18 Ocak 2012 Çarşamba

ERMENİ MESELESİ


Ermeni Meselesi ve Soykırımın Kavramsallaştırılması

Öncelikle başlığın ismi hakkında hasbihal etmekte fayda var. Başlığı Ermeni Soykırımı mı, Ermeni Sorunu mu, Ermeni Meselesi mi koymalıyım diye düşünürken; Ermeni Soykırımı üzerine çalışmalarıyla tanınan Tessa Hoffman'ın sözlerine denk geldim; "Ermeni Sorunu bugün, soykırımla eş anlamlıdır. Soykırım kelimesini kullanmamak, kullanmak istememek durumlarında, Ermeni Sorunu ya da benzeri kavramlardan söz edilmektedir."

Bizde ise Ermeni Soykırımı, çok daha basit ve çok daha acı verici bir şekilde tahrif edilmiş ve kavramlaştırılmıştır; "Sözde Ermeni Soykırımı". 20. yüzyılın erken döneminde yaşananlar soykırım olsun ya da olmasın, insanların acıları üzerinden, sözde diyerek bahsetmek, en hafif tabirle, acımasızlık ve gaddarlıktır. Bu söylemi içselleştiren insanlar genellikle günümüz Ermenileri’nin, daha doğrusu Ermeni diasporasının da Türklerin acılarını paylaşmamaları üzerinden hareketle, kendi tavırlarını haklı görürler. Ancak bir başkasının eksikliği, bir başkasının fazlalığı anlamına gelmez. Öncelikle saygı göstermeyi, insanların acılarını paylaşmayı öğrenmemiz gerekiyor. Saygı göstermeyi öğrendikten sonra, Ermeni Soykırımı var mıdır, yok mudur tartışması içerisine girebiliriz. Bu yüzden okuyanlardan ricamdır. Meseleye saygısı olmayanların, bundan sonraki yazacaklarımı okumasına gerek yok. 

Başlığın Ermeni Meselesi, Soykırımı ya da Sorunu olarak kullanılmasının, birbirinden bir farkının olmayacağını anlattıktan sonra, soykırım kavramının ortaya çıkışını, kavramlaştırılmasını ve dayanaklarını ortaya koymamız gerekir. Soykırım (jenoside, genocide) genel kabule göre 1944 yılında Polonya Yahudisi Raphael Lemkin tarafından kavramlaştırılmıştır. Raphael Lemkin bu tanımlamayı yaparken, Yunanca "ırk" anlamına gelen "genos" ile, Latince'de "katletmek" anlamına gelen "cidium"un, Fransızca'ya geçtiği şekli olan "cide"yi birleştirmiş ve amiyane tabirle bir ırkı katletmek anlamına gelebilecek "genocide"i türetmiş, üretmiştir. 1944'de ortaya atılan kavram, 1948'de Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmiş, 1951'de yürürlüğe girmiştir. SSECS(Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi)'nin 2.maddesinde soykırım;

"Ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir öbeğin tümünü ya da bir bölümünü yok etme niyetiyle; 
-Öbek üyelerinin öldürülmesi;
-Öbek üyelerine fiziki ya da ruhsal açıdan zarar verilmesi;
-Öbeğin, fiziki varlığını tümüyle ya da kısmen sona erdirecek yaşam koşullarıyla yüz yüze bırakılması;
-Öbek içi çoğalmanın engellenmesi;
-Öbek bünyesindeki çocukların başka bir öbeğe aktarılması;
eylemlerinden herhangi birinin işlenmesi" şeklinde tanımlanmıştır.

Soykırımın Birleşmiş Milletlerce kabul edilmiş bu tanımı bize açıkça gösteriyor ki, bir uygulamanın soykırım olarak adlandırılması için, soykırımın uygulandığı öbeğin, tamamiyle ortadan kaldırılmış olması gerekmediği gibi, öbeğin içerisinde toplu öldürmelere girişmiş olmaya bile gerek yoktur. Sistemli olarak verilen ruhsal zararlar ya da bir öbek içerisindeki çocukların alınıp, egemen öbek içerisindeki ailelere teslimi dahi soykırım olarak adlandırılabilmektedir. Yani madem soykırım yaptık, o halde neden hala Ermeni yaşıyor demek, mantıktan, izandan uzak, sığ bir aklın ürünüdür. Öncelikle bu yanlış soykırım tanımımızı değiştirmemiz gerekir.

Son olarak SSECS'nin giriş bölümünde; tarih boyunca bir çok soykırım olayının yaşandığının belirtildiğini gözardı etmememiz gerekir. Ayrıca soykırımı kavramsallaştıran Raphael Lemkin, kavramsallaştırma sürecinde Simele Katliamı, Holokost ve Ermeni Kırımı'ndan etkilendiğini açık bir şekilde belirtmiştir. Bu yüzden soykırımın Birleşmiş Milletlerce kabul edilen soykırım tanımından hareketle bir Ermeni Soykırımı vardır demeden önce, aklımıza, vicdanımıza, insanlığımıza danışmamız gerekir. Lemkin'in soykırım tanımı, zaten 1915 olayları dikkate alınarak üretilmiş bir tanımdır. Bu tanıma bakarak yapacağım tek değerlendirme, 1915 olaylarının soykırım olduğu olabilir. Ancak bu değerlendirme, kolay kaçan, tatminkar olmaktan uzak olur. O yüzden 1915'e nasıl gelindiğini, tehcirin nedenlerini tek tek açıklamamız gerekir. 

Osmanlıcılık Akımı

Ümmetçilikten dili yanan Osmanlı, devletin bekası için Osmanlıcılık fikirlerini benimsemeye başladı. Gerek Avrupa topraklarında kalan milletlerin, gerekse Anadolu'daki gayrimüslimlerin, Osmanlı'yı kendi devletleri olarak görmeleri, benimsemeleri için bir dizi fermanlar hazırlandı. Bunların en bilinenleri Tanzimat ve Islahat fermanlarıdır. 

Sultan Abdülmecid'in tahta çıktığı yıl, 1839'da, okunan Tanzimat Fermanı, madde madde yapılacakların sıralandığı bir metin değildir. İçerik dağınık ve karışıktır. İçeriği kısaca özetleyecek olursak;

"-Mali güce göre vergilendirme;
-Devlet harcamalarının hukuka dayandırılması;
-Zorunlu askerliğin adilleştirilmesi;
-Herkesin yargılanma hakkının tanınması, keyfi idamların önüne geçilmesi;
-Mülkiyet ve miras hakkı
-Kanunların üstünlüğünün kabulü" diyebiliriz.

Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı'nın öncülü olarak kabul edilebilir. Müslim-gayrimüslim arasındaki bazı eşitsizlikleri giderilmiş, hukukun üstünlüğü kabul edilmiştir. Islahat Fermanı ise yine Sultan Abdülmecid zamanında, 1856 yılında ısdar edilmiştir. Tanzimat Fermanı'na nazaran çok daha kapsamlı, çok daha eşitlikçi söylemlerle yazılmıştır. Islahat Fermanı'yla;

"-Gayrimüslim din adamlarına maaş bağlanmasını;
-Hıristiyan rahiplerin menkul ve gayrimenkullerinin garanti altına alınmasını;
-Gayrimüslimlerin kendi işlerini gördürmek için, her cemaat tarafından bir meclisin kurulmasını
-Gayrimüslimlerin ibadethane, okul, mezarlık ve hastanelerinin tamirine ve yenilerinin açılmasına engel olunmamasını;
-İbadet özgürlüğünün tanınmasını;
-Mezhep, dil ve cinsiyet ayrımcılığına son verilmesini;
-Din ve mezhep değiştirmenin önündeki engellerin kaldırılmasını, islamiyetten vazgeçenlerin idam edilmesinin kaldırılmasını;
-Gayrimüslimlerin memur olabilmelerini;
-Gayrimüslimlerin istedikleri okula gidebileceklerini;
-Gayrimüslimlerin de askere alınabilmesinin önünün açılması, istemedikleri taktirde, bir bedel karşılığı askerlikten muaf tutulmalarını;
-Vergilendirmede din ayrımının ortadan kaldırılmasını;
-Yabancıların Osmanlı topraklarında mülk edinebilmesini;
-Gayrimüslimlerin de eyalet meclislerine girebilmelerini;"
padişah kabul etmiş, bu fermanın uygulanacağına dair yemin etmiştir. 

Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla yapılmak istenen oldukça nettir. Osmanlı'nın tüm halklarıyla birlik olmasının sağlanması, Osmanlı içerisindeki farklı kavimlerin, Osmanlı'yı devleti olarak görüp, ayrılma ihtiyacı hissetmemelerini sağlamaktı. Nitekim fermanlar istenilenin gerçekleşmesini sağlamamış; fermanlarla verilen hakların büyük bir çoğunluğu 1892'de geri alınmıştır; "1892'de özel mekanlarda ayin yasağı; özel okullardan mezun olan çoğu Ermeni değişik dinlerden etnik azınlık mensuplarının kamu hizmetlerinde görev yasağı, Halife Ömer'in kelamıyla uyuşmayan tüm kitapların sansür edilmesi, hangi dilde olursa olsun İncil'den alınmış bölümlerin yayımının yasaklanması gibi uygulamalar"1 bunu kanıtlar niteliktedir.

Bununla birlikte Tanzimat ve Islahat fermanları, müslüman olanla olmayanın arasındaki eşitsizliği göstermesi açısından önemlidir.

Hamidiye Alayları

2.Abdülhamit zamanında, Osmanlıcılık fikirleri terkedilip, yeniden ümmetçiliğe dönüldü. Bu dönüşün başlangıcını 93 Harbinin ya da diğer bir isimle 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinin sonucunda imzalanan Berlin Antlaşması'nda görebiliriz. Balkanlar ve dolayısıyla Avrupa'daki etkisini neredeyse tamamiyle kaybeden Osmanlı, bir de üzerine Ermenilerin Berlin Antlaşmasıyla imtiyaz kazanmalarından dolayı Osmanlıcılık düşüncesini terketmek zorunda kalmıştır. Ümmetçiliğe dönüşle birlikte, doğu ve güneydoğu bölgelerinde müslüman Kürtlerin, gayrimüslimlere karşı kullanılabilmesi için girişimler başlatıldı. Bu girişimlerin en somut örneğini Hamidiye Alayları oluşturur. 1890'lı yılların ilk yarısında kurulan ve genişleyen Hamidiye Alaylarının kuruluş amacı;

“Askeri disiplin içine alınan aşiretlerden Doğu Anadolu için kolluk kuvveti olarak faydalanmak, düzenli süvari birlikleri oluşturarak, olası bir Rus işgaline karşı elde hazır kuvvet oluşturmak, dış tahriklere kapılan ve isyana kalkışacakları açık olan unsurları yola getirme, aşiretleri iskan ettirmek ve bunları medenileştirmek; onları disiplin altına alarak eğitmek, aşiret kavgalarına son vererek bu yöndeki bütün potansiyeli devlet lehine kullanmak, bu vesile ile yol, köprü, okul binaları vs. yaparak Doğu Anadolu’nun imarına çalışmak.”2 

“Hamidiye Alayları ile, Kürtleri Rusya karşısında güçlü bir askeri siper, İran’a karşı saldırı aracı durumuna getirme amacı yanında önemli amaçlarından biri, Kürtleri Türk idari makamlarının sıkı gözetimi altında durmaya alıştırmaktı. Bununla birlikte, Hıristiyan ulusal azınlıkların, özellikle de Ermenilerin yükselen özgürlük hareketlerine karşı kullanmak amacıyla kuruldu”3

“Hamidiye Alayları’nın kuruluşunun direkt hedefi, Ermeni  terörizminin daha fazla dallanıp budaklanmasını önlemekti.”4

“Hamidiye Alayları’nın Kürtleri sultana bağlamak, Doğu’da dengeleri devlet lehine değiştirerek aktif bir politika sürdürmek, İngiltere ve Rusya’ya karşı alternatif bir önlem oluşturmak gibi nedenlerle kurulduğu”5 olarak ifade edilebilir.

Bu amaçlarla kurulan Hamidiye Alayları'nın sayısı hızla artacak, önemli bir güç haline gelecektir. Ermenilere karşı zulmeden bir mekanizma haline dönen Hamidiye Alayları, İTC'nin iktidarı ele geçirmesiyle beraber, lağvedilme dönemine girecek, çok kısa bir zaman içerisinde bağımsız bir ordu statüsüne son verilip, 9.kolorduya bağlı birlikler haline getirileceklerdir. İtiraz eden aşiret reisleri, ülkeyi terketmeye zorlanırken, daha önce orduya subay yapılmış, aşiret çocuklarının da rütbeleri indirilecek, aşiret mektepleri kapatılacaktır. Sonuç olarak; Hamidiye Alayları'nın kuruluşu ve kuruluşundan sonra yaptıkları Ermeni milliyetçiliğinin, Hamidiye Alayları'nın lağvedilme süreci de Kürt milliyetçiliğinin artmasına neden olmuştur denilebilir. 


1915'in Habercisi, 1909 Olayları

1908'de meşrutiyet ikinci kez ilan edilirken, Ermenilerle İTC'nin arası oldukça iyiydi. Hatta, örgütlenmesini büyük öçüde Avrupa'da gerçekleştiren İTC'nin, Anadolu'dan taraftar bulabilmesi ve örgütlenebilmesi, Ermenilerin destekleriyle mümkün olabilmiştir;

 "1908 Selanik'ten gerçekleştiren İTC'nin Anadolu'da örgütlenmesi yoktur, Anadolu’daki zaafını Ermenilerle kapatmak isteyerek, 1907 tarihinde İTC’nin Ermeni Devrimci Federasyonu’yla işbirliğine girer ve geçici hürriyet baharında bu işbirliğini sürdürmesi İttihatçıların Anadolu’da örgütlenebilmesine yöneliktir. Bu sayede İttihatçılar Anadolu’ya Taşnaklar kanalıyla gazetelerini ulaştırabilmiş ve Anadolu’da örgütlenmişlerdir.”6

İTC ile Ermeniler'in arasını açan ilk olay 1909'da Adana'da çıkan olaylardır.Yanlış bilinenin aksine, Ermeniler Türklere, Osmanlı'ya karşı kin besleyen bir millet değildir. Sadece bağımsızlıkların kazanmalarına karşı olanlarla bir mücadele içerisine girmişlerdir. İTC ile giriştikleri bu işbirliği bunu kanıtlar niteliktedir. 1909 olaylarından sonra ise, Ermeniler İTC'nin politikalarından uzaklaşmaya, Rusların bağımsızlık sözlerine güvenmeye başlamışlardır. Taşnakların 1905 ihtilalinde, Rusya Çar'ına karşı mücadele etmiş olduğu unutulmamalıdır. Ermenilerin derdi o millet ya da bu millete dost ya da düşman olmak değil, bağımsızlıklarını kazanmaktır. 1909 olaylarına rağmen, İttihatçılarla Taşnakların işbirliği bir nebzede olsa devam edebilmiştir. Esas kopuş 1914'de savaşın başlamasıyla vuku bulmuştur.

1909'da yaşananların ise, Ermenilerin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla ya da kazanmak istemeleriyle pek bir alakası yoktur. Esas neden, Ermenilerin son yıllarda zenginleşmesi, statülerinin hızla yükselmesi, bunun yanında müslüman nüfusun fakir kalmış olmasından dolayı çıkan çatışma durumudur. Oluşan ekonomik farkın, din üzerinden alevlendirilmesiyle gerginleşen ortamın sakinleştirilmesi için birkaç küçük adımdan fazlası atılmamış, adeta olayların patlak vermesine müsaade edilmiştir. 14 Nisan 1909'da Ermenilerin kiliseden geldiği farzedilen bir haberle dükkanları kapamaya başlaması sonucunda, müslüman halk da bir olayın patlak vereceğini düşünerek dükkanlarını kapatmış, ellerine aldıkları silahlarla, sokaklarda dolaşmaya başlamışlardır.7  Silahlarla dolaşan bu grupların karşısına çıkan gayrimüslimlerin(çoğunluğu Ermeni), Müslümanların ileri gelenlerinden İmamzade Nuri'yi öldürmesiyle olaylar tamamiyle kontrolden çıkmış, Bab-ı Ali'nin konuya hakimiyetinin zayıf olması ve yerel yöneticilerin taraflı müdaheleleriyle olaylar iyiden iyiye büyümüştür.8
İngiliz, Fransız ve Rus donanmalarının Mersin limanına yaklaşmasıyla durumun vehameti anlaşılmış, ancak o zaman Bab-ı Ali olayları kontrol altına almak için tüm gücüyle uğraşmıştır. 

Olayların bastırılmasının ardından, mahkemeler kurulmuş, gerek Müslüman halktan gerek gayrimüslimlerden bir çok kişi yargılanmış ve tutuklanmış, bir çok kişi de idam edilmiştir. İdam edilenlerin büyük bir çoğunluğunu müslümanlar oluşturmuştur. Adana olayları esnasında öldürülen Ermeni sayısı 17bin civarı iken, öldürülen müslüman sayısı 1850 civarıdır. Kendilerinin on kat daha fazla kayıp vereceğinin farkında olan insanların, müslüman halka karşı ayaklanmış olma ihtimali, sanırım pek mantıklı bir bakış açısı olmaz. Lakin benim derdim, kimin kimi daha çok kestiğinden ziyade, yaşanan olayın sonuçlarıdır. 1909 olayları açık bir şekilde, 1915'de yaşanacak olanların habercisidir. İttihatçıların altı yıl boyunca bunun önlemini neden almamış oldukları sorgulanmalıdır. 

Ve 1915

1915 Ermeni Tehciri, kimilerine göre soykırımdır, kimilerine göre soykırım olarak adlandırılamaz. Ancak hemen hemen herkesçe kabul edilen, bazı nahoş durumların yaşandığı gerçeğidir. Şimdi bazı çevrelerin nahoş dedikleri olaylara daha derinlemesine bakmaya çalışalım.

1915 olaylarına giriş yapmadan önce, 1909-1915 arasındaki dönemde yaşananlara kısaca göz gezdirmekte fayda var.  1911’de Trablusgarp Savaşıyla Afrika’dan tasfiye edilen Osmanlı, 1912’de de Balkan Savaşlarıyla Avrupa’dan tasfiye edilmiştir. Osmanlı’nın bu toprak kayıpları sonucunda, kendilerine olan güvenleri artan Ermeniler, 1912-1914 tarihleri arasında, yoğun bir şekilde ayrılıkçı fikirlerle hareket ederek, 1914 yılında bir özerklik koparmayı başarmışlardır. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması fırsat bilinerek, bu özerkliğe izin verilmemiştir. 1914 yılından sonra, Osmanlı Ermenileri üçe bölünmüşlerdir diyebiliriz. Bir kısmı, kendilerine devlet vaat eden, Rusya’ya iltica etmiş, ve Rusya’nın gönüllü Ermeni birliklerini oluşturmuşlardır. Bir kısmı her iki tarafa da katılmayı reddederek dağlara kaçmış, bir kısmı da Osmanlı birlikleri içerisinde askerliği tercih etmişlerdir.

Tehcir kararının ne zaman alındığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, tehcir kararının alınmasındaki temel neden, Van’da başlayan Ermeni ayaklanması olarak gösterilmiştir. Diğer Ermenilerin de ayaklanmaya katılabileceklerini düşünen İttihatçılar, tehcir uygulamasına karar vermiş, İstanbul ve İzmir dışında kalan tüm bölgelerdeki Ermenilerin sürgününe karar vermişlerdir. Bu karar verildiğinde Ermenilerin başına ne geleceğini İttihatçıların liderlerinden Talat Paşa açık bir şekilde bilmektedir. 6 Temmuz 1914’de Talat Paşa mecliste bir konuşma yapıyor. Konuşmasında Rumların neden “Zor” bölgesine iskan edilmediğini açıklarken; muhacirleri oralara gönderip, çöllere serpecek olsaydık, cümlesi açlıktan ölürlerdi10 diyor. Bundan sadece on ay sonra, Ermenilerin bir kısmı bu bölgeye gönderiliyor. Gerçekten de Talat Paşa, bu yolculuk esnasında ve sonrasında Ermenilerin birçoğunun öleceğinin farkında değildi diyebilir miyiz? Tehcir esnasında görevli olanların askerden ziyade yerel milisler olması, güya Ermenilerin güvenliğinin sağlanması işini yerel milislere vermek, kuzuyu kurda emanet etmek değildir de nedir? Daha düne kadar birbirini öldürenlerden bir kısmını alıp silahsız bir şekilde vagonlara doldurup, diğer kısmının da eline silah verip bunlara şu bölgeye kadar, bu bölgeye kadar eşlik et demek, bunların icabına bakın demek değildir de nedir?

1915’de ne oldu sorusuna cevap ararken, Talat Paşa’dan faydalanmaya devam edelim; “Talat Paşa’nın iradesiyle hiçliğe sürülen Ermeniler, Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri, başıbozuklar, adları değişmiş Hamidiyeler, Adalet bakanlığı emri ile hapishanelerden çıkarılmış katillerin, hemen şehir dışında başlayan saldırılarına maruz kaldılar. …Soykırımda sadece insanlar kırılmadı, kültürler ve dinler de mahvedildi. Hayatta kalanlar Müslüman olmaya zorlandı, kadınlar Müslümanlarla evlendirildi, 13 yaşından küçük yetim çocuklar Türkleştirildi. Ermenilerin, Asurilerin, Süryanilerin kökü kazındıktan sonra, Talat Paşa, 1916 yılında, Alman Büyükelçisinin sorusunu “la question armenienne n’existe plus” (Ermeni sorunu artık yoktur!) diye yanıtladı.”11

Hükümet görevlilerinin söyledikleri bununla sınırlı değil. “Dönemin Meclis-i Ayan üyesi, eski vali ve dahiliye nazırı ve de İttihat Terakki’nin ‘artçı kabinesi’ olarak bilinen Ahmet İzzet Paşa hükümetinde Şûra-i Devlet başkanı olarak görev yapan Reşit Akif Paşa, 21 Kasım 1918 günü Ayan Meclisi’nde 1915 dönemini ele alan konuşmasında; “25-30 güne vasıl olmayan (İzzet Paşa) kabine(sin)deki yakın dönemdeki hizmetinde öğrendiğim bazı gizli şeyler vardır. Bu cümleden olmak üzere tuhaf bir şeye tesadüf ettim. Bu tehcir emri resmi olarak mahut Dahiliye Nazırı tarafından verilmiş, vilayetlere tebliğ edilmiş. Bu resmi emri takiben ise çetelerin koşup melun vazifelerini yerine getirmeleri için Merkez-i Umumi tarafından uğursuz emirler her yöne tamim olunmuştur. Binaenaleyh, çeteler meydan almış mukatele-i zalime yüz göstermiştir.” Der.”12

Yine dönemin İttihat ve Terakki üyelerinden genel sekreter Mithat Şükrü Bleda, katliamın faillerinden Dr. Reşit Beyle aralarında geçen bir anekdota anılarında yer vermiştir; “-Siz dedim, hekimsiniz… Nasıl oldu da bunca insanın yakalanıp ölümün kucağına atılmasına göz yumdunuz? Doktor Reşit Bey yüzüme baktı ve uzunca bir sükuttan sonra, en az benim kadar sert bir lisanla, cevap verdi; -Hekim olmak bana milliyetimi unutturamazdı. Reşit, elbette bir doktordur ve doktorluğun gerektirdiği çerçeve içinde davranışlarını ayarlamak zorunda idi. Ne var ki Doktor Reşit her şeyden önce dünyaya bir Türk olarak gelmişti. Milliyetim her şeyden önce gelir.”13

Bakanlık görevinde de bulunmuş bir siyasi olan Hasan Fehmi Ataç’ın, Ekim 1920’de yaptığı meclis konuşması da dikkate değerdir; “Tehcir meselesi, biliyorsunuz ki, dünyayı velveleye veren ve hepimizi katil telakki ettiren bir vaka idi. Bu yapılmazdan evvel alemi nasraniyetin bunu hazmetmeyeceği ve bunun için bütün gayz ve kinini bize tevcih edeceklerini biliyorduk. Neden katillik ünvanını nefsimize izafe ettik. Neden o kadar azim, müşkül bir dava içine girdik. Sırf canımızdan daha aziz ve daha mukaddes bildiğimiz vatanımızın istikbalini tahtı emniyete almak için yapılmış şeylerdir.”14

Dönemin hükümetlerinde yer almış bu isimlerin konuşmaları, hatıraları ve anlattıkları çok değerli bilgilerdir. Bize, Ermeni Tehciri kararını alanların bu tehcir esnasında Ermenilerin ne yaşayacaklarını iyi bildiklerini  ve hatta başlarına gelen bir çok olayı da, bizzat devlet içerisindeki güçlerin organize ettiğini göstermektedir. Şimdi de bazı yabancı kaynakların yorumlarına bakalım;

“Jandarmaların, çeşitli çetelerin, sık sık da yerel Sünni Kürtlerin katılımı ile Ermeni erkekleri, kadın ve çocuklardan ayırıp, hemen katlettirdi, diğerlerini ise tehcir sırasında ve sonunda da Suriye’deki çöl toplama  kamplarında öldürttü. …1918’de Rus ordusunun Erzurum’dan çekilişi sırasında Ermeni milisleri zulüm ve intikam cinayetleri gibi ağır suçlar işlediler. Ancak, bunlara dayanarak her şeyi sivil savaş olarak nitelendirmek, yani iki taraflı bir savaş olduğunu ve zayıf olan tarafın kaybettiğini ve yok olduğunu iddia etmek, bilimsellikten ve ciddiyetten uzak, saçma bir tezdir. Yahudilerin Varşova isyanı ve Almanlara karşı Rusya’yı destekleyen gerilla faaliyetlerini gerekçe göstererek, Yahudi jenosidini bir sivil savaşın doğal sonucu olarak açıklamak akıl ve mantığın kabul etmeyeceği bir şeydir.”15

“Jön Türkler dış dünyadaki saygınlıklarını korudukları sürece Müslüman fanatizmi üzerindeki baskıyı sürdürdüler.  Ama bu baskı kaldırıldığında, laikliğe yöneltilen muhafazakar nitelikli suçlamalar da azalmaya başladı. Artık Hıristiyan azınlıkların baskıdan yakındığı vilayetlerde teftişe çıkan yabancı müfettişler yoktu… Osmanlılar bu esnada sultanın Ermeni tebaasının, çar ordularını bir tür kurtarıcı gibi görerek Anadolu’da ilerlemelerine yardım etmelerinden korkmuşlardı. 1915 Mayısı’nda Osmanlı yetkilileri tüm doğu vilayetlerindeki Ermenilerin bölgeden çıkmaları ve Kuzey Mezapotomya’daki kontrollü yerleşim yerlerine gitmeleri yönünde bir karar aldılar. …Ne yazık ki en az 1.300.000 kadar Ermeni ‘nin ölmüş olması mümkün görünüyor. Eğer bu tahmin doğruysa, savaşta ve savaş sonrası dönemde öldürülen Ermenilerin sayısı, Fransa Cumhuriyeti ordularında hizmet gören askerlerin sayısına eşittir.”16

Bu iki tarihçinin yanı sıra doğuda ve güneydoğuda doktorluk yapan Alman Jakob Künzler ve A.B.D’li büyükelçi Henry Morgenthau’dan aktardıkları ilginçtir; “Hemen her durumda işleyiş aynıydı. Oradan buradan 50-100 kişilik gruplan alınır, dörderli sıraya sokulur ve kısa bir mesafe uzaklıkta olan seçilmiş bir yere götürülürdü. Aniden patlayan tüfek sesleri havayı doldururdu ve eşlik eden Türk askerleri kasvetli bir yüzle kampa dönerlerdi…”17

Ermeniler emperyalist savaş boyunca, gerek Osmanlı ordusunda gerek Rus ordusunda hizmet vermişlerdir. Ancak Osmanlı, Türk olanlar dışında kimseye tam anlamıyla güvenmediği için, silah altına aldığı Ermenileri silahsızlaştırmıştır. Yani hem silah altına almıştır,hem de silahsızlaştırmıştır. TTK başkanlığı da yapmış olan Yusuf Halaçoğlu, Osmanlı ordusunda silah altında bulunan 50bin Ermeni’nin Rus ordusuna iltihak ettiğini söyler. Ancak bu ifadesinden daha önce, Başkumandanlık’ın 25 Şubat 1915’te bütün birliklere gönderdiği emirde Ermeni erlerin seyyar orduda ve silahlı hizmetlerde kullanılmayacağını18 ifade ederek, Osmanlı’nın Ermenilere güvenmediğini ve bunu da Ermenilere gayet açık bir şekilde hissettirdiğini, gösterdiğini yine kendisi belirtir.Kendisine güven duyulmayan bir ordudan, kendilerine güven duyulacak bir orduya iltihak etmiş olmaları garipsenmemelidir. Ayrıca askerden kaçmak, tek başına Ermenilere uygulanan politikanın gerekçesi olarak düşünülemez, zira Türkler arasında da asker kaçaklığı oldukça yüksektir. Harbiye İkmal Şubesi Müdür Vekili Miralay Behiç Bey, durumu şöyle özetler; “Firar meselesi öyle bir şekil almıştı ki bugün bir firariyi idam eden manga eratından bazıları ertesi günü kendileri kaçıyorlardı. Yani idam cezası dahi müessir olamıyordu. Bazıları kasten frengi hastalığı alarak askerlikten kurtulmaya teşebbüs ediyorlardı. Nihayet frengili amele taburları teşkiline mecbur olduk.”19

Devletin bu ayrımcı tutumunu, Talat Paşa da oldukça net bir şekilde ifade eder; “Türk devletinin, Türkler de içinde olmak üzere, bütün uyruklarına iyi davranılmasını sağlayan düzenli bir yönetim kurmayı başardığını öne sürmek bir cürettir. Fakat bu konudaki hatayı yalnız Türklere yüklemek de doğru değildir.”20

Ayrıca tüm bunlara rağmen, Osmanlı saflarında savaşa katılan Ermenilerin sayısı oldukça fazladır. Bu sebepten dolayı Enver Paşa Patrik Zaven Efendi’ye bir teşekkür mektubu bile yollamıştır.21

Son olarak Mustafa Kemal’in 1915 olaylarıyla alakalı söylediklerine bakmakta fayda var;

1926’da Emile Hilderbrand’a verdiği mülakatta; “Yuvalarından kitle halinde acımasızca tehcir edilen ve kıyıma uğratılan milyonlarca Hıristiyan teb’amızın hayatlarının hesabı kendilerinden sorulmak gereken Genç Türkiye Partisi”22nden söz eder. Murat Bardakçı ise bu mülakatın varlığından şüphelidir; “Aslında Atatürk’ün Ermeni meselesine bakışının tek cevabı, verdiği mallardır. Atatürk, Ermenilerin öldürdüğü devlet adamlarının ve memurlarının ailelerine büyük maaş bağladı, onlara el konulan Ermeni mallarını kendi imzasıyla verdi. Talat Paşa’nın karısı en büyük maaşlardan biri olan vatan-ı hizmet aylığı alıyordu. Merkezi Umumi üyelerinin eşleri ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın önemli mensuplarının hanımları da vatan-ı hizmet aylığına bağlandı. En yüksek maaşı da Enver Paşa’nın kızı Mahpeyker Hanım aldı.”23

Mustafa Kemal’in yaşananları yanlış ya da kötü bir şey olarak algılamadığını hem Murat Bardakçı’nın aktardıklarından, hem de 21 Şubat 1921’de Public Ledger-Philadelphia muhabirinin sorularına cevap verdiği yazılı demecinden anlamak mümkün; “İngiltere’nin sulh zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya efkarı, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur  olduğumuz karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz. Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi şayet İtilaf Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi evlerine dönmüş olurlardı.”24

O günden bugüne çok şey değişmemiş gibi duruyor. Bugün de bize soykırım yaptınız diyenlere, bunu söylemeyin, kendi yaptıklarınıza bakın diyerek cevap veriyoruz. Başkalarının yanlışlarının, bizim yanlışlarımızı sileceğini ümit ediyoruz, iki olumsuz bir araya gelir de belki bir olumlu çıkar diye umuyoruz.

Peki Bugün Ne Yapmalı?

Günümüzde artık, ölmüş olanları diriltip yargılamamız ve bu yaşananlardan dolayı da hesap sormamız mümkün değil. Yaşananları tarihçiler araştırsın demek de aynı şekilde anlamsız bir hal almış durumda. Tamam tarihçiler araştırsın diyebiliriz, peki hangi tarihçiler? Ermeni tarihçilerle, Türk tarihçilerin anlaşabilmesi mümkün müdür gerçekten? Memlekette Müslüman olmayan bu kadar az insan kalmışken, gerçekten de içinize sindire sindire soykırım olmamıştır demeye devam mı edeceksiniz? Ermeni diasporasıyla anlaşmak oldukça zor, Ermeni diasporasıyla konuşabilmek dahi zor. Bu yüzden diasporanın düşüncelerine angaje olmamış Türkiye’deki ve Ermenistan’daki Ermenilerle konuşmaya ne zaman başlayacağız? Sözde Ermeni Soykırımı demeden konuya girebilmeyi ne zaman öğreneceğiz? Yoksa Ermeni soykırımı vardır diyen Ermenileri öldürmeye devam mı edeceğiz, Ermenilerden özür diliyoruz diyen Türkiye aydınlarını linç etmeye devam mı edeceğiz?

Oldukça uzun bir yazı kaleme aldım. Ancak yazdıklarımın hepsi boş, hepsi anlamsız. Bunlar bugüne kadar bir çok kez yazıldı, bir çok kez çizildi, bir çok kez kendi aramızda konuşuldu. Peki ne değişti? Koca bir sıfır. Bir arpa boyu kadar ilerleyemedik. Bu yüzden yazılanları çizilenleri unutalım, kim nerde ne demiş unutalım. Vicdanımıza, insanlığımıza kulak verelim. Ülkede kalan otuz bin Ermeni olduğunu hatırlayalım. Müslüman olmayan azınlıkların ne kadarının Türkiye’de kaldığını hatırlayalım. İster adına soykırım, isterseniz tehcir esnasında yaşanan talihsizlikler diyin, ancak özür dilemeyi öğrenin. 1915’in yüzüncü yılına üç kala, en azından bunu öğrenin. Kim bilir, belki bunun ardından bir Hocalı özrü de Ermenilerden gelir. 

KAYNAKLAR

1-Sait Çetinoğlu, Resmi İdeoloji Sözlüğü, Ermeni Sorunu, Maki Basın Yayın, Mart-2007,s.138
2-Nihat Gültepe, Hayat Tarih Mecmuası, Temmuz-1976, sayı:48
3-M.S.Lazarev, Kürdistan ve Kürt Sorunu, s.151
4-Martin Van Bruinessen, Ağa, Şeyh ve Devlet Kürdistan'ın Sosyal ve Politik Örgütlenmesi, çev:Remziye Aslan, Özge Yayınları,s.228
5-Bayram Kodaman, Hamidiye Hafif Süvari Alayları, Tarih Dergisi, Edebiyat Fakültesi Basımevi, 1979, sayı:32
6-Sait Çetinoğlu, age., s.142
7-Bayram Kodaman ve M.Ali Ünal, Abdurrahman Şeref Efendi Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1996, s.111
8-Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Belge Yayınları, s.556
10-Orhan Kemal Cengiz, Soykırım Mıydı?, 23.12.2011, Radikal
11-Hülya Engin, Talat Paşa Davası, s.94
12-Meclis-i Ayan Zabıt Ceridesi, Devre:3, İçtima Senesi:5, Cilt:1, TBMM Basımevi, 1990, s.117, Aktaran: Oral Çalışlar, Osmanlı Zabıtlarında Ermeni Tehciri, Radikal
13-Mithat Şükrü Bleda, İmparatorluğun Çöküşü, Remzi Kitabevi, 1979, s.57
14-Erol Anar, Öte Kıyıda Yaşayanlar, Azınlıklar, Yerli Halklar ve Türkiye, Belge Yayınları, Ocak-1997, s.65-66
15-Hans-Lukas Kieser, Doğu Anadolu'da Ulaşılmayan Barış, www.hist.net/kieser/pu/baris.html
16-Alan Palmer, Son Üç Yüz Yıl Osmanlı İmparatorluğu, çev. Belkıs Çorakçı Dışbudak, İş Kültür Yayınları, 2002, s.236
17-Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İmge Kitapevi Yayınları, 2002, s.248-252
18-Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri, Babıali Kültür Yayıncılığı, nisan-2005, s.99
19-Miralay Behiç Bey'in yayınlanmamış hatıratı, aktaran:Sait Çetinoğlu, age.,s.154-155
20-Alpay Kabacalı, Talat Paşa'nın Anıları, Kültür Yayınları, aralık-2003, s.17
21-Taner Timur, 1915 ve Sonrası, Türkler ve Ermeniler, İmge Yayınları, 2001, s.42
22-Los Angeles Times, temmuz-1926, çev:Mete Tunçay, Tarih ve Toplum, İletişim Yayınları, mayıs-1988, sayı:53
23-Murat Bardakçı, Soykırımı Almanya Kışkırtıyor, 6.6.2005, Radikal
24-Emrah Cilasun, Hrant Dink Cinayetinin Ardından

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder