bir erkek, her hangi bir şeyi yönetebilirmiş. Hem kadınlar okumaz ki Sevgi. Okusalar bile anlamazlar ki. Bugüne kadar kaç tane bilim kadını gördün sen? Kaç tane filozof, kaç tane büyük sanatçı duydun kadın? Güzelleşmek için uğraşır onlar ancak. Alışveriş yaparlar, saatlerce saçlarıyla uğraşır, makyaj yapar, erkekleri sinir ederler. Evdeyken akıllarına gelmeyen tuvalet, dışarıdayken yakalarını bırakmaz, her saat başı işemek isterler. Canım, cicim densin ister, denildiği zamanda karşısındaki erkeğin yanlış bir şey yaptığından şüphelenirler. Şüphe duymak isterler. Kıskanılmak ister, çok kıskandığın zaman da medeni olmamakla itham ederler.   Bunca işin arasında okumaya fırsat bulabilirler mi? Okumayan birisi herhangi bir şeyi yönetebilir mi? Kadınları severim ben Sevgi. Sen de kadın değil misin sonuçta. Seni sevmiyor muyum? Yo, yo, düşüncesi bile çok korkunç. Ben de korkak bir insanım, demek ki daha fazla düşünmemeliyim. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşün… Düş…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder