21 Ekim 2011 Cuma

KÜRT SORUNU-1 (Cumhuriyet Tarihi Boyunca Devletin Kürt'e Bakışı)

Kürt sorunu cumhuriyetin kuruluşundan çok daha önceleri bile var olan, artık çözülmesi elzem haline gelmiş, toplumsal ilerlemenin önündeki en büyük engel olarak duran, bundan daha da önemlisi, insan olabilmenin önündeki en büyük engel olarak duran kanayan bir yaradır. PKK’nın dozunu arttırdığı saldırılarıyla beraber artan şehit sayısının oluşturmuş olduğu faşist, ırkçı, şiddet yanlısı havanın karanlığı altında, Kürt sorununu cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte devletin resmi ideolojisinin nasıl kodladığını göstermek bir mecburiyet halini aldı.

Kürt sorunu devlet tarafından cumhuriyetin kurulduğu günden beri, bir mesele olarak kabul edilir. Ancak ilk günden itibaren meselenin, sorunun çıkış sebebi, bir çok olguyla açıklanmaya çalışılmış olsa da, hiçbir zaman etno-politik bir nedene bağlanmamıştır. Mesut Yeğen “Kürt Sorunu” başlıklı makalesinde buna değiniyor; 

“Burada soru şudur: etno-politik mahiyeti sabit bir mesele olmakla birlikte Kürt meselesi devlet tarafından niçin, neredeyse etno-politik bir sorunun dışında her şey olarak algılandı. Yanıt basit görünüyor: Bir kez Kürtlerin fiziki mevcudiyetini reddettikten sonra, devletin başka şansı kalmamıştı: Olan bitene, olan bitenle alakası olmayan bir takım adlandırmalar uydurmak zorundaydı diyebiliriz(…)Kısaca, devletin meseleyi kasıtlı bir biçimde çarpıttığını bu itibarla da devletin meseleye dair dilinin ideolojik bir dil olduğunu savlayabiliriz.”

Yani devlet daha yolun başındayken Kürt halkını redde başlamış, Kürt’ün fiziki mevcudiyetini reddetme, Kürt’ü Türkleştirme politikalarına başlamıştır. Bunun bir sonucu olarak da, Kürt sorununu hiçbir zaman etno-politik bir sorun olarak görememiştir. Ortada Kürt yoktur ki, bir etnik köken sorunu olsun. Kürtlerin kavmi mevcudiyetinin nasıl reddedildiğini göstermeden önce, devlet erkanının 1924 öncesi söylemlerine bir göz gezdirelim. Böylece 1924 öncesi ve sonrasında değişen devlet söylemini daha yakından tanımış ve görmüş oluruz.

Örgütsel kökleri itibariyle ARMHC’nin (Anadolu Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti) devamı niteliğinde olan Millet Meclisinin başkanı Mustafa Kemal’in gizli bir meclis oturumunda yaptığı konuşma, çok-etnili kompozisyonun tanındığını göstermesi açısından önemlidir; 

“Suret-i umumiyede prensip şudur ki hududu milli olarak çizdiğimiz daire dahilinde yaşayan anasır-ı muhtelife-i islamiye yekdiğerine karşı ırki, muhiti, ahlaki, bütün hukukuna riayetkar özkardeşlerdir. Bianaenaleyh onların arzuları hilafında bir şey yapmayı biz de arzu etmeyiz. Bizce kat’i olarak muayyen bir şey varsa o da hududu milli dahilinde Kürt, Türk, Laz, Çerkes vesair bütün bu İslam unsurlar müşterekül-menfaadır.” (TBMM, 1985 a, s. 73)

Mustafa Kemal’in söyleminden açıkça çıkartılan şudur: Kürtlerin  mevcudiyeti tanındığı gibi, haklarının da tanındığı ve korunacağıdır. 

Kürtlerin kavmi varlığının cumhuriyetin kurucuları tarafından tanındığını bize açıkça gösteren argümanlardan biri de Amasya Protokolüdür. Naci Kutlay, İttihat Terakki ve Kürtler adlı kitabında bunu şu sözlerle açıklar; 

“Bir müddet sonra Kürtlerin fiziksel varlıklarını bile inkar edecek olan cumhuriyetin kurucu kadrolarının, Kürtlerin kavmi mevcudiyetini ve bu mevcudiyetten kaynaklanan hukuki haklarını tanıdıklarını beyan eden bir başka metin ise, ARMHC temsilcileri ile İstanbul Hükümeti arasında, bir uzlaşma anında imzalanan belgedir. Amasya Protokolü olarak bilinen belgenin ilk maddesi, Osmanlı ülkesini Türklerin ve Kürtlerin yurdu olarak tanımlamaktadır. Aynı madde Kürtlerden Osmanlı milletinin ayrılmaz bir unsuru olarak bahsetmekte ve Kürtlerin etnik ve toplumsal örflerinin tanınacağını belirtmektedir.”

Ancak bu tarihten sonra, cumhuriyetin kurucularının söylemleri farklılaşmaya başladı. Tek ırk, tek kültür, tek dil söylemi ön plana çıkmaya başladı. 1924 anayasası, bu söylemin artık devletin resmi politikası haline geldiğini göstermesi açısından önemliydi. Bir kez daha Mesut Yeğen’in “Kürt Sorunu” isimli makalesine bakmakta fayda var;

“1924 anayasası, fiziksel mevcudiyetlerini henüz sorgulamamakla birlikte, Kürtlerin ve öteki kavimlerin etnik unsurlar olarak hukuki ve siyasi mevcudiyetlerini tanımayı reddetmektedir. Kürtler hukuk öznesi olarak Kürtlüklerini yitirmiş, ülkenin öteki ‘yurttaşları’ gibi Türk olmuşlardır.”

1924 anayasasıyla birlikte Kürt halkının mevcudiyetinin inkarı ve kültürünün asimilasyonu yolundaki ilk adım atılmış oluyordu. Kürtlerin asimilasyonunun en temel kanıtlarından biri durumunda olan 1934 İskan Kanuna bakmadan önce, 1924-1934 sürecine kısaca göz gezdirmek için Ayşe Hür’ün “1934 İskan Kanunu ve Kürtler” başlıklı makalesinden faydalanmak gerek; 

“1925 tarihli Şeyh Said İsyanı’ndan sonra hazırlanan Şark Islahat Planı’nın bir parçası olarak 1927’de çıkarılan bir sürgün kanunu ile Diyarbakır ve Bayazit (Ağrı) Vilayeti’nden 1400 kişi batıdaki illere sürülmüş, bunların yerine Dobruca’dan, Bulgaristan’dan, Kıbrıs’tan, Kafkasya’dan gelen Müslümanlar yerleştirilmişti. Aynı yıl bir çeşit ‘olağanüstü hâl valiliği’ olan ‘Umumi Müfettişlik’ kurumu oluşturuldu ve ülke beş müfettişlik bölgesine ayrıldı. Başlarına da rejimin en has adamları atandı. Ama bu ‘tedbirlere’ rağmen 1927-1930 arasında Ağrı İsyanı önlenemedi. İsyanın kanlı biçimde bastırılmasından sonra hem ‘Kürt Meselesi’ni halletmek hem de Türkiye’ye dalgalar halinde gelen Müslüman muhacirlerin iskân sorunlarını çözmek için bir ‘İskân Kanunu” hazırlandı.”

Eee ne var şimdi bunda diyebilirsiniz, İskan Kanunu ve Umumi Müfettişlik hakkında sadece bu kadarını söyleyecek olsak bile, sıkıntılı ve tartışılması gereken noktalar varken, Umumi Müfettişlik ve İskan Kanunu’yla alakalı olarak bundan sonra söyleyeceklerim olayın iç yüzünü anlayabilmek için, azami bir önem arz ediyor. Tamamiyle İskan Kanunu’na dalmadan önce, Umumi Müfettişlik hakkında birkaç şey söylemekte fayda var. Umumi Müfettişlik nedir, ne iş yapmışlardır, ne zaman kaldırılmıştır, neden kaldırılmıştır? Bunu anlamak için Ahmet İnsel’in “MGK ve Umumi Müfettişlikler” isimli makalesine bakalım;

Umumi müfettişlikler, Cumhuriyet tarihinin az bilinen kurumlarından. 1927'de kurulup, yirmi yıl faaliyette kaldılar. Daha sonra 1952'de de kaldırıldılar. Tek parti döneminin özel örgütlenmelerinden biri olan bu kurum hakkında, Türkiye'de ilk kapsamlı araştırma yeni yayımlandı. Cemil Koçak bu çalışmada (Umûmî Müfettişlikler, 1927-1952, İletişim Yayınları), olağanüstü örgütlenme zihniyetinin önde gelen örneklerinden birinin umumi müfettişlikler olduğunu belirtiyor. Cemil Koçak'ın kitabındaki zengin bilgi haznesinden yapılan kısa bir derlemeden ortaya, günümüz için de düşündürücü olan bir tablo çıkıyor.
1924 Anayasası'na açıkça aykırı olan bu umumi müfettişlik örgütlenmesi, akla ilk tek parti yönetimi altında gelmedi.”

1921’de TBMM’nin kabul ettiği Teşkilat-ı Esasiye kanunu ile cumhuriyetin kurucularının ortaya tekrar attığı umumi müfettişlerin tanımı ve görevi, 22 ve 23. Maddelerde şu şekilde veriliyordu; 

Madde 22:
f1. Vilâyetler, iktisadi ve içtimai münasebetleri itibariyle birleştirilerek, umumi müfettişlik kıtaları vücuda getirilir.
Madde 23:
f1. Umumi Müfettişlik mıntakalarının umumi surette asayişinin temini ve umum devair muamelâtının teftişi, Umumi Müfettişlik mıntakasındaki vilâyetlerin müşterek işlerinde ahengin tanzimi vazifesi umumi müfettişlere mevdudur. Umumi müfettişler Devletin umumi vazaifiyle mahallî idarelere ait vazaif ve mukarreratı daimî surette murakaba ederler.”

1921’de yer alan bu kanun, o dönemde uygulamaya konmadı. İlk umumi müfettişliğin kurulması için 1927 yılına kadar beklendi. Halbuki bu dönemde yeni bir anayasa yapılmış ve 1924 anayasasından umumi müfettişlik çıkarılmıştı. Buna rağmen doğu illerinde süresi dolan sıkıyönetimin yerine umumi müfettişliklerin kurulmasına karar verildi. 1927’de Diyarbakır’da kurulan ilk umumi müfettişliğe, 1934’de Trakya’da, 1935’de Erzurum dolaylarında, 1936’da Dersim’de, 1945’de de Adana civarında yenileri eklendi. 1947 yılında ise umumi müfettişlik fiilen ortadan kaldırıldı. 1952 yılında ise kuruluş kanunları lağvedildi.  Çok partili dönemde umumi müfettişliğin kaldırılması için yasa önerisi veren Diyarbakır milletvekili Mustafa Remzi Bucak’a göre;

“umumi müfettişlikleri ihdasından lağvına kadar geçen zamana şöyle bir nazar atfettiğimizde, adı geçen idareye tabi tutulmak bedbahtlığına düçar olmuş vilayetlerimizde, tesis ve kuruluş gayesiyle kabili telif en ufak bir umran eserine tesadüf edilmemekte, bilakis her köşesinden “Hindistan Umumivaliliği” idare tarzı ve kokusu gelmektedir. Bu bakımdan, Umumi Müfettişlikler, idari ve siyasi tarihimize iğrenç ve korkunç sayfalar ilave etmekten başka bir vazife görmemişlerdir.” Bu yasa önerisi sonucunda yapılan oylamayla teklif kabul edilecek, umumi müfettişlikler kaldırılacaktır. Yasa önerisinden sonra sadece tek bir vekil umumi müfettişlik lehinde söz almış, o da sadece, doğu illerinde umumi müfettişliğin devam etmesi gerektiğini söylemiştir. Sebebini anlamak çok zor olmasa gerek.

Mesut Yeğen 1924 anayasasını Kürt sorununda bir ön adım olarak görüyor ve bunu “Kürt Sorunu” başlıklı makalesinde şu şekilde ifade ediyor;

“Kürtlerin siyasi ve hukuki düzeydeki mevcudiyetlerinin inkarı, daha kapsamlı bir inkar teşebbüsünün, bizatihi fiziksel mevcudiyetlerinin inkar edilmesinin ön adımı oldu. 1930’larda Avrupa’da yükselen totaliter rejimlere duyulan sempati ile yabancı kışkırtması endişesinin bir millet yaratma ihtiyacı ile birleşmesi, Türkiye Cumhuriyeti’ni ırkçı bir söylemin peşine taktı. Kürtlerin fiziksel mevcudiyetlerinin inkarına dayanan “kategorik inkar” söylemi de işte bu bağlam içerisinde ortaya çıktı. Devlet, 1930’lu yıllara gelindiğinde, bir anda Türkiye’de Türkten başka etnik unsur olmadığını ‘tespit edecekti’. Irkçı bir söylemin koşullandırdığı bir haleti ruhiye içindeki rejim, Kürtlerin aslında ‘dağ Türkleri’ olduklarının ‘farkına vardı’.”

1930 öncesi Kürt isyanları, devlet tarafından hilafet ve saltanatı özleyen grupların isyanı olarak nitelendirildi. Ancak Fikret Başkaya “Batılılaşma, Çağdaşlaşma, Kalkınma. Paradigmanın İflası” isimli çalışmasında dikkatimizi bir noktaya çekiyor; 

“Cumhuriyet döneminin bu ilk ayaklanması saltanat ve hilafeti yeniden tesis etmeye yönelik bir direnç olarak kodlanırken, cumhuriyetin ilanı öncesindeki son Kürt ayaklanmasının ise cumhuriyeti kuracak kadrolar tarafından saltanat ve hilafet karşıtı olarak kodlanıp ezilmiş olması ise gerçekten ironi yüklüdür.” (1991, s.64)

Yavaş yavaş 1934 yılında çıkarılan İskan Kanunu’na bakmakta fayda var. Konuyla alakalı olarak önce Mesut Yeğin’e sonrasında da Ayşe Hür’e danışıp, birkaç maddeyi de sizlerle paylaşacağım. Böylece devlet tarafından kullanılan “Türk” ifadesinin etnik bir kökene dayanıp dayanmadığını daha net bir biçimde anlayacağız. Öncelikle Mesut Yeğin’in söylediklerine bakalım; 

“1930 yılında gerçekleşen cumhuriyet döneminin ikinci büyük ayaklanmasını ezdikten hemen sonra 1934 yılında, devlet, Kürt sorununu kapsamlı bir iskan kanunu ile çözmeye çalışacaktı. Merkeziyetçi bir idarenin tesisini öngören bir manifesto olarak da değerlendirilebilecek 2510 sayılı İskan Kanunu’nun kapsamı idari düzenlemelerle sınırlı değildi. Merkezileşerek bütünleşme meselesini, bu meseleyle eklemlenerek mevcudiyet kazanan öteki toplumsal meselelerle birlikte çözme gayreti, İskan Kanunu’nun içeriğini genişletiyordu. Merkeziyetçi bir bütünleşme manifestosu olarak kanun, hükümete ülkenin demografik kompozisyonunu kendisinin tespit ettiği siyasi ihtiyaçlar doğrultusunda düzenlemek ve ‘düzeltmek’ yetkisini tanıyordu. Günün siyasi ihtiyacı ise belirgindi: yeni rejimin merkezileşmeci ve milliyetçi toplumsal bütünleşme projesine direnç gösteren Kürtleri, dirençlerini kırmak üzere asimile etmek. Nitekim kanunun gerekçesi, ‘ana dili Türkçe olmayanların nüfus terakümlerinin menine ve mevcutlarının dağıtılması şekillerine’ karar vermek olarak belirlenmişti.”

İskan Kanunu ile devlet, Türk kültürünü, ırkını, örf ve adetlerini adeta devletin resmi kültürü, ırkı olarak tanımış, Türk kültüründen olmayan kesimleri Türk kültürü içerisinde eritmek için, göç ettirme politikası izlemiştir. Bunu anlamak için Ayşe Hür’ün makalesinden bir kez daha faydalanalım; 

“Terim tartışmalarından en önemlisi ve içerikle ilgili tek tartışma, ise ‘soy’ ve ‘ırk’ kelimeleri üzerinde oldu. Kemalist rejimin ilk siyasi etnologu sayılabilecek Muş Milletvekili Hasan Reşit (Tankut) Bey, kanunun 12. maddesi tartışılırken “Bu çok mükemmel kanunda ‘soy’ kelimesi birkaç defa tekerrür etti (tekrarlandı). Bendenizin anladığıma göre soy kelimesile ‘ırk’ demek isteniyor. Eğer böyle ise bu kelimenin burada kullanılmamasını rica ederim (...) Türkiye hududu haricinden Türkiye’ye gelen ve Türk harsına (kültürüne) tabi olmayan insanlar ırkan Türk demektirler. Fakat Türk kültürüne tabi olmadıkları için Türkçe konuşmuyorlar. Esasen bunlar bizim öz kardeşimiz demektir. Rica ediyorum soy kelimesi yerine Türk dili ve Türk kültürü kelimesi konulsun.”
Dâhiliye Vekili Şükrü Bey geri adım atmadı çünkü kafası gayet netti: ‘Soy’dan kastın ‘ırk’ olduğunu, çünkü ‘soy’un aile anlamına geldiğini, bu yüzden ‘soy’ yerine ‘ırk’ı kullanmanın daha doğru olacağını söyledi. Oylamada Hasan Reşit Bey’in ‘soy’ yerine ‘Türk kültürü, Türk dili’ terimlerinin kullanılması teklifi reddedildi ve ‘ırk’ kelimesinin kullanılması kararlaştırıldı. Dahası, kanunun başka yerlerinde geçen ‘soy’ kelimeleri de ‘ırk’ olarak değiştirildi. Yani Hasan Reşit Bey’in iyi niyetle başlattığı tartışma ırkçıların pozisyonlarını tahkim etmeleriyle sona erdi. Böylece, 1924 Anayasası’nın 88. maddesindeki “... herkes Türk ıtlak olunur” ifadesindeki Türk’ün  neyin adı olduğu bir kez daha anlaşıldı.”

Hala devlet nezdinde kullanılan “Türk” ibaresinin bir ırkı değil de, bir üst kimliği tanımladığını düşünenler var mı? O zaman iskan kanununun maddelerinden bazılarına göz gezdirelim.
11.madde;

“a) ana dili türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması (..) yasaktır.
b) türk kültürüne bağlı olmayanlar veya türk kültürüne bağlı olup da türkçeden başka dil kullananlar hakkında harsi, askeri, siyasi, içtimai ve inzibati sebeplerle dahiliye vekili lüzümlu görülen tedbirleri almaya mecburdur. (..) başka yerlere nakil ve vatandaşlıktan iskat etmek de bu tedbirler içindedir.
c) kasabalarda ve şehirlerde ecnebilerin nüfusu %10’u geçemez ve ayrı mahalle kuramazlar.”

3. ve 4. Maddeler;
“3. madde’de kimlere muhacir, kimlere mülteci denileceği tarif ediliyor ardından “kimlerin ve hangi memleketler halkının türk kültürüne bağlı sayılacağı icra vekilleri (bakanlar kurulu) heyeti kararı ile tespit olunur” deniyordu. yani görünüşte ‘bilimsel’ olmaya bile gerek görülmüyordu, ‘siyasi’ kriterler yeterliydi.

4. madde’de “a: türk kültürüne bağlı olmıyanlar, b: anarşistler, c: casuslar, ç: göçebe çingeneler,d: memleket dışına çıkarılmış olanlar, türkiye’ye muhacir olarak alınmazlar” denerek ‘ötekilere’ yeni gruplar ekleniyordu.” (Ayşe Hür’ün makalesinden)

12. madde;
“12. madde bu tedbirleri biraz daha açıyordu: “1 numaralı mıntıkalara [doğu vilayetlerine]: a: yeniden hiçbir aşiretin veya göçebenin sokulmasına, türk kültürüne bağlı olmayan hiçbir ferdin yeniden yerleştirilmesine ve bu mıntıkaların eski yerlilerinden olsa bile türk kültürüne bağlı olmayan hiçbir kimsenin avdet etmesine izin verilemez.

b: bu mıntıkalarda ırkan türk olup dilini unutmuş veya ihmal etmiş bulunan köyler ve aşiretler efradı ahalisi türk kültürüne bağlı köyler ile nahiye, kaza ve vilâyet merkezleri civarında yerleştirilir.”


İskan Kanunu’nun Türk ırkını, Türk kültürünü tek ırk ve kültür olarak kabul ettiğini, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtleri ayrı bir kavim olarak kabul etmediğini, Kürt kültürünü tanımadığını bu maddelerden açıkça görebiliyoruz. Cemal Gürsel gibilerin “Kürt diye bir şey yoktur, olsa olsa dağdaki kart kurt seslerinden ortaya çıkmışlardır.” diye özetlenebilecek sözleri ise toparlayıp burada sunmaya gerek olmadığını düşünüyorum.

İskan kanununu geride bırakacak olursak, devletin Kürt sorununu ecnebi devletlerin tezgahı olarak, yani suni bir mesele olarak gösteren, Şadillili Vedat’ın “Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar” kitabına bakalım;

“Genelkurmay Başkanlığı adli amirliğince, aralarında Musa Anter, Said Elçi, Edip Karahan, Yaşar Kaya gibi şahsiyetlerin olduğu kişiler hakkında açılan bir davanın iddianamesinde yapılan değerlendirmeye göre, Cumhuriyet devrimizde; Batı ve Doğu bloku arasında en kritik mevkii işgal eden Türkiye’mizde bazı devletler çeşitli düşünceler tahtında doğu Anadolu’muzda karışıklık çıkarmak yolunu tutmuşlardır. (…) Nitekim Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları muayyen aşiretlerin, dışarıdan körüklenen, inkilap aleyhtarı irticai tesirlerinin neticesidir.  (…) Dışardan gelen tahriklerin mahiyeti, tahriklere alet olanların şahsiyeti eskisi gibi değildir. Evvelce dış tahrikler Orta Doğu’da menfaatleri olan emperyalist devletlerden gelirken ve milliyet maskesi altında gizlenirken, bu defa komünizm faaliyeti halinde belirmektedir. Buna alet olanlar ise, eskiden şeyhler ve aşiret reisleri iken, şimdi mahdut münevver zümreyi teşkil etmektedir.” (1980, s. 184-185)

Bir kez daha Kürt meselesi, etno-politik temelden uzak bir şekilde, emperyalist ve komünist güçlerin tezgahladığı suni bir mesele olarak kabul edilmiştir. Kürt meselesinde, çözümü Kürt halkına bedel ödetmekte gören, kendi halkına düşman olma yolunu seçenler de vardı elbet. Zamanın genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak, 1930 yılında verdiği raporda, bazı Kürt köylerinin havadan bombalanmasını tavsiye ediyor. Reşat Hallı’nın “Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar” isimli kitabında bu konuyu şöyle özetliyor;

“Erzincan ilindeki incelemelerim sırasında ekonomiyi önemli surette zarara sokan ve bu il dahilindeki asayişsizliğin önemli amillerinden olan Aşkirik, Gürk, Dağbey, Haryi köylerinin tedip ve tenkiline zorunluluk gördüm. (…) bu bölgede çok şımarık bir durum almış olan bütün Kürt köylerine bir etki yapmak ve devlet nüfuzunu hakim kılmak için Erzincana nakledilecek bir hava kıtası ile bu köyleri tahrip etmenin uygun olacağı düşüncesindeyim. (1972, s. 351)

Devletin Kürt meselesinin nedeni olarak saydığı, söylemlerden biri de, geri kalmışlık söylemidir. Yani devlete göre doğu kalkınmadığı için, geri bırakıldığı için, ihmal edildiği için bir Kürt meselesi vardır. Bu geri kalmışlığı, ihmal edilmişliği ortadan kaldırırsak sorunda biter diye düşünülmektedir. Yani bir kez daha devlet, etno-politik nedenleri görmezden gelmektedir. Mesut Yeğin konuyla alakalı olarak; 

“Bölgesel geri kalmışlık söyleminin ortaya çıktığı metinlerin yakın bir okuması, Kürt sorununu ilk kez  bir bölgesel geri kalmışlık sorunu olarak kodlama ayrıcalığının, 1950’lerde ve 1960’ların ikinci yarısında iktidarda bulunan popülist-sağa ait olduğuna işaret etmektedir. 50’li ve 60’lı yılların, Anadolu’nun ulusal bir kapitalist Pazar yoluyla bütünleştirilmesinin başdöndürücü bir hız kazandığı yıllar olduğuna şüphe yoktur.”

Sonuç itibariyle Kürt sorunu devletin resmi kurumları tarafından her zaman çarpıtılarak algılanabilmiştir. İsyanları kimi zaman hilafet ve saltanat yanlısı olmalarına, kimi zaman eşkıya ve çete gibi modernlik öncesi bir yapıya sahip olmalarına, kimi zaman aşiret baskısına, kimi zaman ecnebi kışkırtmasına kimi zaman da ekonomik nedenlere bağlamıştır. Kürt isyanlarının temel noktası kati olarak bilinen bir gerçekliktir. Kürt halkı, Kürt’ün varlığının tanınmasını Kürt kültürünün, örf ve adetlerinin tanınmasını istemektedir. Kürt halkı Türk olmak zorunda bırakılmadan da, bir yerlere gelebilmek istemektedir. Devletin birinci görevi, Kürt sorununun nedenlerini doğru kavramak olmalıdır.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder