7 Ekim 2011 Cuma

GÜNLÜK-2

Uzun zamandır bloga yazmıyorum. Biraz alkolsüzlükten, biraz üşengeçlikten, biraz da zamanımın çoğunu yiyen senaryo çalışmam buna engel oluyor. Başrollerini travestilerin paylaştığı, polisiye-dram tarzında yavaş bir film çıkarmaya çalışıyorum. Ne çok sevdiğim Woody Allen'ın filmleri gibi entellektüel bir yapıda, ne Emir Kusturica gibi bir tarzı olan, ne de Ferzan Özpetek gibi tadı damağında kalan bir çalışma. Kuru, yavan bir hikaye. Ancak kendini izlettirebilir gibi geliyor. Bitirmekte fayda var.

Son zamanlarda eski filmlere takmış durumdayım. Efsanevi filmleri izliyorum. Çoğu bünyede hayal kırıklığı yaratıyor. Basit senaryolara, basit sahnelere zaman içerisinde binbir anlam yükelenerek kült filmler ortaya çıkarılmış. Alfred Hitchcock'u severim, saygı duyalacak adamdır. Ancak Psycho'nun bu kadar abartılmasını doğru bulmuyorum. İyi bir oyunculuk var, müzikler iyi kullanılmış. Peki sonra? Yok küvet sahnesi şöyleymiş, yok bilmemneymiş, insan abartmak istedikten sonra abartabilecek çok şey bulur. Peki Sergio Leone'nin Il buono, il brutto, il cattivo'suna ne demeli? Bir çok Sergio Leone filminden daha kötü olmasına rağmen, abartılmış abartılmış gökyüzünde bir yerlere konulmuş filmdir.

Eski filmler denilince aklıma ilk gelen isim Akira Kurosawa. Adam yazmış, adam yönetmiş, adam çekmiş. Yapmış yani, tüm imkansızlıklara rağmen. Abartacaksanız bu adamın filmlerini abartın.

Arada sırada söylerim, entellektüel kesim, alabildiğine faşist bir zihniyete sahiptir. Okunması gereken kitapları, izlenmesi gereken filmleri, dinlenmesi gereken müzikleri, konuşulması gereken konuları, giyilmesi gereken kıyafetleri, içilmesi gereken içkileri, yenilmesi gereken yemekleri, gidilmesi gereken yerleri, sevilmesi gereken kadınları-erkekleri her şeyi ama her şeyi belirlemiştir. Bunların dışında hareket ederseniz entellektüel değilsinizdir. Bazı yönetmenleri, yazarları, sanatçıları beğenmeme gibi bir şansınız yoktur. Onlar beğenilmek için varlardır, tanrıların bir lütfudurlar. Entellektüellerin orta yerine sıçasım geliyor. Faşizmin kölesi olmuş dogmatik akıllarının taklitten öte yaptığı bir şey yok.

Günlüğü günlük tutar gibi değil de, düşünce tutar gibi tutuyorum. Hani düşünüyorum, boşa gitmesin der gibi. Bu son derece büyük bir egonun işareti aslında. Düşüncelerim kaybolup gidemeyecek kadar önemli der gibi, benim düşündüklerimi insanlar düşünemez, ben onlara göstermeliyim der gibi. Hepimiz kendimizi büyük gören, bencil varlıklarız. Bu yüzden yaşamaya katlanabiliyoruz, bu yüzden her gün kalkıp okula gidecek, işe gidecek gücü kendimizde bulabiliyoruz.


Çoğu insan önyargısız olduğunu, bencil olmadığını, yalancı olmadığını filan düşünür. Halbuki hepsi bizde mevcuttur. Çok basit bir olayda bile nasıl bir önyargı sahibi olduğumuzu görebiliriz. İki otobüs olduğunu hayal edin, birinde gayet işin gücünde insanların giyim tarzıyla oturmuş hareket etmeyi bekleyen insanlar olsun, diğerinde de saçma sapan olarak adlandırılan aslında derin bir anlamı olan punk tarzında giyinen insanların oturmuş beklediğini düşünün. Hangi otobüse binersiniz? Ön yargılarımızın esiri olarak yaşıyoruz, karar veren bizler değiliz aslında, bizi biz yapan çevremiz, toplum. Bu yüzden her ceza alan insandan sonra, topluma da bir ceza verilmeli. Birinin işlediği suç, aslında hepimizin işlediği suçtur.

Ailenin varlığını kabul etmeyen biriyim. Tüm kötülüklerin anası aile kurumu olabilir. Körpecik bedenleri, savunmasız akılları, ne olduğu belli olmayan ebeveynlere teslim ediyoruz ve tek dayanak noktamız anne-babanın çocuğu için en iyisini bilip ona göre hareket edeceğini düşünmek. Anne-babaların çarpık düşünce sistemine göre yetişen çocuklardan, kendisi gibi olmalarını kendisi gibi davranmalarını, birer birey olmalarını bekliyoruz. İyi de 20 yaşına gelene kadar, düşünceleri yumruklanmış, konuşmaları sansürlenmiş, davranışları cezalandırılmış bir köleden, süper bireyin çıkabileceğini nasıl ümit edebiliyoruz?

İkili ilişkilerin garip bir tarafı var. Ne kadar uğraşırsan uğraş, bitmeye mahkumlar. Sevgilinle olan ilişkin, karınla olan ilişkin, dostunla olan ilişkin. Hepsi gün geliyor bitiyor. Geriye yıllarca çektiğin sıkıntıların yanında, mutlu bir kaç gün kalıyor. İşin garip tarafı, genelde en çok ihtiyacın olduğu dönemlerede bu ilişkilerin bitmesi ve hala sevdiğin insanların seni artık bir yük olarak göremeye başlamaları. Sevgi, dostluk gibi manevi kavramların pek bir önemi yok artık, statünün, paranın önemi var. En azından bunun nasıl edinildiğinin bir önemi olmalıydı ancak onun da bir önemi kalmamış. Peynirden daha fazla yemeye çalışan sıçanlar gibiyiz. Körler dünyasında tek gözlü olduğu için sevinmeli mi insan?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder