17 Aralık 2011 Cumartesi

Bir Sarhoşun Notları

Gerçek aşk diye bir safsata almış başını gidiyor. Neymiş efendim, gerçek aşk denilen bir olgu varmış. Genellikle tek bir kişiye karşı duyulabilen hislerden oluşan bu olgu, karşındaki insanın güzelliğinden, zekasından, kültüründen ve bilimum davranış biçimlerinden bağımsız olarak yani nedensizlik üzerinden vuku buluyormuş. Ancak herhangi bir seçim, yönelim için bir nedensizlikten bahsedilebilir mi? Kendimize itiraf etmemiş olmamız ya da henüz nedenini bilmiyor olmamız ortada bir neden olmadığını gösterir mi? Hadi biz tüm bu soruları görmemezlikten gelip ortada bir neden olmadığını kabul edelim ve bir insana aşık olduğumuzu varsayalım. Aşık olduğumuz insana, aşık olduğumuzu bırakın maşuka, kendimize itiraf ettiğimiz andan itibaren, yani aşık olduğumuzu farkettiğimiz andan itibaren artık ortada aşk yoktur. Çünkü gerçek aşk söylemi, çıkarsızlığa, çıkarsızlık da nedensizliğe dayanır. Biz birine aşık olduğumuzu farkettiğimiz andan itibaren, artık araya nedenler, nasıllar, neler girmeye başlar. Bu da aşkın nedensizliğine, çıkarsızlığına vurulmuş bir darbedir. Bu durumda aşk ancak aşık olmadığımız ya da en azından bunun farkında olmadığımız zamanlarda gerçek olabilir. Peki sevme eylemi bundan ayrıksı mıdır? Tabi ki hayır, bir insana sevdiğimizi söylememiz için yalan söylememiz gerekir. Sevmek duygusu ana aittir, an itibariyle seversiniz, siz sevdiğinizi hissettiğiniz anda sevme işi geride kalmıştır, bunun dile dökülüş aşaması, artık işin sahtekarlığına girer. Bu yüzden öyle romantik ayaklara yatıp, gerçek aşktan, sevgiden bahsetmenin manası yoktur.

Ben insanların birbirlerine "sevişelim mi" diye sorabilmesinden yanayım. Yani bir insan hiç tanımadığı bir insana gidip "sevişelim mi" diyebilmeli. Ancak öyle bir noktadayız ki, değil bunu sormak, "konuşabilir miyiz" demek bile dayak sebebi olabiliyor. Bir insanın bir diğer insanla konuşmak istemesinden, sevişmek istemesinden daha insani ne olabilir? Bunun karşısında kadının vereceği olası bir "hayır" cevabı erkeğin kendisini geri çekmesi için yeterli olmalı. Ya da tam tersi bir kadının erkeğe yaklaşmasında da geçerli olmalı. Kadınların maruz kaldıkları, tacizlerin, tecavüzlerin, şiddetin tabi ki farkındayım. Ancak ortada ikiyüzlü bir tutumun olduğunun da farkındayım. Hali vakti, kültürü, karizması yerinde bir erkeğin kadına yaklaşmasında karşılaştığı tavırla, bunun tam tersi konumda bir erkeğin kadına yaklaşmasında karşılaştığı tavrın birbirine çok uzak noktalarda duruyor olması da günümüz kadınlarının ayıbıdır.

Bilimi önemseyen biriyim. Ancak bilimin putlaştırılmasına, dogmatikleştirilmesine, felsefenin alanından çıkartılmasına karşı bir duruş sergilerim. Bilimde çoğu zaman, inancı, inanışları aşağılama durumu vardır. Ne var ki bilimin kendisi de inanmaktan gelir. Öncelikle bilim insanının araştırdığı konuyu seçmesinde çevresinin etkisi vardır, toplumsal kurallar, ahlak ve normlar, bilim insanını inceleyeceği konuya yönlendirir. Bu incelemeye giriştikten sonra bazı bilimsel önkabullerde bulunur, bunlar tamamiyle önceki bilgilere inanmaktan ibarettir. Sonra üretilen bilginin, yanlışlanabilirliği test edilir, ancak bu test etme işi de önceki bilgilerin doğruluğunun kabulüne dayanır. Yani sonuç itibariyle bilim dediğimiz şey de, inançlarımızla var olur. Gözümüzün doğru gördüğüne inanmaktan başlar, mikroskopların doğru gösterdiğine inanmakla devam eder. Ortada var olan şey sadece inanmaktır.

Binlerce legal Kürt siyasisi ya da bu siyasetin içerisinde bir şekilde bulunan insanlar son zamanlarda KCK operasyonları adı altında içeriye alınıyor. Dün yine haberlerde bu gözaltılar varken, babam; "dışarda kürt bırakmayacaklar" dedi. Kendisi koyu bir AKP'cidir, belirtmekte fayda var. Abim ve müstakbel yengemden babama itiraz geldi, "onlar Kürt mü, PKK'lı". Yani PKK sempatizanı ise bu insanlar, her şeyi hak ederler gibilerinden bir algı hakim. Tutuklamalara, gözaltına alınmalara maruz kalan insanların hepsinin PKK sempatizanı olmadıklarını net bir şekilde biliyoruz, velev ki hepsi PKK sempatizanı olsun. Bu insanlar insan mı öldürmüşler, bombalı eylememe mi katılmışlar, PKK'nın ideolojik çerçevesini mi oluşturmuşlar? Halk da oluşan KCK operasyonları algısı oldukça tehlikeli bir boyutta. KCK'den içeriye alınanların kafalarını taşla ezseler, bu halkın yarısı alkış çalacak haleti ruhiyede. Yazıklar olsun insanlığını kaybedenlere.

Kürt sorunu mevzusunu ne zaman konuşmaya başlasak önümüze getirilen argümanlardan bir tanesi; "ama ayrılmak istiyorlar, devlet istiyorlar" söylemidir. Vah, vah ne kadar da kötü bir şey istiyorlar, hiç olacak şey mi? Nasıl ayrı bir devlet isterler, ayıp değil mi? Defalarca kez söyledim, Kürtler'in genelinin bağımsız bir Kürdistan Devleti ülküsünü taşıdıklarını düşünmüyorum. Taşıyor olsalar dahi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, tartışalamaz bir haktır. Bunu söylediğimiz zaman, bir karış toprak vermeyiz diyen insanlar, İncirlik Üssü'nü görmezden gelebilmektedirler. İncirlik'in kapatılması için, Amerika ordusunun defedilmesi için sokaklara dökülen sosyalistleri, komünistleri, anarşistleri linç etmek isteyenler, yine bu, bir karış toprak vermeyiz diyen sözde vatanseverlerdir.

Kazan Vadisi'nde İranlı sekiz PKK mensubu öldürülmüş. İran cenazeleri kabul etmemiş. Bunun üzerine var olan yönetmelik, defin işleminin Malatya'da gerçekleştirilmesi yönünde. Ancak, öldürülen gerillaların aileleri, cenazeyi ziyaret edebilmeleri için, defin işleminin sınıra yakın bir yerde gerçekleştirilmesini istemiş. 52 gündür bu çileli durum devam ediyor. BDP'nin tüm girişimlerini cevapsız bırakan devlet, Sırrı Sakık'ın RTE'yle yapmış olduğu iki dakikalık görüşmenin ardından gerekeni yapmış, defin işlemini Hakkari'ye aldırmış. Recep Tayyip'e helal olsun demekle birlikte, Recep Tayyip'in ağzından çıkacak iki cümleye bakan, 52 gündür işlem yapmayan, devletin kurumları ne işe yarar, bu nasıl bir cumhuriyettir, bu nasıl bir demokrasidir sormak lazım.

Gün geçmiyor ki, hukuk adı altında, üniversitelilerimizin düşüncesine, hayatına ket vurulmasın, akılları, sözleri ellerinden alınmasın. Üniversiteli Rıdvan Çelik BDP mitinginde marş söyleyip slogan attığı gerekçesiyle 14 yıl 7 ay hapse mahkum edildi. Geçenlerde Festus Okey'in katiline 4 yıl verilmişti. Aradaki farkı siz hesaplayın artık. Bir üniversite öğrencisi, sadece marş söyleyip slogan attığı gerekçesiyle, üye olmadığı örgüt adına suç işlemekten bu cezayı alıyorsa, bu insan cezaevinden çıkınca ne yapar, ne düşünür nasıl hareket eder, bu insanın arkadaşları eşi dostu, ailesi ne düşünür nasıl hareket eder, neler yapar? Nasıl bu kadar mantıksız olabiliyoruz, nasıl bu kadar pervasızca hareketlerde bulunabiliyoruz? Nasıl bir adalet, nasıl bir hukuk anlayışımız var?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder